Sosyal Medya

Makale

Duaların Kabul Edilmesindeki Ölçü

Duaların Kabul Edilmesindeki Ölçü

-Furkan Suresi Bağlamında Son Ayetinin Anlamı-

 

Muhatabın kim olduğu, anlamı bütünüyle etkileyen hatta belirleyen çok önemli bir seçimdir. Buna göre muhatabın mümin ya da kâfir olması manayı baştan aşağı değiştirebilir. Bu değişim, kâfirlerle ilgili ayetlerden inananların ders çıkarmasını engellemez. Muhatabı müşrik olan bir ayetten öğüt çıkarmak veya Ehl-i Kitap ile ilgili bir husustan ders almak için onların yerinde bulunmak da gerekmez. Bütün bunlara rağmen muhatap seçimi ayetin içeriğini doğru anlamaya imkân tanıdığı için dikkat gerektiren bir iştir. Örneğin, “(Ey Muhammed!) De ki: ‘Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.’ ”[1] ayetinde anlam, seçili muhataplara göre ciddi farklılık arz eder. Burada görüldüğü gibi ayetin muhatabı müminler olsaydı dua etmek ve bunun önemi üzerinde durmak yeterli olabilirdi. Fakat muhatabı müşrik (ve şirk koştuğu için de kâfir) olduğunda bu içerik eksik kalır. Çünkü hiçbir kâfir veya müşrik sadece dua ederek işe yarar hâle gelemez.[2] Bazı meallerde, dua yerine ibadet, iltica, yöneliş kulluk ya da yalvarma kelimelerinin kullanılmış olması da bu anlam kaybını gidermeye yönelik bir çaba olarak görülebilir.[3]

Ayete, “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” diyerek giriş yapmak doğru değildir. Çünkü ne öncesinde ne de sonrasında bu manayı destekleyen karine vardır. Ayetin başı “De ki” diye başlar ve yine aynı ayet, “Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” şeklinde son bulur. Öyleyse buradaki muhataplar müminler değil inkâr edenlerdir.[4] Buna göre burada inkâr edenlere “Dua edin ve kurtulun.” denilmiş de olamaz.

Surede yer verilen 56-62. ayetler, her şeyin insan için ölçülü bir şekilde yaratıldığından bahseder. Sonra genel anlamda 63-76 arası Rahman’ın kullarının, yani bu rahmetten faydalanmayı seçen kişilerin nasıl davranması gerektiğinden söz eder. Surenin 70 ve 71. ayetleri, “Ancak tövbe edip de inanan ve sâlih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kim de tövbe eder ve sâlih amel işlerse işte o, Allah’a, tövbesi kabul edilmiş olarak döner.”[5] şeklinde özellikle tövbe etmek isteyenleri muhatap alır ve kişileri kötülükleri terk edip iman etmeye çağırır.  Bilindiği gibi Kur’an daha iyi anlaşılmak adına iyi-kötü, cennet-cehennem, mümin-kâfir gibi konuları karşılıklı anlatır. Bundan sonra 76. ayete kadar müminlerin vasıfları sayılır. 70-76. ayetler arasında muhatapların mümin olması, son ayete anlam verilirken kişiyi yanıltır. Oysa bu ayetler, yukarıdan itibaren uyarılan kişilere tövbe edip kendilerini düzeltme imkânı verir. Son ayet (77) ise geriye atıfla bu vasıfları taşımayan ve cehennemlik oldukları söylenenlere yönelir. Burada “sizin duanız” (دُعَاؤُكُمْ  ) lafzıyla kastedilen şey, sadece dua etmek ya da etmemek de değildir. Söz konusu ayetin öncesinde Allah’ın ayetlerine karşı ilgisiz kalamayacakları vurgulanarak müminlerin vasıfları uzun uzun sayılır. Onlara bu vasıflara sahip olarak böylesine bir ilgi ve şuurla dine sarılmadıkları sürece yaptıkları şeylerin bir anlamı olamayacağı ifade edilir. Son ayette “…Siz gerçekleri yalanlıyorsunuz…” denmesinin sebebi de müşriklerin arka planda bahsi geçen tutum ve davranışları kendilerine ölçü edinmemeleridir. Yani ayetin ikinci cümlesi, birincisinin açılımı ve devamıdır. Onlara, “Sorumluklarınızı üstlenip doğru olanı savunmadığınız sürece sizden bir şey olmaz.” denilmiş, devamında da sorumluluk üstlenmeyen bu yalancı/inkârcı tutumları yüzünden onlar için azap söz konusu edilmiştir.

Surenin bağlamını ortaya çıkarabilmek ve böylece doğru anlamları bulabilmek adına kısa kısa tefsirlerle de olsa birbirini takip eden anlam akışının görülmesi gerekir.[6] Her bir ayet hakkında ayrı ayrı konuşmak veya onlarda yer verilen hakikatleri tek başına ele almak için önce bu bağlam bilinmelidir. Aksi hâlde ayetlerle ifade edilen gerçekler başka mecralara kayabilir.

 

Şimdi “Surenin Anlam Akışı İçinde Bağlamı” denilen ve bütün anlamın üzerinde yürüdüğü omurgası üzerinde durulmalı, yani surenin kendi bütünlüğü içerisinde özellikle hangi konuya değindiğini anlamamıza yardımcı olan tertibe/bağlama değinilmelidir.

 

Surenin Anlam Akışı İçinde Bağlamı

            Surenin ilk iki ayeti, çok önemli bir ölçüden bahseder.

            Kur’an’ın “Furkan” olması…

“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir. O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (1, 2).[7]

Burada Allah hakkında dile getirilen bütün övgüler aynı zamanda kitabın önemini arttırmaya matuftur. Zira bundan sonraki bütün ayetler, Kur’an’ın kişiler nezdinde ölçü edinilmesiyle ilgilidir. Bilindiği gibi Furkan hakla batıl, iyiyle kötü, doğruyla yanlışı ayırma ölçüsüdür. Başlangıç itibariyle Kur’an’ın bu özelliğinin vurgulanması oldukça önemlidir.[8]

Burada;

Hak-batıl, doğru-yanlış ayrımı açısından verilen ilk ölçü, Allah hakkındadır.

Göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine aittir.

Çocuk edinmemiştir, yani ortağı yoktur.

Her şeyi belli yasalara uygun şekilde bir ölçüye göre yaratmıştır.

O hâlde doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Allah hakkında doğru bilgi sahibi olmak önemli bir ölçüdür.[9]

 

“(İnkâr edenler), Allah’ı bırakıp hiçbir şey yaratmayan ve zaten kendileri yaratılmış olan, üstelik kendilerine fayda ve zararları dokunmayan, öldürmeye, yaşatmaya ve ölüleri diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler.[10]İnkâr edenler, ‘Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir’ dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular. ‘(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır.’ dediler. (Ey Muhammed!) De ki: ‘O kitabı göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, çok merhamet edendir.’ ” (3-6).

