Sosyal Medya

Makale

Haşr Suresi Bağlamında Kardeş Olmak

Ensar Olmanın Gücü-

GiriÅŸ
HaÅŸr suresi, Medine’deki Müslümanlarla Yahudi Benî Nadîr kabilesi arasındaki çekiÅŸmeyi ve sonunda bu kabilenin Medine’den sürülmesini konu edinir. Sureye konu olan olaylar, Uhud savaşından yaklaşık beÅŸ ay sonrasına uzanır. Peygamber (sav), Medine’ye hicretinden kısa bir süre sonra Benî Nâdir ile bir antlaÅŸma imzalamıştır. ‘Medine SözleÅŸmesi’ olarak bilinen bu antlaÅŸmaya göre dışarıdan bir saldırı olursa ÅŸehir birlikte savunulacak ve bunun yanı sıra iki taraftan biri, üçüncü bir tarafla savaşırsa diÄŸer taraf ona yardımcı olacaktı. Bu kabilenin liderlerinin, Bedir savaşındaki galibiyetten hemen sonra Muhammed (sav)’in gerçekten Tevrat’ta geleceÄŸi haber verilen peygamber olduÄŸunu ilan ettikleri anlatılır. Fakat bundan yaklaşık bir yıl sonra, müslümanların Uhud’da karşılaÅŸtıkları baÅŸarısızlığın ardından, yaptıkları antlaÅŸmaya ihanet ederek Mekkeli müşrik KureyÅŸliler ile ittifak kurmuÅŸlardır.

Bu kabilenin reisi Kâ’b b. EÅŸref, bir grupla beraber gizlice Mekke’ye gidip müşriklerin reisi Ebû Süfyân ile ittifak antlaÅŸması yapar. Bu ihaneti haber alan Peygamber (sav), onları hiç beklemedikleri bir anda kuÅŸatma altına alır (1). Ortaya çıkan bu durum üzerine Nebi (sav), onlara iki seçenek sunar. Bunlardan biri savaÅŸ, diÄŸeri ise sürgündür. Sürgünü kabul etmeleri hâlinde her sene hurmalarını toplamaları için dönüp mülklerinde kalmalarına izin verilecektir. Görünüşte bu ikinci şıkkı kabul eden Benî Nâdir, on günlük bir mühlet ister ve bu istekleri kabul edilir. Ancak bu arada onlar, Abdullah b. Ubeyy’in başını çektiÄŸi Medineli münafık bir grupla gizlice baÅŸka bir antlaÅŸma yapmaya kalkarlar. Buna göre Abdullah b. Ubeyy, onlara iki bin savaşçı ile yardım edeceÄŸini dolayısıyla yerlerinden ayrılmamaları gerektiÄŸini söylemiÅŸtir. Medineli münafıkların onlara vadettiÄŸi ÅŸeyler ayetlerde de söz konusu edilir. Benî Nâdir kabilesi, bu sözlere aldanarak tekrar Peygamber (sav)’e isyan edip silaha sarılır. Müslümanlar, onların kalesini -fiili bir savaÅŸ olmaksızın- yirmi bir gün kuÅŸatma altında tutarlar. Münafıkların yardımı gelmeyince Benî Nâdir teslim olur. Onlardan silahlarını bırakarak Medine’yi terk etmeleri, bütün taşınabilir mallarını beraberlerinde götürmeleri istenir. Ardından kabilenin çoÄŸu, yaklaşık altı yüz develik bir kervan ile Suriye’ye göçmüş, yalnızca iki aile Hayber vahasında yerleÅŸmeyi tercih etmiÅŸ; birkaç kiÅŸi de aÅŸağı Mezopotamya’daki Hîra’ya kadar gitmiÅŸtir (2).

Haşr suresi, baştan sona birbirini takip eden bir anlam akışına/bütünlüğüne sahip bulunan Medenî bir suredir (3). Bu anlamda surenin bütün ayetlerinin inci taneleri gibi birbirine bağlı bulunduğunu ve buradan ortaya çıkacak bir kolyenin hayata nasıl renk ve değer katacağını görmek için anlam akışı ve bağlam asla göz ardı edilmemelidir.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم
Bismillahirrahmânirrahîm
“Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiÅŸtir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir (4).”

GiriÅŸ veya baÅŸlangıç cümlesi ÅŸeklinde ele alınması gereken ayet, göklerde ve yerde olan her ÅŸeyin Allah’ı tesbih ettiÄŸini ifade eder (5). Ä°lerleyen ayetler bu tesbihin ne olduÄŸu veya nasıl gerçekleÅŸtiÄŸini açıklayacaktır. Nitekim bu ilk ayet, tesbih muhtevası açısından aynı zamanda surenin son ayetidir. Buna göre iki ayet arasında yani surede baÅŸtan sona Allah’ın tesbih edilmesi üzerinde durulduÄŸuna ve bunun dikkate deÄŸer bir örneÄŸinin gösterildiÄŸine dikkat edilmelidir (6).

2, 3. “Kitap Ehlinden inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur (7). Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Böylece Allah(ın azabı) da, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri ibret alın. EÄŸer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azablandırırdı. Ahirette ise onlar için ateÅŸ azabı vardır.”

Ayet, Yahudileri kalplerine korku salarak yurtlarından sürenin (fâil) Allah olduÄŸunu dile getirir. Ãœstelik bu sürgün, onların azap olunma/öldürülme ihtimalleri düşünüldüğünde bir rahmettir. Yani onlar açısından bu sürgün, belki bir kez daha ibret/öğüt/ders almalarına imkân verecek bir fırsat/mühlet ÅŸeklinde deÄŸerlendirilmelidir. Meselenin bizzat Allah tarafından üstlenilmesi, onların sürgün edilmeyi gerçekten hak ettiklerini gösterir. Zira bu sürgün cezası, ırka, dine, dünyalık elde etmeye dair bir arka plana deÄŸil, hainliÄŸe, anlaÅŸma bozmaya ve açık bir haksızlığa karşı verilmiÅŸtir. Nitekim bir sonraki ayette bu gerekçe “Allah’a ve O’nun Resul’üne baÅŸkaldırma” ÅŸeklinde açıklanacaktır.

Basiret sahiplerinin ibret alması gereken ÅŸey, Allah’a karşı gelindiÄŸinde kiÅŸi ya da kiÅŸileri koruyabilecek güvenli bir yolun asla bulunmadığıdır.

Ayette dile getirildiÄŸi ÅŸekliyle “kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmış” olmaları, onların Allah’ı hiç hesaba katmadıklarını gösterir. Bu nedenle Allah “hesaba katmadıkları bir yönden geldi” denilmiÅŸtir. Onların “evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrip ediyor” olmaları da Allah’ı unutmalarının karşılığıdır. Ä°nsanın kendisini unutması da böyle gerçekleÅŸir. Yani kendine zarar vermeyi bizzat yine kendisi üstlenir.

4. “Bu, onların Allah’a ve O’nun Resul’üne ‘baÅŸkaldırıp ayrılık çıkarmaları’ dolayısıyladır (8). Kim Allah’a baÅŸkaldırıp ayrılık çıkarırsa, muhakkak Allah, cezası (ikâbı) pek ÅŸiddetli olandır.”

Burada sürgün cezasının gerekçesi dile getirilerek adalete verilen önem vurgulanır. Yani burada hiçbir gerekçeye dayanmadan istediÄŸi gibi davranan bir ilah anlayışı yoktur. Ceza verirken gerekçe açıklamak Rabb’in kullarına merhametinin bir ifadesidir. Böylece aynı ÅŸeyin tekrar etmesinin önlenmesi amaçlanır.

Allah’a karşı gelmenin mutlaka bir faturasının olacağı unutulmamalıdır. Çünkü hakka muhalefet asla cezasız bırakılamaz. Bu gerçek, onların Allah’ı hesaba katmamalarının nelere mal olacağını düşünmediklerini gösterir. Allah’ı hesaba katmamak ya da O’na isyan etmek aynı zamanda kendileri dışında baÅŸka insanların hukukunu hiçe saymak anlamına gelir. Zira Allah’a ve Resulüne itaat edildiÄŸinde ortaya çıkan tabloda da bütün kazanımlar halka aittir.

5. “Hurma aÄŸaçlarından her neyi kesmiÅŸseniz veya kökleri üzerinde dimdik bırakmışsanız, (bu) Allah’ın izniyledir ve fâsık olanları alçaltması içindir.”

Burada Allah, ağaç kesilmesi konusunda müslümanlara ve özellikle elçisine yöneltilecek eleştirileri üstlenerek bunun kendi izniyle gerçekleştiğini ifade eder. Bu ağaç kesim işinin, savaş şartlarında Nâdiroğullarının kalelerine yapılacak akınları kolaylaştırmayı amaçladığı belirtilmiştir (9).