            Bu ayetin muhatabı müşriklerdir ve onlar:

            Allah’ın yanı sıra;

bir şey yaratamayan ve zaten kendileri yaratılmış,

kendilerine fayda ve zararı dokunmayan,

öldürmeye, yaşatmaya ve ölüleri diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen,

            başka güçler (ilahlar) telakki ederler.

Ve bu halleriyle;

bu Kur’an, (hâşâ) Muhammed’in uydurduğu bir yalandır,

başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir[11],

            bu, ona sabah akşam okunan geçmişlerin masallarıdır, derler.

            Hâlbuki o kitabı göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen Allah indirmiştir.

            (Çünkü) O, çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.

            İlk olarak;

O’nun gücü ile insanların uydurduğu sahte ilahlar arasındaki farka dikkat edilmelidir.

            İkinci olarak;

Yukarıdaki ayetlerde Allah’a yapılan iftira ile Kur’an’a yapılan arasında bir ilişki kurulur. Yani Allah’ın gücü ile insanların uydurduğu sahte ilahlar arasındaki farkı dikkate almayanlar aynı şekilde onun indirdiği vahyi de anlamamaktadırlar.[12] Dolayısıyla doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Vahiy (Kur’an) hakkında da doğru düşünmek gerekir.

 

 “Dediler ki: ‘Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!’ Zalimler, (inananlara): ‘Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.’ dediler. (Ey Muhammed!) Senin hakkında bak nasıl da temsiller getirdiler de (haktan) saptılar. Artık onlar doğru yolu bulamazlar.” (7-9).

Furkan, Allah’ın indirdiği ölçüdür.

Daha önce Allah hakkında ölçüyü kaçıranlar,

Bir önceki pasajda da onun vahyi (Kur’an) hakkında aynı aşırılığı göstermişlerdir.

Şimdi bu aşırılığı, onun elçisi için de ortaya koymaktadırlar.

Onlar (müşrikler):

bu ne biçim peygamber,

yemek yiyor, çarşıda pazarda dolaşıyor,

ona bir melek indirilseydi de o da onunla beraber bizi uyarsaydı,

yahut kendisine bir hazine verilseydi,

veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya,

Bu “Zalimler, (inananlara): ‘Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.’ derler.”[13]

Ölçüden (haktan) bu kadar uzaklaştıktan sonra artık doğru yolu nasıl bulamayacakları dile getirilir.[14] Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Peygamber hakkında da doğru bir bilgi sahibi olmak gerekir.

 

“Dilerse sana bundan daha güzelini, içinden ırmaklar akan cennetleri verebilecek olan, sana saraylar kurabilecek olan Allah’ın şanı yücedir. Hayır, onlar kıyâmeti de yalanladılar.[15]Biz ise o kıyâmeti yalanlayanlara çılgın bir cehennem ateşi hazırlamışızdır” “Bu ateş onları uzak bir mesafeden görünce onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman orada, yok olup gitmeyi isterler. (Kendilerine) ‘Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, birçok kere yok olmayı isteyin!’ (denir.) De ki: ‘Bu mu daha hayırlıdır, yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen ebedîlik cenneti mi?’ Orası onlar için bir mükâfat ve varılacak bir yerdir. Ebedî olarak kalacakları orada onlar için diledikleri her şey vardır. Bu, Rabbinin uhdesine aldığı, (yerine getirilmesi) istenen bir va’didir. (10-16).

Cevap çok net gelir ve asıl amacı ifşa eder.

Allah hakkında,

Kur’an hakkında,

Peygamber hakkında,

Bütün bu haktan sapmalar, yani ölçüsüzlükler:

Kıyameti, yani hesap vermeyi yok saymanın uzanımlarıdır.[16] Allah, vahiy (Kur’an) ve elçi ve hesap verme hususunda doğru tespitleri yapamayan ve ölçüyü kaçıranlar, aynı şeyi cennet ve cehennem için de yapmaktadırlar Onlara “Bu (cehennem) mi daha hayırlıdır, yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen ebedî cennet mi?” denilir.Fakat ellerinde Furkan bulunmadığı için, yani vahyi ölçü edinmediklerinden dolayı bunun da farkına varamamaktadırlar. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Bir gün hesap vermek zorunda kalacağını ve herkesin hak ettiği karşılığı bulacağını da bilmek gerekir.

 

Rabbinin, onları ve Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyleri bir araya getireceği ve (taptıklarına), ‘Siz mi saptırdınız benim şu kullarımı, yoksa onlar kendileri mi yoldan saptılar.’ diyeceği günü hatırla. Onlar, ‘Seni eksikliklerden uzak tutarız. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helâke giden bir toplum oldular.’ derler. (İlâh edindikleriniz) söyledikleriniz konusunda sizi yalancı çıkardılar. Artık kendinizden azabı savmaya gücünüz yetmeyecek ve kendinize yardım da edemeyeceksiniz. Sizden kim de zulüm ve haksızlık ederse, ona büyük bir azap tattırırız.” (17-19).

Müşriklerin tabi olup taklit etme alışkanlıkları başlarına bela açacaktır. Miras yoluyla devraldıkları ata dinine hiç sorgulamadan tabi olmaları, Allah’ın yanı sıra ona denk güçler kabul etmeleri ve arzu ve heveslerinin peşinden gitmelerinin hesabı sorulacaktır.

Onların nimet içinde yüzmeleri, sonuç itibariyle Allah’ı anmayı unutmalarına ve akabinde yok olmaya doğru ilerlemelerine yol açmıştır.[17]Onlar,ellerinde Furkan olmadığı için her seferinde ölçüyü kaçırıp aşırı gitmektedirler. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Allah’tan başkasına tapınmanın hiçbir masum gerekçesi olamayacağını bilmek

Ve nimet içinde yüzmenin Allah’ı unutturmaması gerekir.

 

“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşıda pazarda gezerlerdi. (Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin, hakkıyla görendir.” (20).

            Peygamberlerle ilgili soru ve şaşkınlıklarına ilk cevap, burada tarihe atıfla verilir.

 

“Bize kavuşacaklarını ummayanlar, ‘Bize melekler indirilseydi yahut Rabbimizi görseydik ya!’ dediler. Andolsun, onlar kendi benliklerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir taşkınlık gösterdiler. “Fakat melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir müjde yoktur. ‘Eyvah! Biz Allah’ın rahmetinden tamamen uzaklaştırılmışız.’ diyecekler.” (21, 22).

İkinci olarak da melek istemenin kibir içerisinde hesap vermekten kaçmak anlamına geldiği vurgulanır. Buna göre kendisinden sadece dürüst davranması ve iyilik yapması istenen birinin bunun karşılığında melek görmeyi şart koşması, onun kibrinin, yani inkârının bir ifadesi sayılmıştır. Bize kavuşacaklarını ummayanlar” ifadesi de buna işarettir. Ayrıca melek görmenin onlar açısından azaba uğramakla aynı anlama geldiği belirtilir.

 

“Onların yaptıkları bütün amellerine yöneldik ve onları dağılmış zerreciklere çevirdik. O gün cennetliklerin kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer daha güzeldir. O gün gök bulutlarla yarılıp parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir. O gün gerçek hükümranlık Rahman’ındır ve kâfirlere zorlu bir gün olacaktır. O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: ‘Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim! Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.’ ”(23-29).