Ağaçların kesilmesi, ilk bakışta savaşın bir gereği gibi durur. Burada bilfiil savaşılmadığı düşünüldüğünde bu kesim işiyle olayın ciddiyetinin muhataplara anlatılması amaçlanmış olmalıdır. Dahası, hurma ağaçlarının kesilmesi ticari açıdan da bir kayıptır. Bu şekilde müslümanlar, muhatapları nezdinde davalarının evvelemirde ganimet elde etmek olmadığını göstermiş olmaktadırlar (10).

“AÄŸaç kesiminin fâsıkların rezil edilmesiyle ne ilgisi olabilir?” sorusunun cevabı burada saklıdır. Fâsıkların alçaltılması, ilk bakışta onların tamamen yenilmesidir. Ancak burada fâsıkların muhtemelen günahları sebebiyle iyi bir ahlaki yapıdan yoksun kalmış ve bütün olup bitenler hususunda muhalefet etmeyi âdet hâline getirmiÅŸ kiÅŸiler olduÄŸuna dikkat edilmelidir. Normal ÅŸartlarda muhalefet düşünce zenginliÄŸi içinde deÄŸerlendirilebilir. Ancak savaÅŸ ortamında ve özellikle Allah ve Resulüne karşı yapıldığında çirkeflik ve ihanetten baÅŸka bir anlamı olmaz. Dolayısıyla bu bölgedeki en deÄŸerli aÄŸaçların kesilmesi bir yandan Yahudilere ağır gelmiÅŸ diÄŸer yandan münafıkların karşı propagandalarının da önünü tıkamıştır. Böylece Muhammed (sav) ve arkadaÅŸlarının ganimet peÅŸinde koÅŸmadıkları açıkça ortaya çıkmıştır (11). Gerek Ehl-i Kitab’a iÅŸin ciddiyetinin anlatılması gerekse münafıkların/fâsıkların aÄŸzının kapatılması bu yolla mümkün olmuÅŸtur (12). Sonuç olarak burada amaç, Medine’nin en iyi hurmalarını ele geçirmek deÄŸil, bir tehlikeyi bertaraf etmek, bir ihanetin bedelini ödetmekten ibarettir (13).

6, 7. “Onlardan Allah’ın elçisine verdiÄŸi “fey’e” gelince ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her ÅŸeye güç yetirendir (14). Allah’ın o (fethedilen) ÅŸehir halkından Resul’üne verdiÄŸi fey, Allah’a, Resul’e (ve Resul’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaÅŸan bir devlet olmasın. Resul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek ÅŸiddetli olandır.”

Ele geçirilen ganimet için bir bedel ödenmemiÅŸ olması, bu serveti dağıtma konusunda Peygamber (sav)’in elini rahatlatmış, tercihlerini olabildiÄŸince kolaylaÅŸtırmıştır. Ayrıca olayın bu ÅŸekilde dile getirilmesi bir rahmettir. Tamamen zecri bir irade ile “Şöyle yapacaksınız.” da denilebilirdi. Oysa burada müslümanların eÄŸitimi açısından onların da rahat kabul edebileceÄŸi ÅŸekilde savaşılmadan kazanılmış bir servet üzerinden ders verilmektedir. Elde edilen ganimetin yetime, yoksula dağıtılması da bu kabulü kolaylaÅŸtıracak cinstendir. Nitekim dağıtılacak yerlerin ortak özelliÄŸi ihtiyaç sahibi olmalarıdır. Servetin sadece zenginler arasında dolaÅŸan bir güç hâline gelmemesi için özellikle fakirlerin seçilmiÅŸ olması sosyal adalet açısından da bir hayli doÄŸru/iyi bir adımdır (15).

8. “(Bundan baÅŸka bu mallar,) hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah’a ve O’nun Resul’üne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır. Ä°ÅŸte bunlar, sadık olanlardır.”

Aslında muhacirlerin fakir olanları, yukarıdaki ayette bahsedilen Resul’e yakın olanların, yetim ve yoksulların veya yolda kalmışların ta kendileridir (16). Fakat 8. ayet, bunu daha açık bir ÅŸekilde tefsir/ifade eder. Allah için her ÅŸeylerini terk edip hicret etmeleri, yardıma müstahak olmaları hususunda Muhacirleri öncelikli kılar. Sadık, yani doÄŸru ve dürüst olanlar, Rablerine verdikleri sözü tutanlar bu kiÅŸilerdir. Bu ganimetten Ensar’ın fakirlerinin de yararlandırıldığından bahsedilir (17). Ancak devam eden ayetteki “(KardeÅŸlerini) öz nefislerine tercih ederler.” ifadesi, en azından ÅŸimdilik bu yardımdan sadece Muhacirlerin fakir olanlarının yararlandırıldığını tescil eder.

9, 10. “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleÅŸtirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen ÅŸeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeÅŸlerini) öz nefislerine tercih ederler (18). Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuÅŸsa, iÅŸte onlar, felah (kurtuluÅŸ) bulanlardır. Bir de onlardan sonra gelenler (19), derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiÅŸ olan kardeÅŸlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok ÅŸefkatlisin, çok esirgeyicisin.’”

Bu ayetler, surenin alam açısından omurgasını oluşturur. Ganimetlerin taksimi ve insanların memnuniyeti açısından en önemli nokta burasıdır. İslam toplumunu güçlü kılan taraf da budur. Daha da önemlisi surenin başında ve sonunda söz konusu edilen tesbih de bu ayetlerde dile gelip açıklık kazanır (20).

Ayette ifadesini bulan olağanüstü güçlü formül şudur:
“Ä°htiyaç içinde olmasına raÄŸmen kardeÅŸini kendisine tercih etmek…”

Bu ifade, Ensar’ın Muhacirler’e karşı tutumunu dile getirir. Medine halkının kendilerine hicret edip gelen Mekkeli müslümanlara karşı sergilediÄŸi bu davranış biçimi, bütün Ä°slam tarihinin en ÅŸerefli halkalarından biridir (21). Böylece güç, adalete; sevgi ise eÅŸitliÄŸe konu olabilmiÅŸtir. Allah’ı tesbih etmenin ÅŸekli ve yolu da budur. Yani Allah iÅŸte böyle anılır (22). Zira bu kardeÅŸlik öylesine olumlu bir enerji ve güç meydana getirmiÅŸtir ki hiçbir düşman, komplo, tuzak veya taktik bunun karşısında duramamıştır. Surenin 2. ayeti “Kitap ehlinden inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur.” ÅŸeklindedir. Allah onların kalplerine korku salarak bunu saÄŸlamıştır. “…Evlerini kendi elleriyle ….. tahrip ediyorlardı.” ayeti de söz konusu korkunun eseridir. Bu korku, müslümanların birlikte hareket etmelerinin bir sonucudur. Allah, insanlara iman etmeyi öğreterek kardeÅŸ olmalarını saÄŸlamıştır. Böylece onların birlikteliÄŸi kötü insanları korkutan bir iÅŸleve dönüşmüştür.

Devam eden ayetlerde ‘sonra gelenler’den kasıt Ensar, ‘önce geçenler’ ise Muhacirler’dir (23). Bu taksim ve anlam çok önemlidir. Ayetteالَّذٖينَ سَبَقُونَا بِالْاٖيمَانِ “bizden önce iman etmiÅŸ kardeÅŸlerimiz” ifadesi, tarihte daha önce ölmüş mümin kiÅŸileri göstermez. Surenin baÄŸlamı, buna müsaade etmez. Mamafih Peygamber (sav)’in vefatından sonra ortaya çıkan siyasi karışıklıklar ayetin anlamını etkilemiÅŸ olmalıdır. Elbette tarihi bir ÅŸuur uyandırmak ve müslümanların asırlar boyu süren kopmaz bir bütün olduÄŸunu vurgulamak isteyip geçmiÅŸte ölmüş bütün müminlere dua edilebilir. Edilmelidir de. Hatta bu müminler sahabeler olduÄŸunda yapılacak dualar daha bir anlam ve önem kazanır. Ancak burada konu bu deÄŸildir. Mesele, yaÅŸayan ve birbirlerine karşı iman bağıyla baÄŸlanan kiÅŸiler arasındadır. Bunlar, Muhacir ve Ensar’dır. Olayı geçmiÅŸle iliÅŸkilendirmek anlam sapmasına yol açar. Dolayısıyla bu dua, yaÅŸadığı dönemde müslümanların topyekûn kardeÅŸ olmaları içindir. Öldükten sonra iyi anılmalarıyla ilgili deÄŸildir.

Birbirlerini küfrün ve kibrin zararlarına karşı koruması gereken müslümanlar böylesine duaları birbirleri için yapmalıdırlar (24). “Beni ve iman sahibi kardeÅŸlerimi affet.” ifadesi müslümanlar arasında cari olan merhamet ve tahammülü gündeme getirir. Ãœmmet fikrini güçlendirir. Ayrıca “bizden önce iman etmiÅŸ” ifadesi, Ensar’ın Muhacirler açısından bir hakkı teslim etmesidir. Ensar, Muhacirlerin ilk önce iman ederek yurtlarını ve sahip oldukları her ÅŸeyi terk etmeyi göze aldıklarının farkındadır. Dolayısıyla bu ifadeleri onların olup biteni hakkıyla takdir ettiklerini anlatır. Onların affedilmelerini istemeleri de yine Ensar’ın ÅŸeytana pabuç bırakmayan ÅŸuurlu yaklaşımının bir sonucudur. Olur ya onlardan da insan olarak affedilmeyi gerektirecek bir sürü ÅŸey ortaya çıkabilir. Fakat bunların hiçbiri aralarında nifak ve ayrılığa yol açmamalıdır. Bu yüzden Allah’tan kendilerinin ve kardeÅŸlerinin muhtemel günahlarını affetmesini isterler. Böylece hiçbir kötülüğün kardeÅŸliklerini yok edemeyeceÄŸini ilan etmiÅŸ olurlar. Ayette önce “…Rabbimiz, bizi (bağışla)…” yaklaşımı, ardından da “…ve bizden önce iman etmiÅŸ olan kardeÅŸlerimizi bağışla…” ifadesi gelir. Burada da suçu önce kendinde sonra kardeÅŸinde görme eÄŸilimi kendisini belli eder. Fakat asıl olan buradaki ilkeli tavırdır. Buna göre müslümanlar günah iÅŸlediklerinde af dilerler. Birbirleri hakkında affedilme temennisi ise, iÅŸlenebilecek muhtemel hiçbir günahın aralarını açmak için geçerli/yeterli bir sebep olamayacağına iÅŸaret eder (25).

11. “Münafıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap ehlinden inkâr eden kardeÅŸlerine derler ki: “Andolsun, eÄŸer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. EÄŸer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.” Oysa Allah, ÅŸahitlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.”

Yukarıda Muhacir ve Ensar ÅŸeklinde ikili ve müspet bir gruptan bahsedilmiÅŸtir. Åžimdi ise olumsuz baÅŸka bir ikili bunun karşısında yer alacaktır. Bunlar da kitap ehlinden Yahudiler ile müslümanlar arasında yer alan münafık, yani ikiyüzlülerdir. Bunlar da kendi aralarında kardeÅŸ sayılırlar (26). Birbirlerine söz verir ve yardımlaÅŸacaklarına dair taahhütte bulunurlar. Fakat bunların kardeÅŸlikleri Muhacir ve Ensar’ınkine benzemez, çürüktür (27). Zira onlar hayatın merkezine sadece kendilerini koyar ve yalnızca menfaatlerini düşünürler (28).

Burada ispat edilen ÅŸey, Allah’a imanın ne kadar canlı bir iÅŸlevi olduÄŸudur. Muhacir ve Ensar arasında geçerli olan ölçü, sadece bir anlaÅŸma deÄŸildir. EÄŸer öyle olsaydı bunu Medineli fâsık grupla Ehl-i Kitab da baÅŸarabilirdi. Hesaba katılmayan ÅŸey Allah’tır. O’na adamakıllı iman etmek, Muhacirler örneÄŸinde olduÄŸu gibi gerektiÄŸinde kiÅŸiyi sahip olduklarından ayırabilir. Ä°man kardeÅŸliÄŸi de Ensar örneÄŸinde görüldüğü gibi her ÅŸeyini paylaÅŸmayı gerektirir. Dahası kâr etmekte olduÄŸu gibi baÅŸa gelebilecek bütün zarar ve ziyan da birlikte paylaşılır. Bunları mümkün kılan Allah’a olan güvendir. Buna da iman denir.

12. “Andolsun, (yurtlarından) çıkarılacak olurlarsa onlarla birlikte çıkmazlar. Onlara karşı savaşılırsa da, kendilerine yardımda bulunmazlar; yardım etseler bile (arkalarına) dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.”

Yahudiler ile münafıklar arasında menfaate dayalı birlikteliklerin asla güzel, hayırlı bir sonu olmaz. Onlar, kaybetme korkusu yüzünden paylaşmaya yanaşmazlar. Sadece kendilerini düşünmeleri, onları zorunlu olarak yok olmaya götürür.

13. “Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah’tan çok sizlersiniz; çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.”

Ayet, onların Allah’tan daha çok müslümanlardan korktuÄŸunu ifade eder. Onların akletmeyen, bir toplum olmaları buna yol açmıştır. Yeterince doÄŸru düşünememektedirler. Oysa Allah’tan gereÄŸince ve daha çok korkmaları gerekirdi. Allah’tan korkmak ile insanlardan korkmak arasındaki fark ÅŸudur:

Allah’tan korkmak demek, Allah’ın hakikate ve onun gerçekleÅŸmesine verdiÄŸi deÄŸeri bilmek ve hesap sorucu olarak onu yeterli görmek demektir. Bu da Medine’de Peygamber (sav) ve müslümanların ne yapmaya çalıştığına bakmak ve bunu iyi deÄŸerlendirmek anlamına gelir. Yahudilerin ÅŸimdiye kadar adaletten baÅŸka bir ÅŸey istemeyen, insanları eÅŸit gören ve haksızlığa tahammül edemeyen bir iÅŸleyiÅŸi fark etmiÅŸ olmaları gerekirken kendilerini üstün görmeleri ve büyüklenmeleri buna mani olmuÅŸtur (29). Peygamberin kendi içlerinden çıkmayışı da onların kabul edebilecekleri bir ÅŸey deÄŸildir. O hâlde Allah’tan korkmak demek, doÄŸru olanı tasdik etmedikleri sürece asla kazançlı çıkamayacaklarını anlamaları demektir. Çünkü Allah haksızlık, yalan ve zulme asla prim vermez ve onların hak karşısında galip gelmelerine de müsaade etmez. Bütün vahiylerin ortak noktalarından biri de gerçek bir imanın doÄŸru olanı savunmayı gerektirdiÄŸidir. Buna göre sevap ve rıza kazanmak, iyilik yapmak düşüncesi asla terk edilmemelidir. Ama onlar, müslümanların kaç kiÅŸi olduÄŸuna, Medine’yi nasıl ele geçireceklerine, ticari açıdan nasıl tekel oluÅŸturabileceklerine bakarlar (30). Hesaplarını sadece kendi çıkarlarına göre yaparlar. Böyle olunca deve ve kılıç sayısı onları ürkütür. Ölmek ve sakat kalmak çok korkutur. Kaybedecekleri muhtemel ÅŸeylerin acısı ciÄŸerlerine oturur. Onlar servet, şöhret ve ÅŸehvetten asla vazgeçmezler. Nifakı âdet hâline getirmiÅŸlerdir. Bu yüzden sonunda her ÅŸeylerini kaybederler.

14, 15. “Onlar, iyice korunmuÅŸ ÅŸehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaÅŸmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek ÅŸiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. Kendilerinden önce yakın geçmiÅŸte olanların durumu gibi; onlar, yaptıklarının sonucunu tatmışlardır. Onlara acı bir azab vardır.”

İnsanlardan ve kaybetmekten çok korktukları için vazgeçilmez sağlam ilkeler edinmek yerine sağlam kaleler inşa ederler. Ama aralarında tam anlamıyla bir birlik sağlayamazlar. Hayatta kalmak neredeyse onlar için her şeydir. Eğer savunmaya değer ölçüler edinmiş olsalardı, bunun kendilerini güçlü kılacağını anlarlardı. Ama arzuları, akıllarını kullanmalarına engel olur. Onlar, uğrunda ölmeye değecek bir bilgi ve değerden yoksundur. Daha önce yaşayan ama arzularını ilah edinenlerin başına gelenler onların da başına gelmiş ve yine gelecektir.

Ayette “Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır.” buyrulur. Bu durum onların sahip olduklarını her ÅŸeyden daha fazla sevmelerinden kaynaklanır. Devam eden anlatımda “yaptıklarının sonucunu tatmış” olmak da budur. Allah’ı ve ahireti olmayan belli bir kararı/kaynağı ve sorumluluÄŸu bulunmayan bir düşüncenin paylaÅŸmayı ve yardımlaÅŸmayı hiçe saymasının sonucu böylesine bir dağınıklıktır.

16, 17. “Åžeytanın durumu gibi; çünkü insana ‘Ä°nkâr et.’ dedi, inkâr edince de: ‘Gerçek ÅŸu ki, ben senden uzağım. DoÄŸrusu ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ dedi. Sonunda onların akıbetleri, şüphesiz ateÅŸin içinde ikisinin de süresiz olarak kalıcı olmalarıdır. Ä°ÅŸte zalim olanların cezası budur.”