Burada da kişinin ahiretteki sorgusunun/durumunun onun Kur’an’a olan yakınlığı/uzaklığı ile ilişkisi kurulur.

Müşrikler gerçek anlamda vahyi izlemedikleri,

Yani,

hak batıl ayrımı (Furkan) yapmadıkları için,

bütün amelleri dağılmış zerreciklere çevrilip değersiz kılınacak,

o hesap günü çok görmek istedikleri meleklerle karşılaşacak,

o gün kâfirler için zorlu bir gün olacak[18],

ve o gün zalim kimse, çaresizlik içinde ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!”

İşte zalim,

yani, hak ile batılı (Furkan) yerine oturtmayan,

yani hak ettiği şeyi yerine koyamayan kişinin durumu, burada bir kere daha resmedilir.

Sonra,

“Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim.” diyerek kişilerin birbirlerine verdikleri sahte güven hissini sorgulamaları istenir. Çünkü kötü insanları takip edip taklit ederek gittikleri yer doğru değildir.

Bütün bunlar, bu kişilerin vahyi izlememesi, yani elinde hakla batılı ayırt edebileceği bir ölçünün (Furkan/vahiy/Kur’an) bulunmamasının sonuçlarıdır.

İşte bunu vurgulayan cevap da hemen akabinde gelir…

 

“Peygamber, ‘Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi.’ dedi. Biz, işte böyle, her peygamber için suçlulardan bir düşman yarattık. Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.” (30, 31).

Bu ayetin muhatabı da Mekkeli müşriklerdir. Furkan suresinin risaletin 5 ve 6. yıllarında yani hemen hemen Mekke döneminin ortalarında indirildiği düşünülürse bu uyarının az sayıda ve zor durumda bulunan müslümanları muhatap alarak dile getirilmiş olamayacağı görülür. Burada sorun, müşriklerin inandıklarını söylemelerine rağmen inen vahyi ölçü olarak kabul etmemeleridir.

Müşrikler vahyi, yani Kur’an’ı, yani surenin başından itibaren kendilerine verilen ölçüyü reddetmektedirler.

Kur’an’ ile karşılaştıkları hâlde ondan hicret edip uzaklaşmaktadırlar.

Yani,

Allah hakkında doğru bilgi sahibi olmak,

Vahiy (Kur’an) hakkında da doğru düşünmek,

Peygamber hakkında da doğru bir bilgi sahibi olmak,

Bir gün hesap vermek zorunda kalacağını ve herkesin hak ettiği karşılığı bulacağını da bilmek,

Allah’tan başkasına tapınmanın hiçbir masum gerekçesi olamayacağını bilmek,

Ve nimet içinde yüzmenin Allah’ı unutturmaması gerekir.

Bütün bu ölçüler, bir arada Kitap’ta toplanır. Onlara yol gösterici ve yardım edici olarak Rabb’in, yani vahyin, yani Elçi’sinin, yani hesap (ahiret) düşüncesinin, yani Kitap’ının rehberliği gerekmektedir. Ama onlar bundan yüz çevirmektedirler.

 

“İnkâr edenler, ‘Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!’ dediler. Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk. Onlar sana hiçbir misal getirmezler ki (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel açıklamayı getirmiş olmayalım. Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar var ya; işte onlar konumları itibariyle daha kötü, tuttukları yol itibariyle daha sapıktırlar.” (32-34).

            Bütün müşrikler zaten kâfirdir. Ve bu onlara zaman zaman hatırlatılır. Daha önce Bize kavuşacaklarını ummayanlar” (21) gibi ifadelerle bu belirtilmiş 26. ayette de ahiretteki durumları açıkça ortaya konulmuştur. Şimdi yine bu müşrik inkârcı tavrın bir yaklaşımına daha tanık olunacaktır.[19]

Kur’an ile ilgili başka bir hatalı/yanlış yaklaşım da onun bir bütün olarak inmesini istemeleridir. Kitabın topluca indirilmesini istemek, onu hayattan koparmakla aynı şeydir. Çünkü parça parça/bölüm bölüm indirilmesinin amacı onun anlaşılıp hayatta kendisine uyulan ölçü (Furkan) kabul edilmesidir.[20]

Bu yaklaşım, kitap bir bütün hâlinde gelsin, ama anlaşılıp uygulanmasın, hayata damgasını vurmasın, kişinin ne yapıp ne yapmayacağı ile ilgili sınırlamalar getirmesin, onlara emredip karışmasın anlamına gelir.[21] Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Kitabın içinin anlaşılması ve yaşanması için gayret etmek gerekir.

 

“Andolsun, Biz, Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik ve kardeşi Harun’u da ona yardımcı kıldık. Onlara, ‘Ayetlerimizi yalanlayan topluluğa gidin.’ dedik. Nihayet o kavmi yerle bir ettik. Nuh kavmini de, peygamberleri yalanladıkları vakit suda boğduk. Onları insanlara bir ibret yaptık ve zalimlere elem dolu bir azap hazırladık. Âd ve Semud kavimlerini, Ress halkını ve bunların arasında pek çok nesilleri de helâk ettik. Bunların her birine misaller getirdik, (öğüt almadıkları için) hepsini kırıp geçirdik.”(35-39).[22]

Tarihten verilen bu örneklerde de kitap vermek, elçileri yalanlamak, inkâr etmek ifadelerinin ortak noktası, helak edilen bütün bu toplumların önlerine konan vahyi yok saymaları, hak-batıl ayrımı yapmamaları (Furkan) ve bu şekilde uyarılara aldırış etmemeleridir. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Zalimlerin helak olması hususunda tarihten ders almak gerekir.

 

“Andolsun, senin kavmin, belâ yağmuruna tutularak yok edilen kente uğramışlardır. Yoksa onu görmüyorlar mıydı (ki ibret almadılar)? Hayır! (Görüyorlardı fakat) tekrar dirilmeyi ummuyorlardı. Onlar seni görünce ancak eğlenceye alırlar. ‘Allah’ın peygamber olarak gönderdiği adam bu mu? Biz, ilâhlarımıza sımsıkı sarılmasaydık neredeyse bizi ilâhlarımızdan uzaklaştıracaktı.’ (derler.) Onlar yakında azabı gördükleri zaman, yolca kimin daha sapık olduğunu görecekler. Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (40-44).

Bu ayetler, hesap vermekten kaçınmak adına, kişinin vahiy yerine kendi asılsız düşüncelerini ölçü edinmesinden bahsetmektedir.“Onlar yakında azabı gördükleri zaman, yolca kimin daha sapık olduğunu görecekler.” ayeti, üslup olarak başından beri sure içinde hâkim olan hak-batıl mukayeselerine uygun bir karşılık oluşturur. Çünkü kimin doğru kimin yanlış yolda bulunduğunu bilmek çok önemlidir. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

            Arzularını ilah edinenlerin hayvandan farkı kalmadığını bilmek gerekir.