Medineli münafıklar daha önce “Andolsun, eÄŸer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. EÄŸer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.” demiÅŸlerdi. Peygamber (sav)’e ve müslümanlara karşı savaÅŸmayı göze almak, inkâr etmektir. Ama bir süre sonra sözlerini yerine getirmezler ve yalancı oldukları ortaya çıkar. Hemen müslüman kimliklerine geri dönerler. Önce yardım vadeden ama zoru görünce ya da menfaati yok olunca bundan vazgeçen ÅŸeytanlaÅŸmış tiplerdir bunlar. Kendilerine münafık denilen ikiyüzlü insanların inkârı böyle olur. Müslümanların aleyhine komplo kuran, fitne ateÅŸini yakan bu tipler her zaman baÅŸarıya endekslidirler. Kâr nerede ise oraya yönelirler. Bu açıklamaya göre ‘ÅŸeytan’ onların sadece menfaatlerini gözeten ‘ikinci kiÅŸilikler’idir (31).

18. “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiÄŸine baksın. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

Ä°man edenler sadece Allah’tan korkmalıdırlar (32). Yoksa müşriklere benzer, onlar gibi olurlar. Önemli olan kiÅŸinin yarın için ne hazırladığına bakmasıdır. Akıllı olmak bunu gerektirir. Evet, iman edenler sadece Allah’tan korkmalıdırlar. Gerçek bir iman, Allah’ın her ÅŸeyden haberdar olduÄŸunu söyler ki bu durumda doÄŸru ve dürüst davranışlar geliÅŸtirmek bir zaruret hâline gelir (33).

19. “Kendileri Allah’ı unutmuÅŸ, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuÅŸ olanlar gibi olmayın. Ä°ÅŸte onlar, fâsık olanların ta kendileridir.”

Fâsık olanlar, Allah’ı unutmuÅŸ, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuÅŸtur. Allah’ı unutmak, burada Ehl-i Kitab’ın vasfıdır. Onlar, Peygamber (sav)’i tasdik edip destekleyecekleri yerde ondan yüz çevirmiÅŸ, dahası onun aleyhine çalışmaya yeltenmiÅŸlerdir. DoÄŸruluk ve dürüstlükten baÅŸka bir ÅŸey görmedikleri, biraz konuÅŸsalar veya azıcık izleseler güven veren duruÅŸuyla rahatlıkla tanıyıp seçebilecekleri bir insana karşı gösterdikleri düşmanlık, hakikate bu derece karşı çıkmaları ve onu savunmak yerine kendi ucuz çıkarları için savaÅŸ açmaları anlaşılır gibi deÄŸildir. Bu insanların kendi aralarında çekiÅŸmeleri de Allah’ı unutmalarından kaynaklanır. Zira onları kardeÅŸ yapan ve birbirlerine dost eden bir imandan yoksundurlar (34).

Allah’ı unutmak, Peygamber (sav)’i tasdik edip etmemeyi de aÅŸan bir durum sergiler. DoÄŸru olana karşı çıkmakla kendini gösterir. Bu anlamda ayette Allah ile ilgili olarak unutma fiilinin seçilmesi olaÄŸanüstü bir belagat örneÄŸidir. Çünkü bu fiil bir yandan muhatapları tahrik eder ve onlara Rablerini her unuttuklarında kendi saygınlıklarından da kaybedeceklerini hatırlatır. KiÅŸinin özgürlüğünün Rabbine verdiÄŸi deÄŸerle bu derece paralel ilerlemesi -eÄŸer anlasalardı- kayda deÄŸer bir öğüttür. DiÄŸer yandan unutma fiili tesbih etmenin, yani onu anma veya hatırlamanın karşısına geçer. Bu ÅŸekilde Ehl-i Kitap’ın çok ama çok iyi bildiÄŸi bir gerçeÄŸi gün yüzüne çıkarır. Vahyin rehberliÄŸinde Musa (as) ve Ä°sa (as)’nın tecrübesinde tarihte bıraktığı izler hâlâ çok belirgindir. Ehl-i Kitap, bu izlerin ÅŸimdi Muhammed (sav)’in adımlarına uyduÄŸunu görmelidir. Uhud savaşında alınan kötü sonucun, elçinin sözünü dinlememekten kaynaklandığını öğrenmiÅŸ olmalıdırlar. Ayrıca Musa (as) ya da Ä°sa (as) örneklerinden hareketle bütünüyle baÅŸarı ve galibiyete odaklanmak da doÄŸru olabilir mi? Vahiy insanlara yol gösterir ve doÄŸru olanı emreder. Ama sonuçta insan, kendi eylemleriyle elde ettiÄŸi bir karşılığa kavuÅŸur. Bu bazen baÅŸarı, bazen de yenilgi olabilir (35). Sonuçta insan için ancak emeÄŸinin karşılığının olması ve yaptıklarının bedelinin hiç deÄŸilse bir kısmını ödemesi, vahyin ona öğrettiÄŸi bir ölçüdür.

Allah’ı unutmanın bir bedeli vardır. O da kiÅŸinin kendisini unutmasıdır. Yani insanın kendi faydasına yapabileceÄŸi bir ÅŸey kalmaz. Hiçbir iÅŸinden hayırlı bir sonuç alamaz. Böyle bir ahmaklığı ancak kalbi, saÄŸduyusu körleÅŸmiÅŸ biri yapabilir. BilindiÄŸi gibi kalbi körleÅŸtiren ÅŸey günahlardır. Zaten fâsık da günahları ve onlarda ısrar etmesi sebebiyle Allah’tan uzaklaÅŸan kiÅŸinin adıdır. Bu anlamda münafıkların her biri fâsıktır. Ehl- Kitab’a gelince onlar kendi menfaatlerine aykırı davrandıklarını fark ettiklerinde iÅŸ iÅŸten geçmiÅŸ ve sürülmüşlerdir. AntlaÅŸmayı bozmaları, Peygamber (sav)’e karşı çıkmaları ve korkuya kapılarak kendi elleriyle evlerini yıkmaları kendi menfaatlerine uygun hareket edemez hâle gelmeleridir. Bu, kiÅŸinin yaptığı hiçbir iÅŸten aldığı hiçbir tedbirden ve açtığı hiçbir kapıdan rahmet ve bereket görememesi durumudur.

Allah’ı hatırlamak, Muhacir ve Ensar’ın yaptığı gibi kardeÅŸini kendinden üstün tutmak; onu unutmak ise Ehl-i Kitab ve münafıkların yaptığı gibi birlikteliÄŸi bozup paramparça olmaktır. Bu da kendi çıkarına olan ÅŸeyi görmemekten kaynaklanır. Yani kardeÅŸini tercih etmekle kiÅŸi aslında kendisine fayda saÄŸlar. YaÅŸadığı toplumu güçlendirip canlandırır. Burada Allah’ı tesbih etmek, kiÅŸinin saygınlığının ve gücünün artmasıyla birlikte ilerler ve yükselir (36).

20. “AteÅŸ halkı ile cennet halkı bir olmaz. Cennet halkı umduklarına kavuÅŸup mutluluk içinde olanlardır.”

Surede Muhacir ve Ensar ikilisinin karşısına Yahudi ve münafık ikilisi çıkarılır. Bunlar ortaya koydukları eylemlerle genel anlamda cennet ve cehennem halkını oluÅŸtururlar. Cennet ve cehennem, Allah’ı gereÄŸi gibi anan, yani tesbih edenlerle onu unutanlar içindir.

Bu ayetin cennet ve cehennemi gündeme getirmesi, bu olayın sonuçları itibariyle ahiret düşüncesiyle iliÅŸkisini gündeme taşır. Bu da Allah’ı hatırlamanın veya unutmanın, hesap vermekle ilgisini kurar. Ahirete inananlar her zaman iyi sonuçlar alırlar. Bütün müminler cennetliktirler ve ancak onlar, umduklarına kavuÅŸabilirler. Cehennem ehline gelince, bunlar asla inananlarla aynı sonuçları paylaÅŸamayacaklardır.

21. “Åžayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiÅŸ olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baÅŸ eÄŸmiÅŸ, parça parça olmuÅŸ görürdün. Ä°ÅŸte biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz.”

Buraya kadar anlatılan esasların hepsi Kitab’ın ayetleridir ve Kur’an’da geçmektedir. HaÅŸr suresinde iÅŸlenen ve akabinde sorumluluk doÄŸuran asıl konunun, müminlerin ihtiyaç içinde bulunmalarına raÄŸmen kardeÅŸlerini kendilerine tercih etmeleri olduÄŸu da anlaşılmıştır. Muhacir ve Ensar nezdinde kardeÅŸliÄŸe yapılan bütün bu vurgulardan sonra 21. ayetin meseleyi Kur’an’a atıfla ağır bir sorumluluk ÅŸeklinde açıklamasının sebebi ne olabilir? Dağın parçalanması gibi ağır bir metaforla anlatılan bu temsilin gerekçesi, muhtemelen merkeze alınıp öğretilen esasın basite indirgenmesi tehlikesidir. Yani, kardeÅŸini kendine tercih etme meselesi basit, normal bir ahlak kaidesi deÄŸildir. Mekke ve Medine’deki bütün baÅŸarının asıl kaynağı, müminlerin temel gücü ve Tevhid’in gerçek yüzü, bu birlik ve beraberlikte yatmaktadır. Müslümanların birbirlerini kendilerine tercih ettiren birlikteliklerine, gereÄŸinden fazla deÄŸer vermeleri gerekir. Bunun bozulmasına asla müsaade edilmemelidir (37).

Åžimdi “Ä°htiyaç içinde olmasına raÄŸmen kardeÅŸini kendisine tercih etmek…” ilkesinin bu temsille birlikte ele alınması gerekir. Buna göre Ensar ve Muhacirler de görüldüğü gibi kardeÅŸliÄŸin gereÄŸini yapmak, basit bir ahlaki ilke olmaktan çıkıp zorunlu, hayati bir ölçüye dönüşür.

Medine’de ortak bir coÄŸrafyada barış içinde yaÅŸarken, beraber yaÅŸadığı insanlar aleyhine baÅŸkaları ile gizli ittifaklar kurarak saldırmayı planlayıp düşünmek hainliktir. Bunun bir zamanlar vahye muhatap olmuÅŸ ama onu unutmuÅŸ kimselerin elinden çıkması ise faciadır. Kur’an nezdinde vahiy, Muhacir ve Ensar’a ne kadar yakın ise geçmiÅŸte kendilerine tevdi edilmiÅŸ olmasına raÄŸmen Ehli Kitap’a o derece uzaktır. Yani vahyin muhataplarına taşıttığı sorumluluÄŸun bütün kötülüklere engel olması gerekirken Kitap Ehli’nin kalpleri/vicdanları/akılları, hiçbir hakikatin temizleyemeyeceÄŸi kadar ağır bir pas tutmuÅŸtur. Çünkü müşrik, münafık ve fâsıklarla rahatlıkla ittifak kurabilmektedirler. Bütün bunlar sonunda kitaba olan atfı gerektirmiÅŸtir. Zira Allah’tan nasıl ittika edileceÄŸini gösteren yegâne kaynak Kitap’tır. Ayrıca yarına hazırlanmak, iyilik yapmak ve kötülüklerden sakınmak da sorumluluk gerektirir. Bunun kaynağı da yine Kitap’tır.

Kur’an bir dağın üzerine indirilmiÅŸ ve o daÄŸ Allah’a karşı birtakım görevler üstlendirilerek sorumlu tutulmuÅŸ olsaydı paramparça olurdu. Çünkü Rabbine karşı bu sorumluluÄŸu yerine getirememe endiÅŸesi onu yer bitirirdi. Bu temsil, insana kendisine gelmesini söyler. Yani herkese, Yahudilerin yaptığı gibi cezalandırılmayı hafife almamayı öğütler (38). Dağı parçalayan sorumluluÄŸun normal ÅŸartlarda bir insanı fazlasıyla etkilemesi gerekirken onlar da bir deÄŸiÅŸiklik meydana getirmemektedir (39).

22, 23. “O Allah ki, O’ndan baÅŸka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir. Rahmân, Rahîm olan O’dur. O Allah ki, O’ndan baÅŸka ilah yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selam’dır; Mü’min’dir; Müheymin’dir; Aziz’dir; Cebbar’dır; Mütekebbir’dir. Allah, (müşriklerin) ÅŸirk koÅŸtuklarından çok yücedir.”

Bundan sonra Kitab’ın sahibinin, yani vahyin kaynağının, yani Allah’ın nitelenmesine geçilir. Adeta kendisine karşı sorumlu olduÄŸunuz Allah iÅŸte budur, denilir (40).

,Allah, tek ilah, gaybı ve görüneni bilen, Rahman, Rahîm, Melik, Kuddüs, Selam, Mü’min, Müheymin, Azîz, Cebbar ve Mütekebbir’dir.

Bu nitelemeler gelişigüzel seçilmiş değildir. Surenin başında ve sonunda tesbih konusu olduğu bilinir. Buna göre seçilen sıfatlar surenin konusuyla da yakından ilgilidir. Şöyle ki:

Allah, müşriklerin ÅŸirk koÅŸtukları ÅŸeylerden uzaktır/yücedir. Yani Allah ne Ehl-i Kitab’ın ne de münafıkların tasavvuruna hapsolunabilir. Onların düşündüğü gibi deÄŸildir. Zira onlar Allah hakkında doÄŸru düşünebilselerdi nifak ya da fısk sahibi olarak kalmazlardı. Bazıları sadece kendilerine ait, onları sarıp kucaklayan bir ilah düşünürken, diÄŸerleri hesap soramayan bir tanrıya sözüm ona inanırlar. EÄŸer gerçekten inanmış olsalardı, kurtuluÅŸun ve esenliÄŸin kaynağı olarak ona güvenip dayanır, O’nun asla yenilemeyecek bir galip olduÄŸu konusunda tereddüt yaÅŸamaz, O’nun bütün emir ve yasaklarının kendileri için rahmet olduÄŸundan şüphe duymazlardı. Kendilerine ait sandıkları büyüklüğü bir türlü tam olarak ona yakıştıramayanların her birinin davranışları, Allah’ı yok sayan ya da aciz gören birinin tavırlarına benzer (41). DoÄŸrunun peÅŸinden gitmezler. Dürüst davranmak gibi bir dertleri yoktur. Onlara bakan iman, rahmet ve adalet adına doÄŸru bir ilah düşüncesine asla ulaÅŸamaz. Zira bu ÅŸekilde bir de Kitap Ehli olarak anılmaları adeta (hâşâ) Allah’ı töhmet altında bıraktığı için böyle durumlarda tenzih gerekir. Son ayette en güzel isimlerin Allah’a ait olduÄŸunun ilan edilmesinin sebebi de budur.

24. “O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘ÅŸekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir.”

Elbette en güzel isimler Allah’a aittir. Yani O, ancak en güzel vasıflarla nitelenebilir. O’ndan baÅŸka ilah da yoktur zaten (42). Bunu çok iyi bilen ve buna inanan Muhacir ve Ensar, gerçek imanın gereÄŸini, yani onun emirlerini yerine getirmiÅŸtir. Bir insanın kendi ihtiyacı bulunduÄŸu hâlde kardeÅŸini kendisine tercih etmesi, bu imanın bir neticesidir. Böylece kiÅŸi Rabbini tenzih etmiÅŸ, yani onun asla sözünden dönmeyeceÄŸini ispatlamış olmaktadır.

Surenin sonunda tesbih konusuna geri dönülür. Her ÅŸey onu tesbih eder. Yani yaratılan her ÅŸey çok güçlü bir yaratıcısı olduÄŸunu haykırır. Görünüşleri bunu ifade eder. Ä°nsanın da bu konuya ÅŸahit olduÄŸunu dile getirmesi gerekir ve istenir. O da Allah’tan baÅŸka ilah olamayacağına ÅŸahitlik eder. Sonra bunu yaÅŸantısıyla ispat edip gösterir. HaÅŸr suresi, bu ispatın bir yönüyle ilgilenir. O da ihtiyacı olduÄŸu hâlde mümin kardeÅŸini kendisine tercih etmektir. Bunu yapan kiÅŸi, Rabb’ini en güzel ÅŸekilde nitelemiÅŸ, onu büyük tanımış ve ona güvenmiÅŸ demektir. Cennet ehliyle cehennem halkının aynı olamayacağına inanan kiÅŸi böyle davranır. Ä°ÅŸte Allah’ı anmak, hatırlayıp onu unutmamak, yani tesbih etmek budur (43).

Allah, Hâlık’tır. Yani, bir ÅŸeyler yapmak ister ve yapar (44).
Bâri’dir. Yani, her ÅŸeyin ölçüsünü koyup amacını belirler. EÅŸsiz yaratır.
Musavvir’dir. Yani, önce yeÅŸil bir dal yaratıp sonra onu kuru bir ota çevirir. Her ÅŸeyin ÅŸeklini deÄŸiÅŸtirerek yaratılışı sürekli olarak tekrarlar (45).
O, göklerde ve yerde en güzel vasıflarla zikredilir.
Onu hatırlamak, yarattığı her şeyi takip ettiğini ve hesap soracağını bilmek demektir.
Aksi bütün durumlar, onu unutmakla eşdeğerdir.
Ehl-i Kitap, O’nu bu özellikleriyle dikkate almadığı için unutmuÅŸ gibidir.

Müminler ise bir arada güçlü ve sağlam bir birliktelik oluştururlar. Böylece hakkı ve adaleti gerçekleştirmek, doğru olanı yapmak mümkün hâle gelir ki bu şekilde Rabbin Azîz, yani güçlü olduğu herkese ilan edilmiş olur. Müminler her işlerini hikmetle yerine getirirler. Bu da onların bütün işlerinde onlara yol gösteren Hâkim bir ilahları olmasından kaynaklanır.