 

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık. Sonra onu kendimize yavaş yavaş çektik. O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı ve gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapandır. O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Ölü toprağı canlandıralım, yarattıklarımızdan birçok hayvanları ve insanları sulayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik. Andolsun, biz bunu insanlar arasında, düşünüp ibret alsınlar diye tekrar tekrar açıkladık. Fakat insanların çoğu nankörlükte direttiler.” (45-50).

Burada da hayatın ölçülü hâlinden bahsedilir. Gölge, gece, gündüz, rüzgâr, su gibi insanın hayatına anlam katan ve onsuz yapamayacağı ölçüler gündeme gelir. Bu şekilde âdeta âlemin bu ölçülü durumunun insan hayatında da görülmesi gereği hatırlatılır ki tabiatta var olan ölçülere uygun şekilde insan yaşamında yer verilmesi gereken bu ölçü vahyin emirleridir. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

            Tabiattaki ölçülü hâlin tamamen Allah’ın yaratmasıyla hayat bulduğunu bilmek gerekir.

 

“Dileseydik her memlekete bir uyarıcı gönderirdik. Öyle ise kâfirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur’an’la büyük bir mücadele ver.” (51, 52).

            Bu ilahi mesaj, ilk ayette de belirtildiği gibi bütün âlemlere gönderilmiştir. Dolayısıyla uyarıları, sadece bir kavme değil bütün insanlara aittir. Bu durumda onları inkâr etmek bir kavmin sorumluluk sınırlarını dahi aşan büyük bir beladır. O hâlde kim ne derse desin büyük bir çaba gösterilmeli ve vahyin esaslarının topluma bir an evvel barış ve huzur getirmesi sağlanmalıdır. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

            Hak-batıl mücadelesinde Kur’an’ı ölçü edinmek gerekir.

 

“O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır. O, sudan bir insan yaratıp ondan soy sop ve hısımlık meydana getirendir. Rabbin, her şeye hakkıyla gücü yetendir. Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine ne faydası ne de zararı dokunan şeylere kulluk ederler. Kâfir, Rabbine karşı (şeytana) arka çıkandır.” (53-55).

            Elçinin bütün insanlara muhatap olması gibi vahyin tesirlerinin de bütün âleme yayılacağı bilinmelidir. Denizler ve akarsular arasındaki devridaimi gerçekleştiren Rabb’dir bu mesajları gönderen.[23]Soy sop ve hısımlık meydana getiren ve bu şekilde insanın yaşamına kolaylık sağlayan Allah’tır.

            Hakkı teslim ve hakikati itiraf etmek gerekirse Allah’ın insanlar için dünyada yarattığı ölçülü durum, ondan başka ilah bulunmadığını yeterince göstermektedir. Fakat bütün bunları görmek için Allah’a yüzünü dönmek gerekir. Oysa ayet, وَكَانَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّهٖ ظَهٖيرًا“…Kâfir Rabb’ine sırtımı dönen kişidir.” diyerek onun yüzünü yaratıcısından başka yöne çevirdiğini dile getirmektedir.Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

            Vahiyle insanın hayatına ölçülü bir şekilde kolaylık getirildiğini bilmek gerekir.

 

“Biz, seni ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. De ki: ‘Ben buna karşılık sizden dileyen kimsenin, Rabbine giden yolu tutmasından başka herhangi bir ücret istemiyorum.’ Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olarak O yeter! Gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulan Rahmân’dır. Sen bunu haberdar olana sor!” (56-59).

Elçinin ücret istememesi samimiyetini gösterir. Onlardan beklenen yalnız doğru yolu tutmaları ve vahyin ölçülerine uymalarıdır. Yani onlardan istenen her şey yine kendi iyilikleri içindir. Zira yeryüzünü altı günde yaratmak gibi her şeyi belli bir ölçü ve aşama içerisinde yaratan Allah’tır. O, ancak yine kendisinden öğrenilir.[24] Bunun tek yolu da indirdiği vahyi (Furkan/Kur’an) dikkate alıp ölçü edinmektir. Zira bu ölçü dışında gerçekleşecek bir hakikat bulunmaz. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül etmek gerekir.

 

“Onlara, ‘Rahman’a secdeye kapanın denildiğinde “Rahman da nedir? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?’ derler ve bu onların nefretini artırır.” (60).

            Ayet, vahyin ölçülü durumunu anlatan harika bir anlama sahiptir. ‘Rahman’a secde etmek’, demek insanlara rahmet, vefa, huzur, barış gibi merhamet adına ne varsa hepsini sunmak demektir. Rahman’a itaat edin; huzur bulun, rahat edin, onurunuzu koruyun, korkmadan yaşayın anlamına gelir. ‘Rahman’da neymiş’ demek, bizim bu türden ölçülere ihtiyacımız yok demekle aynı şeydir.[25] Allah’ın âlemde yarattığı bütün ölçüler insan için bir rahmet işaretidir. İnsan ancak bunları takip ederek rahata kavuşabilir. Nitekim âlemde yaratılan şeylerin merkezinde insanın bulunması ve hemen her şeyin belli bir ölçüyle yine ona yarayacak şekilde yaratılması çok manidardır. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

            Rahman’a itaat etmek ve onun emirlerini yerine getirmek gerekir.

 

“Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir. O, öğüt almak isteyen ve çok şükredici olmayı dileyen kimseler için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir.” (61, 62).

Yıldızlar, güneş ay, gece ve gündüzün varlığı Rahman’ın hayata ölçülü dokunuşlarına birer delildir. Hepsinin insanın faydasına boyun eğmiş olması ibret vericidir. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

            İnsanı yaratılışın merkezine oturtan Allah’a şükretmek gerekir.

 

“Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler. Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyamda durarak geceleyenlerdir. Onlar, şöyle diyenlerdir: ‘Ey Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır, gerçekten onun azabı sürekli bir helâktir! Şüphesiz, ne kötü bir durak ve ne kötü bir konaktır orası.’ Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır. Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve horlanmış olarak orada ebedî kalır. Ancak tövbe edip de inanan ve sâlih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kim de tövbe eder ve sâlih amel işlerse işte o, Allah’a, tövbesi kabul edilmiş olarak döner. Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir. Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler. Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.’ diyenlerdir. İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalırlar. Orası ne güzel bir durak ve ne güzel bir konaktır!” (63-76).

            Bu aradaki ayetler, vahyin ölçülerine uyarak Rahman’a kul olan insanların yani müminlerin durumlarından bahseder. Müminlerle müşrikler arasındaki derin farkı ortaya koyar. Böylece muhataplardan Kur’an’a/Furkan’a uymanın onların hayatlarına nasıl bir düzen getireceğini düşünmeleri istenir. Mesela adam öldürmemek, zina etmemek, vahyin koyduğu bir iman ölçüsüdür. Buna göre sadece inandığını söylemek yetmez. Vahyin ölçülerini dikkate almak, onu doğru ile yanlışın ölçüsü kabul etmek gerekir.[26] Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Yaşamda hak-batıl ayrımı yaparak Allah’ın ayetlerine uymayı amaçlamak gerekir.