Allah’ın bu sıfatlarını öğrenip hayatında karşılıklarını bulması gereken insandır. Buna göre Allah’ın ÅŸu ya da bu ÅŸekilde nitelenebileceÄŸini bilmenin kiÅŸinin hayatında ne gibi bir karşılığı olabileceÄŸini de öğrenmesi ve anlaması gerekir.

Allah Kuddüs ise, onun sorgulanamaz anlamda kutsal kabul edilmesi esastır. Bu durumda başka hiçbir kimseyi dokunulmaz kılmamak, sorumluluktan beri görmemek, hesap vermenin dışında tutmamak gerekir.

Allah Selam ise, onun emir ve yasaklarına uymayı ölçü edinmek esastır. Çünkü selâmete ancak onun koyduğu ölçülere uyularak, yani onun yardımıyla çıkılabilir.

Allah’ın hiçbir nitelemede dengi yoktur. Öyleyse onu hatırlamak (tesbih) aynı zamanda ona yakışmayacak nitelemelerden de uzak tutmak (tenzih) anlamına gelir. Tesbih yanına tenzihi de alınca takdis oluÅŸur. Yani Allah, sahip olduÄŸu niteliklerde eÅŸi ve benzeri olmayan tek varlıktır.

 

Muhtemel İndiriliş Amacı
HaÅŸr suresi, müminlerin birbirlerini bizzat kendilerine tercih etmelerinin, yani aralarındaki kardeÅŸlik bağının gereÄŸini yerine getirmelerinin ciddi bir sorumluluk olduÄŸunu ve böylece Rablerinin emrini yerine getirip O’nu en güzel ÅŸekilde tesbih etmiÅŸ olacaklarını bildirmek üzere indirilmiÅŸtir.

Sonuç
Sure, Yahudi Beni Nâdir kabilesinin ilki müşrik Kureyşlilerle diğeri ise Medineli münafıklarla olmak üzere müslümanlar aleyhine iki kez tertip içine girdiklerinden bahseder. Buna karşılık Muhacir ve Ensar birlikteliğinin nasıl caydırıcı bir güç olduğu üzerinde durur.

Haşr suresinin ayetlerinden bire bir pek çok konu ele alınıp ilgili hususta bir hayli şey söylenebilir. Mesela savaşmadan elde edilen ganimetlerin sarf yerleri ya da savaş sırasında ağaç kesmenin gerekip gerekmediği durumlar hakkında konuşulabilir. Tefsir kitapları, hemen her bir ayet için söz konusu edilebilecek malumatlarla doludur. Aynı şekilde Haşr suresini okumanın faziletleri hakkında okuyanı şehit mertebesine çıkartan rivayetler de vardır. Fakat bağlam dikkate alındığında asıl olan; surenin bir bütün olarak üzerinde durduğu konu, anlam bütününden çıkan mesaj, ana fikir olarak ele alınıp göz önüne getirilen evrensel ilke ya da ilkelerdir. Buradan elde edilecek sonuç, ayet ayet yapılan ve en fazla sıyak-sibak ilişkisine dayandırabilecek yorumlardan farklıdır. Üstelik bir bütün olarak surenin ana teması bulunmadan kısmi içeriğinden hareketle yapılan nokta tespit ve tefsirlerin hata payı da büyük olacaktır. Zira kelime ve kavramların kapsamından cümlelerin delaletine kadar, anlam dünyasının ihtiyaç duyacağı bütün gerekçeler, bütünü gösteren bağlamın bizzat içindedir.

HaÅŸr suresinin Allah’ı tesbih etmekle baÅŸlayıp sonunda yine tesbihle bittiÄŸine bakılırsa surede bütünüyle bu konu iÅŸlenmiÅŸ gibidir. Nitekim son üç ayet bu tesbihle iliÅŸkili bir biçimde Allah’ın vasıflarını sayar ve onun ancak en güzel ÅŸekilde nitelenebileceÄŸini ifade ederek biter.

Her ÅŸey Allah’ı tesbih eder.
Muhacir ve Ensar arasındaki ilişki biçimi bunu açıkça gösterir.
Onlar Rablerine inandıkları için kardeşlerini kendilerine tercih ederler.
Üstelik ihtiyaçları varken bile bu ahlaki yapılarını bozmazlar.
Bunun dışında Ehl-i Kitab ve münafıkların durumları içler acısıdır.
Onlar, aralarında asla birliktelik ve sağlam bir yapı oluşturamazlar.
İşte iman ile inkâr arasındaki uçurum budur.
Cennet ve cehennem ehli arasındaki fark da budur.

Müslüman kardeÅŸini sevmek, onun affedilmesi için dua etmek, onu kendine tercih etmek, surenin ana fikridir. Her ÅŸey burada düğümlenir. Mümince ortaya konan bu yaklaşım, sadece basit bir ahlak kuralı olarak deÄŸerlendirilmemelidir. Sonuçları sosyal ve siyasi güce dönüşen, uygulaması tesbih sayılan ve surenin ana fikri olarak omurgasını taşıyan yegâne konu budur. Ä°slam toplumuna güç katan ve Allah’ın sayılabilen bütün vasıflarını gündeme taşıyan ÅŸey bu erdemli tavırdır. O hâlde kardeÅŸini kendine tercih etmek, vahyin bize öğrettiÄŸi çok önemli bir ilke olarak ele alınmalıdır. Ve bu ilkeye mutlaka uygulanması gereken bir düstur ÅŸeklinde yaklaşılmalıdır. Bunun ihmal edilmesi daÄŸların korktuÄŸunu baÅŸa getirir. Rabbimizin ancak en güzel ÅŸekilde nitelenebildiÄŸi ortamlar, herkesin mutlu olacağı ortamlardır. Herkesin mutlu olması için önce haksızlıkların yok edilmesi gerekir. Bunun için hemen her durumda kardeÅŸini kendisine tercih edebilecek olgunlukta bireylere ihtiyaç duyulur.

Muhacir ile Ensar’ın kardeÅŸliÄŸini ve birbirlerine olan baÄŸlarını bütün müslümanlar bilir. Fakat bilmedikleri ÅŸey, bu kardeÅŸliÄŸin bir surenin anlam merkezine oturtularak çok önemli evrensel bir ilkeye dönüştürüldüğüdür. Bu durumda söz konusu birliktelik, sadece ahlaki bir ilke veya dayanışma konusu olmaktan çıkar. Ãœzerinde ısrarla durulması gereken çok önemli bir hüküm, asla terk edilemeyecek kadar deÄŸerli bir ölçü hâline gelir. Dolayısıyla bu türden çok önemli ölçüleri hayata hâkim kılmak adına bütün müslümanlar, fikir ve enerjilerini bu yöne teksif etmeli ve bunun gerçekleÅŸmesi için ellerinden geleni mutlaka yapmalıdırlar. Çünkü müslümanların baÅŸarısının altında yatan güç budur.

Sure baÄŸlamında kiÅŸinin “Ben bugün Rabbimi tesbih ettim.” demesi ile “Ben bugün kardeÅŸimi kendime tercih ettim.” demesi arasında bir fark yoktur. Kalem suresinde, bahçe sahiplerinden birinin “Ben size, Allah’ı tesbih/tenzih etmelisiniz demedim mi?” demesiyle “(Yoksulların hakkını görmezden gelmeyelim) demedim mi?” demesi arasında bir fark olmadığı gibi. Müminlerin birbirlerini kendilerine tercih etmelerinin ortaya çıkardığı kardeÅŸlik hukuku o derece önemlidir ki her ne konuda olursa olsun buna zarar verebilecek bütün yorum/te’vil çabaları, bu yargı önünde bir adım geriye atar (46).

Allah’tan baÅŸka ilah olmadığını, selamet ve güvenin ona iman ile saÄŸlanabildiÄŸini, O’nun herkesten daha güçlü, adil ve büyük kabul edilmesinin önemini anlatmanın yolu, önce O’nun rehberliÄŸine uymaktır. HaÅŸr suresinde kendini gösteren bu rehberlik, bize kardeÅŸlerini kendisine tercih eden bir edep ve ahlakın önünde hiçbir kötülüğün duramayacağını gösterir.

Yer ve gökte ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder.
Kuşlara, çiçeklere ya da yıldızlara her nereye bakarsanız bakın, her şey size mükemmel bir yaratıcısı, harika bir şekil ve suret verenin bulunduğunu söyler.
Müminler de kendi ihtiyaçları olsa bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler.
Böylece bu tesbihe katılmış olurlar.
Şüphesiz her ÅŸeyi en iyi bilen Allah’tır.

Dipnotlar
1. Bir ri¬vayette Peygamber (sav) bir diyet konusunu görüşmek üzere NâdiroÄŸullarına gittiÄŸinde onu güler yüzle karşıladıkları fakat o sırada suikast düzenlemeye kalkıştıkları ve bunun da bar¬dağı taşıran son damla olduÄŸu belirtilmiÅŸtir. (Derveze, Et-Tefsîru’l-Hadîs, c. 5, s. 521; Câbirî, Fehmu’l Kur’an, c. 3, s. 353, 354.)
2. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 21, s. 397, 398; Kurtubî, El-Câmi’u Li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 17, s. 185-189; Derveze, Et-Tefsîru’l-Hadîs, c. 5, s. 522; M. Esed, Kur’an Mesajı, HaÅŸr suresi, s. 1127, 1128.
3. Bu sure ile ilgili açıklamalarda diğer bazı surelerde yapıldığı gibi çoğunlukla bütünlükten uzak klasik yaklaşım ile bağlam arasındaki farkı ayrıca göstermeye gerek duyulmamış doğrudan bağlam gözetilerek ilerlenmiştir. Geleneksel tefsir külliyatına göz atmak isteyenler için zaten yeterince materyal bulunduğu düşünüldüğünden, bu sefer okuyucunun zihninin mukayese yapmak için dahi olsa başka yerlere kayması istenmemiştir.
4. Haşr suresinde bütünüyle Ali Bulaç Meali kullanılmıştır. Surenin tefsiri sırasında bağlamın gerektirdiği yerlerde dipnotlarla mealle ilgili uyarılarda da bulunulmuştur. Okuyucu burada bütünüyle bir meal eleştirisi yapılmadığını ve uyarıların bağlamla sınırlı tutulduğunu gözden kaçırmamalıdır.
5. Tesbih, yaratılanların varlıkları itibariyle yaratıcılarına işaret etmesidir. Allah dışında her şey yaratılmıştır ve hepsi lisanı hâl ile mükemmel bir yaratıcı tarafından inşa edildiklerini, yani göklerde ve yerdeki her şey, yaratıcının onlara verdiği özellikleri hasebiyle âlemde üstün (galip) bir Rabb bulunduğunu dile getirir. Bu üstünlük, sure içerisinde müminlerin birbirleriyle diyaloğu çerçevesinde kendisini gösterecektir.
6. Bağlamı, yani konu bütünlüğünü yakalayabilmek, bu tür soruların sorulmasını gerektirmektedir.
7. Ä°lk sürgünde diye çevrilen ‘li-evveli’l-haÅŸr’ ifadesi, ‘bir yere sevk olunma ve toplanma’ anlamına gelebildiÄŸi gibi ‘sürülme’ anlamına da gelir. EÄŸer toplanma anlamı tercih edilecekse NâdiroÄŸulları veya müslümanların savaÅŸ için toplanmalarını, sürgün anlamı tercih edilecekse NâdiroÄŸullarının Medine dışına çıkarılmaları anlatılmış olur. Fiilin ‘bir ÅŸeyi atıl hâle getirme’ anlamı tercih edildiÄŸinde ise NâdiroÄŸullarının müslümanların yararlanmaması için ev eÅŸyalarını metruk duruma getirme gayretleri söz konusudur. Burada asıl olan ilk sürgünle kastedilenin Benî Nâdir’in KureyÅŸlilerle yaptığı antlaÅŸmanın hemen sonrasında savaÅŸmak için toplanmalarına iÅŸaret etmesidir. 2. ayet savaÅŸ için toplandıklarında onların yurtlarından çıkarıldığını 3. ayet ise sürgün edildiklerini anlatır. O hâlde 2. ayette toplanmaktan kasıt, Ehl-i Kitab’ın kalkışması, yani isyanıyla ilgilidir.
8. Ayrılık çıkarma tabiri, meal açısından Nâdiroğullarının yaptıkları ihanet karşısında hafif kalmaktadır.
9. M. Esed, Kur’an Mesajı, HaÅŸr suresi, 5. ayet, dipnot: 5.
10. Bu şekilde davranmak, Yahudilerin korkmasına ve teslim olmadıkları takdirde en ağır şekilde cezalandırılacaklarını düşünmelerine yol açmıştır. Ayrıca bu ağaç kesme olayı çevrede bulunan diğer Yahudi ve müşrik kabilelerin yardıma gelme ihtimallerini de yok etmiş gibidir. Zira onların yardımı her zaman olduğu gibi ne tür kazanç elde edebilecekleriyle ilişkilidir.
11. Nâdiroğullarının ilk sürgününde her sene gelip mahsullerini toplama imkânları, anlaşmayı bozdukları için ikinci sürgünde kaldırılmıştır. İkinci kuşatmada ağaçların kesilmesi, bu anlamda onların artık geri dönme ihtimallerini yok etmeyi ve bunu onlara anlatmayı hedeflemiş de olabilir.
12. Bunun dışında bir zaruret olmadığı ve savaşın gereği olarak ortaya çıkmadığı sürece ağaç kesme olayı, doğru kabul edilmemiştir.
13. Burada bu hurmaların Nâdiroğullarının ilk isyanında yine onlara bırakıldığı hatırlanmalıdır.
14. Ayetin bazı farklı meallerdeki karşılığı ÅŸu ÅŸekildedir: “Allah’ın, onlardan Elçisine verdiÄŸi ganimetlere gelince, siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz. Fakat Allah, elçilerini, dilediÄŸi kimselerin üzerine salar (onlara üstün getirir). Allah her ÅŸeyi yapabilir.” (S. AteÅŸ Meali); “Yine (hatırlayın!) Düşmandan (ganimet olarak) ne alındıysa Allah hepsini Elçisi’ne devretti, onu (elde etmek) için at veya deve sevk etmek zorunda kalmadınız ama Allah elçilerini kimi dilediyse onlara üstün kılar; Allah dilediÄŸini yapmaya kadirdir.” (M. Esed Meali); “Allah’ın onlar (ın malların) dan peygamberine verdiÄŸi «feyi» (e gelince:) Siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koÅŸmadınız. Fakat Allah peygamberlerini dileyeceÄŸi kimselere musallat eder. Allah her ÅŸey’e hakkıyla kadirdir.” (H. B. Çantay Meali); “Onların mallarından Allah’ın, savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar için siz, at ya da deve koÅŸturmuÅŸ deÄŸilsiniz. Fakat Allah, peygamberlerini, dilediÄŸi kimselerin üzerine salıp onlara üstün kılar. Allah’ın her ÅŸeye hakkıyla gücü yeter.” (Diyanet Meali)
15. Burada servetin sadece zenginler arasında dolaşan bir güç hâline gelmesinin doğuracağı olumsuz durumlar düşünülmelidir.
16. Yakınlar konusunda farklı bir meal ÅŸu ÅŸekildedir: “Bu beldelerin halkından (ganimet olarak) ne alındıysa Allah, hepsini Elçisi’ne devretti, (ganimetin tümü,) Allah’a ve Elçisi’ne, (ölen müminlerin) yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir…” (HaÅŸr suresi, 7. ayet. M. Esed Meali)
17. M. Esed, Kur’an Mesajı, HaÅŸr suresi, 9. ayet meali.
18. Aslen, “(KardeÅŸlerini) kendilerine tercih ederler.”
19. Burada ‘onlar’dan kasıt Muhacirler, ‘sonra gelenler’den kasıt ise Ensar olmalıdır. Fakat mealin bu anlamı şüpheyle karşılanmıştır. “Onlardan sonra gelenler” ile tabiîn ve kıyamet gününe kadar Ä°slâm’a girecek olanlar da anlaşılmıştır. (Kurtubî, El-Câmi’u Li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 17, s. 225, 226); Fakat ayette ‘onlar’ ile kastedilen kiÅŸilerin ilk nesil arasında vuku bulan tartışma ve savaÅŸlardan sonra onlar hakkında kötü düşünmemeyi telkin eden siyasi bir anlam kazandığı açıktır. Ayetin, ashabı sevmenin vucûbiyetiyle iliÅŸkilendirilmesi de bunu gösterir. Şüphesiz Peygamber (sav)’in arkadaşı olmaya hak kazanmış kiÅŸilerin hürmetle anılması önemlidir. Bunun yanı sıra Muhacir ve Ensar arasındaki iliÅŸkinin daha sonra gelen bütün müslümanlar için geçerli bir örnek olması gerektiÄŸi de açıktır. Buna göre önceki ve sonrakilerin kim olduÄŸunun önemi de yoktur. Ancak surenin indiÄŸi dönem itibariyle ifadenin, sadece Muhacir ve Ensar arasındaki kardeÅŸliÄŸin seviyesini gösteren bir anlama sahip olması gerekir. Zira anlam hakikati inkâr eden baÅŸkalarına nispetle onların birlikte nasıl bir kuvvet oluÅŸturduÄŸuna iÅŸaret eder. Böylece Allah’ı tesbihin nasıl gerçekleÅŸtirildiÄŸine dair ilk dönem uygulamalarından birine tanıklık eder. Nihayet bu örneklik bütün müslümanlar açısından önemli bir ölçü kabul edilmelidir.