 

Surenin müminlerin özelliklerini sayan ayetlerinden biri “Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen…” şeklinde meallendirilir.[27] Oysa ayette geçen ifadenin لَا يَدْعُونَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ  “Onlar Allah’tan başka ilaha yalvarmazlar.” şeklinde olması, bağlamaçısından bir zarurettir. Çünkü bu yakarış/yalvarmanın karşılığı son ayette müşriklere ait kılınacaktır. Nitekim okuyucunun bu iki yakarışı zihninde karşılaştırması beklenmektedir. Bu yakarış, müminlere aittir ve devamı vardır. Ayette Allah’a dua etmenin, yani onu anmanın, yani ona yalvarmanın, “Onlar, Allah ile beraber başkasına yalvarmayan, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.” şeklindebir takım eylemlerle devam ettirilmesi de dikkate değer.

Öldürmemek ve zina etmemek şeklinde seçilen örnekler, ağır ve dikkat çekicidir. Bu örnekler, toplumsal barışa katkıları açısından önemli ve kayda değer. Buna göre sadece Allah’a yalvaranlar, aynı zamanda O’nun diğer emirlerini de yerine getirirler. Son ayet ise müşriklerin imanlarını bu ve benzeri eylemlerle desteklemedikleri sürece bunun bir değerinin bulunmayacağını açıklayacaktır. İşte müşriklerin en önemli sorunu budur. Allah’ın adını anmakla yetinmek ve bunu daha ileriye götürmemek. İnsanın yakarışını sâlih amellerle desteklemesi, istediği şeylerin gerçekleşmesi için elzemdir. Nihayet bütün güzel sözler, sâlih amellerle Allah’a yükselir.[28] Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Ölçülü bir şekilde fiili eylemlerle desteklenmeyen bir duanın karşılığının bulunmadığını bilmek gerekir.

 

Bu yaklaşımı desteklemek adına devam eden ayetler, bir hayli dikkat çekicidir.

“Ancak tövbe edip de inanan ve sâlih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (70).

“Kim de tövbe eder ve sâlih amel işlerse işte o, Allah’a, tövbesi kabul edilmiş olarak döner.” (71).

            İlkinde iman ve sâlih amel, diğerinde ise tövbe ve sâlih amel bir arada anılır. Böylece müşriklere kendilerini düzeltme imkânı sunulur. Her seferinde sâlih amelden bahsedilmesi, kişinin sözlerindeki samimiyeti eylemleriyle desteklemesinin gereğini vurgular.

Daha da önemlisi bundan sonra gelen ayette ortaya konulur.

            “Onlar, yalana şahitlik etmezler…” (72).

            Elbette bu özellik de müminlere aittir.Bunun yanı sıra müşrik açısından en önemli hususlardan biri de budur. Söylediği sözün doğru olması ve bunun da arkasında durması…

Son olarak müşrik, gerçek bir mümin olmak istiyorsa şöyle davranması gerekir:

            “Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” (73).

Çünkü bütün sorun onların gerçeğin peşinden gitmemeleri, ona sahip çıkmamalarıdır. Bu ayetlerin indirildiği aşamada Mekke toplumunun önemli bir kesimi müşriktir ve inandıklarını söyledikleri hâlde onlar Rasulullah (sav)’a, doğru bildiklerine şahitlik yapmamakta, hakikate destek vermemektedir. Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca;

Hakikate karşı duyarsız, yani kör ve sağır gibi davranmamak gerekir.

 

            Şimdi bütün bu anlam akışı içerisinde son ayete verilen anlama dikkat edilmelidir.

قُلْ مَا يَعْبَٶُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.’ ” (77).[29]

Bu ifade, konuyu yeterince doğru anlamaya imkân vermemektedir. Çünkü burada muhatap da içerik de tam yerine oturmamaktadır.

Oysa ayet, müşriklere şöyle demektedir:

“Vahyi doğru ile yanlışın ölçüsü (Furkan) kabul eden bir yönelişle yalvarıp ardından sizden beklenen sorumlulukları üstlenmedikten sonra Rabb’in nezdinde nasıl bir değere sahip olabilirsiniz ki? Hikakate dair ölçüleri yalanlayıp dudurken dularınızın kabul olmasını ve değer bulmasını nasıl bekleyebilirsiniz?[30] Bu yüzden sizin için azap kaçınılmaz olacak.”

Görüldüğü üzere ilk ayetinde olduğu gibi surenin son ayetinin konusu da aynıdır.

Kur’an’ın “Furkan” olması…

            Burada muhatap, müşriklerdir. Yani sure, inandığını dile getirdiği hâlde bunun gereklerini yerine getirmeyen müşrikleri muhatap alır. Furkan suresinin konusu sözlerini eylemleriyle desteklemeyen ve bu anlamda Allah katında bir değer kazanamayan müşriklerdir. Amaç, onlara içinde bulundukları çelişkinin gösterilmesidir. Sure, müşriklere, vahyi ölçü kabul etmedikleri ve bunu hayatlarına yansıtmadıkları sürece Allah ile doğru bir ilişki kuramayacaklarını öğretir/gösterir. Sure içerisinde italik olarak belirtilen tüm ölçülere uymak, sorumluluğun gereğidir.

Sure içinde sorumluluk ve belli bir bilinç gerektiren bu ölçüler;

Allah hakkında doğru bilgi sahibi olmak,

Vahiy (Kur’an) hakkında da doğru düşünmek,

Peygamber hakkında da doğru bir bilgi sahibi olmak,

Bir gün hesap vermek zorunda kalacağını ve herkesin hak ettiği karşılığı bulacağını da bilmek,

Allah’tan başkasına tapınmanın hiçbir masum gerekçesi olamayacağını bilmek,

Ve nimet içinde yüzmenin Allah’ı unutturmaması,

Kitabın içinin anlaşılması ve yaşanması için gayret etmek,

Zalimlerin helak olması hususunda tarihten ders almak,

Arzularını ilah edinenlerin hayvandan farkı kalmadığını bilmek,

Tabiattaki ölçülü hâlin tamamen Allah’ın yaratmasıyla hayat bulduğunu bilmek,

Hak-batıl mücadelesinde Kur’an’ı ölçü edinmek,

Vahiyle insanın hayatına ölçülü bir şekilde kolaylık getirildiğini bilmek,

Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül etmek,

Rahman’a itaat etmek ve onun emirlerini yerine getirmek,

İnsanı yaratılışın merkezine oturtan Allah’a şükretmek,

Yaşamda hak-batıl ayrımı yaparak Allah’ın ayetlerine uymayı amaçlamak,

Ölçülü bir şekilde fiili eylemlerle desteklenmeyen bir duanın karşılığının bulunmadığını bilmek gerekir, şeklinde verilir.

            Ardından da bu ölçülere sahip bulunan müminlerin söz ve davranışlarından örnekler verilir. Şöyle ki: 

yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürümek,

secde ve kıyamda durarak gecelemek,

ne israf ne de cimrilik etmeden dengeli harcamak,

Allah’ın haram kıldığı cana kıymamak,

zina etmemek,

yalana şahitlik etmemek,

faydasız boş şeyler karşısında vakar ve hoşgörü göstermek,

Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmemek,

Ve takva da öne geçmeye çalışmak,

Eğer bunlardan biri yapıldıysa da tövbe edip inanan ve sâlih amel işleyenlerden olmak,

Bu durumda;

Kötülüklerin bağışlanıp iyiliklere çevrileceği, cennetin yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılıp orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacakları vadedilir (63-76). Burada bütün amaç iman iddiasındaki kişiye bunun gerektirdiği yolu göstermektir. Zira muhataplar burada şirk koşmalarına rağmen bir yönüyle de olsa iman ettiklerini söylemektedirler. Onlara bunun yeterli kabul edilemeyeceği bildirilmektedir.

İfadenin ( دُعَاؤُكُمْ) sizin duanız, kulluğunuz, yönelişiniz, şeklinde ele alınması bütünüyle onları doğru bir zemine çekme çabasından ibarettir. Amaç Mekke’de Allah’a inandığını söyleyen geniş kitlenin bu iddialarını, doğru söz ve eylemlerle desteklemelerini sağlamaktır. Büyük oranda müşriklerin teslimiyet gösterileri, sadece dua etmekle sınırlı kaldığı için bu kelime seçilmiş olmalıdır. Onlara Allah’a yakarmalarının sâlih eylemlerle yani bir takım diğer ölçülerle desteklenmesinin bir namus meselesi olduğu bu şekilde anlatılmaya çalışılmaktadır.[31]

            İmanın olduğu yerde hak ile batılın, yani doğru ile yanlışın ölçüsü vahiydir. İnandığını söyleyenler açısından Kur’an’ın hayatlarının ayrılmaz bir parçası ve yol göstericisi olması hususu gerçekten çok önemlidir. Kur’an’ı bir bütün olarak kabul edip içine girmeyen, güya çok değer verdiğini söyleyip ilgilenmeyen veya hayatından uzaklaştırmak adına yukarıda sayılan gerekçelere sarılan bu kadar çok insanın var olduğu bir yerde bu konu evrensel değerini korumaya devam etmektedir. Âlemlerin Rabbinin insanlar için koyduğu ölçü, indirdiği vahyin dikkate alınmasını gerektirir. Bu durumda kendisi için Kur’an’ı hak ve batılı tanımlayan bir ölçü olarak kabul etmediği sürece bir kimsenin inandığını ya da dua ettiğini söylemesi, sadece lafta kalır. Furkan suresi, inandıklarını dile getiren müşriklere, öyleyse Kur’an’ı kendiniz için ölçü edinmelisiniz derken, müslümanlara da zaten ellerinde bulunan ölçünün değerini bilmek ve bu doğrultuda yürümek/ilerlemek kalır.[32] Zira Kur’an’ın doğru ve yanlışın tespitinde ölçü edinilmesi, hayatı tahmin edilemeyecek derecede kolaylaştıran yegâne mikyasdır.[33] Buna göre doğru bir ölçü (Furkan) sahibi olunca surenin son ayetinin şu şekilde anlaşılması gerekir:

“Dualarınız(ın arka planında hak ve batıla dair vahyin taşıdığı ölçüler) yoksa Allah’ın size değer vermesini nasıl bekleyebilirsiniz! Hâlbuki siz (hakikate dair bütün ölçüleri/gerçekleri) yalanlıyorsunuz. Ama yakında bunun cezasını göreceksiniz.” 

 



[1]Furkan suresi, 77. ayet. (Diyanet Meali); Bu ayetin bazı farklı meallerdeki karşılığı şu şekildedir: “De ki: ‘Du'ânız (ibadetiniz) olmadıktan sonra Rabbim sizi ne yapsın? (Size haber verdiklerimi) yalanladınız. Bu yüzden cezalandırılmanız gerekecektir.’ ”(S. Ateş Meali);“De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır.’ ” (A. Bulaç Meali); “De ki: ‘Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki? Ama siz, ey inkârcılar! Size bildirdiklerimi yalan saydınız, artık bu günahtan yakanızı kurtaramayacaksınız.’ ” (S. Yıldırım Meali). 

[2] Bu surenin bağlamı da zaten sadece Allah’ı anarak onun katında işe yaramanın ya da kurtulmanın mümkün olmadığı üzerinde durmaktadır. O hâlde hitabın müşrikleri/kâfirleri muhatap alması bir zarurettir ki bazı meallerde bu yaklaşım bulunmaktadır.

[3]“De ki: ‘Duanız/davetiniz yoksa Rabbim sizi ne yapsın? Yalanladınız; bu yüzden azap kaçınılmaz olacaktır.’ ”(Y. N. Öztürk Meali); Burada dua veya ibadet yerine konan “davetiniz olmasaydı” türünden karşılıkların ne ifade ettiğini anlamak zordur. Zira davet kelimesinin olumlu yapısı ayetin muhataplarını yanlış anlamaya sebep olmaktadır.

[4]Ayetin mealinde bazıları kulluk ve iltica ifadesiyle muhatapların kâfir veya müşrik olabileceği intibaını uyandırmaktadır. Şöyle ki; “De ki: ‘(Şedâid zamanlarında kendisine) dua ve (iltica)nız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? (Fakat mademki) şimdi (Onu da, resulünü de) muhakkak suretde tekzîb etdiniz, O hâlde (bu tekzibinizden dolayı size artık) yakın bir azâb lâzım oluyor (demekdir).’ ”  (H. B. Çantay); “(Resulüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resul’ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!” (Diyanet Vakfı Meali); Bazıları ilk cümleyi inananlarla ikincisini ise inkârcılarla ilişkilendirmiş; “(İnananlara) de ki: ‘Dua ve yönelişiniz O’na olan inancınız için değilse, Rabbim size niçin değer versin?’ (Ve inkârcılara da de ki:) ‘Gerçek şu ki, siz (Allah’ın mesajını) yalanladınız: artık bu (günah) yakanızı bırakmayacaktır!’ “ (Furkan suresi, 77. ayet. M. Esed Meali); Bazıları da haklı olarak kâfirlere hitap etmiştir: “(Ey Rasûlüm, kâfirlere) de ki: ‘Sizin ibadetiniz olmasa, Rabbim sizi ne yapacak (size ne kıymet verir?) Mademki (Allah’ı ve Rasûlünü) tekzib ettiniz, o halde azab size çaresiz vacib olacaktır.’ ”(A. F. Yavuz Meali); “De ki: Sizi imana dâvet etmeseydi ne değeriniz olabilirdi Rabbimin katında; ama siz gerçekten de yalanladınız tebliğ edilenleri, artık azaplandırmak gerekmekte sizi.” (A. Gölpınarlı Meali).

[5] Diyanet Meali.

[6]M. Esed’in surenin girişinde yaptığı açıklama şöyledir: “…Surenin, başından beri genel kabul gören ismi Furkan aynı zamanda surenin başlıca temasını da çerçevelemektedir ki, bu da, her ilahî mesajın en temel amacının, insana hakkı bâtıldan yahut doğruyu eğriden ayırmaya yarayan değişmez bir kıstas ortaya koymak ve buna bağlı olarak, bireyi ve toplumu bağlayan bir manevî/ahlakî değerlendirme ölçüsü sağlamak olduğu hususudur. Bu önermenin bir sonucu olarak surede, Allah tarafından insanoğluna gönderilen her elçinin beşerliğine, ölümlülüğüne dikkat çekilmektedir (20. ayet) ki bu, Muhammed (s) gibi, öteki ölümlülerle aynı maddî ihtiyaçları paylaşan, onlar gibi günlük yapıp-etmelere katılan, katılmak zorunda olan (7-8. ayetler) ölümlü birine indirilmiş olduğu söylendiği sürece Kur’an’ın Allah tarafından vahyedilmiş olamayacağı yolundaki asılsız iddiayı çürütmek içindir...” (M. Esed, Kur’an Mesajı, Furkan suresi, Sure Öncesi Açıklaması, s. 725.) Burada Kur’an’ın Furkan olması ile Peygamber’in beşer olması arasında birbirini destekleyen çok önemli bir ilişki vardır. Müşrikler, olağanüstü kabiliyetlere sahip bir elçi (ve bir bütün olarak indirilmiş bir Kitap) talebi ile vahyin emirlerini hayatlarında uygulanmaya değer bir ölçü olmaktan çıkarmak istemektedirler. Bu istekte, örnek alınamayacak derecede yüceltilmiş bir elçi, beraberinde kendisiyle amel edilemeyecek seviyede kutsanmış ve hayattan uzak ilkeler yığını hâline getirilmiş bir kitap taşır. Böylece kayda değer hiçbir şey kalmaz. Alay ve inkâr kokan bu yaklaşım müşrikler tarafından hazırlanmış bir tuzaktır.

[7] Furkan suresi ile ilgili olarak bütünüyle Diyanet Meali kullanılmıştır.

[8] Ayet altlarında yer verilen açıklamalar bağlam açısından meselenin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır.

[9] Buradan itibaren italik biçimde verilen cümleler, ayetlerden çıkarılan özet ilkeleri göstermektedir.

[10]Bu ayeti, “(İnkâr edenler), Allah’ı bırakıp…”şeklinde vermek birkaç açıdan yanlış anlaşılmaya sebep olmaktadır.Buradaki مِنْ دُونِهٖ  (min dunihi)ifadesi, Allah’ı bırakmayı değil onunla beraber/yanı sıra başka güçler kabul etmeyi anlatır. Gerçi O’nun yanı sıra başka ilahlar edinmek, sonuç itibariyle O’nu terk etmek hatta inkâr etmek anlamına gelir ama yine de bu anlam muhatapların kimliğini gizleyen bir şekle bürünmemelidir. Buna göre muhatapların kâfirliği ilk adımda dolaylıdır. Yani bu kişiler açıkça müşriktirler ki önce şirk koşan bu tavırları dile gelir, sonra devam eden ayette bunlara açıkça kâfir denilir. Bağlamın ve buna bağlı olarak muhatapların anlam akışına uygun bir karşılık seçiminde ne kadar önemli rol oynadığına dikkat edilmelidir.

[11] Bu iftira ileride daha açık bir şekilde Nahl suresi 103. ayette cevaplanacaktır.

[12]Burada müşriklerin/kâfirlerin attıkları iftiranın bu kısmı şimdilik sadece merhametli olan Rabb’in her şeyi bilmesiyle cevaplanır. Yani “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen Allah tarafından indirilen bir kitaba karşı nasıl bu şekilde davranabilirsiniz?” denilir. Dikkat edilirse buradaki cevap Kur’an orijinlidir. Yani “Her şeyi bilen merhametli bir Allah tarafından indirilen kitap nasıl uydurma ya da başkaları tarafından yazılmış olabilir?” demek, inen vahyin içeriğine işaret eder. Bütün insanların rahatı ve iyiliğini gözeten ilkeler koyan bir kitap nasıl yalan sayılabilir. Üstelik kendisine hiçbir şey gizli kalmayan bir Allah tarafından indirildiği, yani muhtevasıyla tam bir çözüm ve huzur getirdiği, içeriğiyle rahmet koktuğu bu derece aşikâr ve apaçıkken. Burada “Âlemlerin Rabbinin size kitap indirmesinden daha doğal ne olabilir!” manasıyla “Kitap vesilesiyle ondan gelen rahmetten nasıl yüz çevirebiliyorsunuz!” anlamı vardır.

[13] Ayette “…Zalimler, (inananlara): ‘Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.’ dediler.” (8) buyrularak bu kişiler yaptıkları iftira sebebiyle zalim şeklinde nitelendirilmektedirler. Zalim, bir şeyi yerine koymayan ve bu anlamda ona hakkını vermeyene denir. Bu, ölçülü davranmayan, inandığını söylediği hâlde söz ve davranışlarında hak-batıl ayrımı yapmayanlar için gayet uygun bir nitelemedir. Peygamber (sav) Allah’ın elçisi iken ona büyülenmiş demek, bu nitelemeyi hak etmek anlamına gelir.

[14]Burada Kitab’ı hayatta ölçü olmaktan çıkarmanın en etkili yollarından biri gündeme gelir. Onlar, Peygamber (sav)’in takip edilemeyecek, örnek alınamayacak şekilde olağanüstü vasıflara sahip olmasını isterler. Ondan yanında meleklerin yürümesinin istenmesi, hazinelerinin veya zengin bir bahçesinin bulunması gibi taleplerin hepsinde de görüleceği gibi insanları aciz bırakan mucizevi özellikler vardır. Elçiyle mucize göstermeyi yan yana getiren bu yanlış önerme, kitabın ölçü kabul edilmesini engellemeye yönelik müşrikçe bir tuzaktır. Elçi’nin insan/beşer olmasını bahane ederek Kitab’ın ayetlerini yok saymaktan ibarettir. Onlara göre Allah’ı ve ahireti temsil eden her şey, hayattan kopuk sorumluluk yüklemeyen bir şekle bürünmeli, yani olağanüstü olmalı ve kendilerine temas etmeyecek şekilde havada kalmalıdır. Müşriklere göre olağanüstü olmadığı hâlde peygamberlik iddia etmek büyülenmekle aynı şeydir. Oysa vahyin getirdiği ölçüler olağandır. Bu yönüyle dünya hayatını insanlar için huzurlu ve mutlu yapmaya adaydır. Ve asıl büyülenme, kişinin doğru bildiklerini, işine gelmediği için hayatın dışında tutma çabasıdır.

[15]Ayet, aslen بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ“Bilakis onlar, kıyameti yalanladılar…”şeklindedir. Yani onların asıl amacı budur.

[16]Bütün aşırılıklar, hesap vermeyi düşünmemekten kaynaklanmaktadır.

[17]Ayetin sonunda وَمَنْ يَظْلِمْ مِنْكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَبٖيرًا “Sizden kim zulmederse ona büyük bir azap tattırırız.”denilmektedir. Sekizinci ayette de zulüm kelimesi bu anlamda Peygamber (sav)’e büyülenmiş diyenler için kullanılmıştır. Elçiye büyülenmiş demek bir şeye hakkını vermemek, onu bulunması gerektiği yerde kullanmamaktır. Zulüm, budur. Buradaki zulüm de Allah’ın yanı sıra başka güçler (ilahlar) bulunduğunu ve bunların kendisine yardım edebileceğini düşünmeleridir. İşte Allah’ın yanına başkasını koymak haktan sapmaktır ve gerçekten en büyük zulümdür. Zira bu sahte tasavvur, karşılığı bulunmadığı için gizli bir inkârdır. Ve bu şekilde kendini ve insanları kandırmak pek çok kötülüğe kapı aralamak anlamına gelir. Nihayet bu insanların hesap vermekten kaçınmalarının arkasında da bu yanlış, eksik ve tutarsız görüşleri yatmaktadır.

[18]Surenin 26. ayeti, اَلْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ لِلرَّحْمٰنِ وَكَانَ يَوْمًا عَلَى الْكَافِرٖينَ عَسٖيرًا “O gün gerçek hükümranlık Rahman’ındır ve kâfirlere zorlu bir gün olacaktır.”şeklinde müşrikleri, ahiretteki durumları itibariyle kâfir olarak nitelemektedir.

[19] Yukarıda ayette geçen “Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” ifadesi, müşrik ama başkasına tabi olmuş birini anlatmaktadır. Buna göre ayette sözü edilen kâfir kişi bu kendisine tabi olunan şahıs da olabilir.

[20] Kitab’ın bu şartlarda okunmasına, saygı duyulmasına, hatta belirli zamanlarda ibadet konusu yapılmasına ses çıkarmayabilir, nihayet onlara emretmediği sürece bu şekilde belirli seranomilere kendileri de katılabilirler.

[21] Bugün de aynı şekilde içeriğini anlama süzgecinden geçirmek istemeyen ve bu nedenle Kitap bir bütün hâlinde inmiş gibi davrananlar vardır.

[22] Bu ve benzeri yerlerde bazı meal hataları bulunmakla beraber, konudan uzaklaşma endişesi bunları göz ardı etmeye yol açmaktadır.

[23] Bu ayetlerin tek tek ele alınıp pek çok açıdan izah edilmesi elbette mümkündür. Fakat bağlamı gösterme endişesi, ayrıntılar üzerinde fazlasıyla durmayı şimdilik engellemekte, sadece yeterince açıklamayla kifayet etmeyi gerektirmektedir. Nihayet iki büyük su kütlesiyle ilgili ayet üzerinde başka bir yerde ayrıca durulacaktır.

[24] Surenin başından itibaren Allah’ın yanı sıra başka güçlere tapınmak, onu yanlış tanımaya dayandırılır. Bunun en doğru yolu o kendisini nasıl anlatıyorsa öyle kabul etmek bu şekilde öğrenmektir. Yani Allah, kendisinden sorulur (59).

[25]Burada “Rahman Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.(Rahman suresi, 1-4. ayetler. Diyanet Meali) ayetlerinin işaret ettiği anlam çerçevesinde yine yaratılış açısından insana gösterilen rahmet ve cömertliğin dile getirildiği hatırlanmalıdır.

[26]Surenin 65 ve 66. ayetlerinde müminler şöyle dua ederler: “Onlar, şöyle diyenlerdir: ‘Ey Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır, gerçekten onun azabı sürekli bir helâktir! Şüphesiz, ne kötü bir durak ve ne kötü bir konaktır orası.’ ” Bu yaklaşım, müminlerin cennet ve cehennem arasındaki farkı bildiklerini gösterir. Elbette bunu bilmek ondan kaçınmak için yeterince hassasiyet üretecektir. 74. ayette ise dua şöyle devam eder: Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.’ diyenlerdir.” Ve aynı ayet içinde bu yakarış son bulur. 75 ve 76. ayetler, “İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalırlar. Orası ne güzel bir durak ve ne güzel bir konaktır!” şeklinde konuyu cennete taşır ve müminlerin orada da mükâfatlandırılacaklarından bahseder. Müminlerin duasının sonu وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقٖينَ اِمَامًا“…ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.” şeklindedir. Zaten müşriklerden istenen de budur. Allah’a karşı gelmekten sakınmaları ve bu hususta öne geçmeye çabalamaları. Oysa onların söz ve davranışları arasında bir uyum ve tutarlılık bulunmaz. İnandıklarını söyledikleri hâlde günahlardan sakınıp hesap verme bilinciyle yaşamazlar.

[27]Furkan suresi, 68. ayet. (Diyanet Meali); Bu ayetin diğer bazı meallerdeki karşılığı şu şekildedir: “Ve onlar ki, Allah’la beraber, asla birtakım düzmece tanrılara yalvarıp yakarmazlar…”(M. Esed Meali);  “Ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar…” (S. Ateş Meali); “Onlar ki Allah’ın yanına başka bir Tanrı daha (katıb) tapmazlar…” (H. B. Çantay Meali); “Onlar Allah'ın yanında bir başka ilaha yakarmazlar/davet etmezler…” (Y. N. Öztürk Meali).

[28] Fâtır suresi, 10. ayet.

[29] Burada konu dua etmenin ne kadar önemli olduğu değildir. Elbette dua etmek ibadetin de ihlasında kulluğun da ta kendisidir. Ancak Allah’ı bütün âlemi bir ölçüyle yaratan ve bunun gereği olarak kendisinden hesap soracak olan bir İlah olarak kabul edip çağırmadıkça insan yaptığı işten doğru bir sonuç bekleyebilir mi?

[30]Surenin 11. ayeti, “Hayır, onlar Kıyameti de yalanladılar. Biz ise o Kıyameti yalanlayanlara çılgın bir cehennem ateşi hazırlamışızdır.” ve 40. ayeti de “Andolsun, senin kavmin, belâ yağmuruna tutularak yok edilen kente uğramışlardır. Yoksa onu görmüyorlar mıydı (ki ibret almadılar)? Hayır! (Görüyorlardı fakat) tekrar dirilmeyi ummuyorlardı.” diyerek ayrı ayrı onların kıyameti, yani hesap vermeyi yalanladıklarını bildirmiştir.

[31] Sadece haksız yere kimsenin öldürülmemesi gerektiğine dair surede yer verilen konu dahi tek başına önemli bir ölçüdür. Mesela bugün insanların pek çoğu haklı bir hukuki gerekçeye dayanmaksızın öldürülmektedir. Vahyi ölçü kabul eden birinin bu durumu kabul etmesi düşünülemez. Hakeza zina da böyledir. Hak ile batılı ayırt eden çizgi kimin hangi ölçülere göre hareket ettiğiyle ilişkilidir. Kur’an’ın yol göstericiliği, yani rehberliği sayesinde ancak güvende olunabileceğini kabul etmek, hayata dair konulan ilahi ölçülerin kitapta da sürdürüldüğüne inanmak anlamına gelir.

[32] Burada Furkan suresinin ilk ayetlerini hatırlamak gerekir.

[33] Bu yazı, Sözün Bağlamı (Musa Şimşekçakan) isimli kitaptan iktibas edilmiştir.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.