20. Tesbih, Allah’ı anmaktır. Bu anlamda müminlerin aralarındaki kardeÅŸliÄŸi hatırlayıp buna uygun söz ve davranışlarla birbirlerine karşı sorumluluk duymaları, onların Rablerine ve onun merhametine inanmalarının bir sonucudur. Buna göre kardeÅŸliÄŸin gereÄŸini yapmak, bir nevi Allah’ı tesbih etmektir. Yani müminler, öncelikle Rablerini hatırladıkları, yani hiç unutmadıkları için, yani O’nun hürmetine birbirlerini sever ve sayarlar.
21. “(KardeÅŸlerini) kendilerine tercih ederler.” (وَيُؤْثِرُونَ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ ) ayeti üzerinde özellikle durmak gerekir. Adına “îsar” denilen ve baÅŸkasını kendine tercih etmeyi gerektiren bu yaklaşım, baÅŸlı başına bir peygamber ahlakıdır. Onları örnek alan herkes için de geçerlidir. Müslümanlar her nerede olursa olsunlar kardeÅŸleriyle bir ÅŸey paylaÅŸmak durumunda kaldıklarında onları kendilerine tercih etmiÅŸlerdir. Dikkat edilirse burada aslolan bu eylemin ve duanın aynı zaman diliminde yaÅŸayan kiÅŸiler tarafından gerçekleÅŸtirilmesidir.
22. KiÅŸi ihtiyacı olduÄŸu hâlde kardeÅŸini kendisine tercih etmeyi ancak bunu kendisinden isteyen büyük bir yaratıcı marifetiyle gerçekleÅŸtirir. Yani kiÅŸiyi bu fedakârlığı yapmaya iten ÅŸey Allah’a imanıdır.
23. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 21, s. 413; Bu duayı Ensar’ın Muhacirlere yaptığı konusuna, ayetle ilgili olarak yapılan bütün açıklamalarda yer verilmekle beraber, alternatif yorumlar sebebiyle bu mesele yeterince öne çıkarılamamıştır.
24. Müminlerin birbirlerine gösterdikleri sevgi ve ilgi açısından ÅŸu rivayet oldukça dikkat çekicidir: “Yermük Savaşı’nın yapıldığı gündü. SavaÅŸ yerinde amcamın oÄŸlunu aramaya çıkmıştım. Elimde de bir su kabı vardı. Kendi kendime, ‘Ona ölmeden yetiÅŸirsem su içirir, yüzünü yıkarım.’ diyordum. Amcamın oÄŸlunu bulduÄŸumda can vermek üzereydi. ‘Su içmek ister misin?’ diye sordum. Ä°sterim diye iÅŸaret etti. O sırada, ‘Ah!’ diye bir ses duyuldu. Amcamın oÄŸlu, suyu ona götür diye iÅŸaret etti. Onun yanına vardım, biraz ötede HiÅŸam b. As’ı gördüm. Ona, ‘Su içmek ister misin?’ diye sordum. ‘Ah!’ diye bir ses daha duyuldu. HiÅŸam, suyu ona götür diye iÅŸaret etti. O zatın yanına vardığımda ruhunu teslim etmiÅŸti. Hemen HiÅŸam’ın yanına döndüm; bir de baktım, o da hayata gözlerini yummuÅŸ. Amcamın oÄŸlunun yanına koÅŸtum; baktım ki, o da Rabb’ine kavuÅŸmuÅŸtu.”. (Ä°bn Asâkir, Târihu Medîneti DımaÅŸk, c. 38, s. 180.).
25. Burada söz konusu duanın kardeşini kendine tercih eden bir eylemin sonucu olduğu da unutulmamalıdır.
26. Ayette geçen “inkâr eden kardeÅŸlerine” ifadesi küfrün de kendi içinde kardeÅŸ olduÄŸunu belirtir.
27. Nâdiroğullarının ilk sürgünden sonra Medineli münafıklarla anlaşmaları, onlar açısından müslümanların kendi içlerinde dağınık oldukları zannına kapılmalarına yol açmış olmalıdır. Fakat Muhacir ve Ensar arasındaki kopmaz bağlar, onların planlarını suya düşürmüştür.
28. Zor anlarda kiÅŸinin sadece Allah’ı hatırlaması bir Ä°sbat-ı Vacip konusudur.
29. Burada sözü edilen üstünlük iddiasının sonuç itibariyle kişiye veya topluma zarar verip zillete düşürdüğü gözden kaçırılmamalıdır.
30. Hakikati inkâr edenler, derin düşünemedikleri için Allah’tan yani hakikatin gücünden korkacakları yerde insanların elindeki maddi güç göstergelerinden korkarlar. Oysa doÄŸru, hem vicdanları hem de aklı teslim alır. Bir süre sonra ona ayak uydurmayan benlik rahatsızlık duymaya baÅŸlar. Bundan kurtulmanın tek yolu gerçeÄŸe teslim olmaktır.
31. Burada “Gerçek ÅŸu ki, ben senden uzağım.” ÅŸeklinde yapılan ihbar, muhatabın bir süre sonra piÅŸman olduÄŸunu/olacağını dile getirir. Acaba bu nifak ve akabinde ortaya çıkan ihtar, bazılarının suçu öz benliklerinde araması ve kendisini bu hastalıktan uzaklaÅŸtırması için bir vesile olmuÅŸ mudur? “DoÄŸrusu ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” ifadesine gelince bu söz sanki kötülüğün bile bazı sınırları olduÄŸundan hareketle onları asla baÅŸarılı kılmayacağını ilan ediyor gibidir. Bu ÅŸekilde her ÅŸeyi belli bir ölçüye baÄŸlayan Rabb önünde onun izin verdiÄŸi kadar inkâr edebilmek ve üstelik bunun da farkında olmak açık bir budalalıktır. Buna göre inkârın bile bir sınırı vardır. Bu söze yer verilmesiyle, ÅŸeytanca tuzakların dahi Allah’ın koyduÄŸu kanunların dışına çıkamayacağı belirtilmiÅŸ olur. Nitekim sınırlı bir durumun bu ÅŸekilde ifÅŸası, onlar açısından bir aÅŸağılama içerir. Bu insanların zâlim ÅŸeklinde nitelenmesi, çift kiÅŸilikleri sebebiyle insanların bedenlerine ve ruhlarına verdikleri ıstırabın yanı sıra dürüstçe kabul etmedikleri hakikati son derece tahrip etmelerinden kaynaklanır.
32. Sure baÄŸlamında burada Allah’tan korkmaktan kasıt, fitne ateÅŸine kapılmadan müminler arasında cari bulunan kardeÅŸlik akdine riayet etmek ve bunun bozulmaması için azami hassasiyet göstermektir.
33. Takva kelimesinin, çok defa korku ÅŸeklinde çevrilmesi bir vakıadır. Fakat bu kelime daha ziyade kiÅŸinin kendisine ve baÅŸkalarına zarar vermemeye çalışması anlamında Allah’a, O’nun emir ve yasaklarına sığınmayı ve bu ÅŸekilde kurtulmayı ümit etmeyi çaÄŸrıştırır. Buna göre Allah’tan ittikanın iki defa zikredilmesi, olayın önemini gösteren bir tekittir. Ä°ki sığınma haberinin arasında kiÅŸinin yarına hazırlık yapmasının ne kadar önemli olduÄŸunun vurgulanması, bu sığınmayla iyi ve dürüst eylemler geliÅŸtirmenin kastedildiÄŸini yeterince gösterir.
34. Burada ÅŸu ayet hatırlanmalıdır: “Ä°man edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaÅŸtı. Onlardan birçoÄŸu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadîd suresi, 16. ayet. Diyanet Vakfı Meali).
35. Ehl-i Kitap, vahyin rehberliÄŸinin insanı mecbur bırakan ve yaptığı her ÅŸeyi külli irade önünde yok sayan bir içeriÄŸe sahip olmadığını bilir. Buna göre Uhud‘da olup biteni elçinin risâletini tasdik ya da reddetmek açısından delil kabul etmek mümkün deÄŸildir.
36. Görüldüğü gibi gerek unutmak gerekse tesbih edip hatırlamak, örnekleriyle birlikte metnin içinde yer almakta ve ayetlerin işaret ettiği vakıa tespitleriyle ile açık-seçik desteklenmektedir.
37. Bunun dışında sure içerisinde dikkate deÄŸer pek çok örnek daha bulunmaktadır. Mesela “Kendilerinden önce yakın geçmiÅŸte olanların durumu gibi; onlar, yaptıklarının sonucunu tatmışlardır. Onlara acı bir azap vardır.” (15) (A. Bulaç Meali) “Sonunda onların akıbetleri, şüphesiz ateÅŸin içinde ikisinin de süresiz olarak kalıcı olmalarıdır. Ä°ÅŸte zalim olanların cezası budur.” (17) (A. Bulaç Meali) gibi ayetler genel-geçer esaslar vazederler. Aynı ÅŸekilde Allah’ı unutan kimseye kendisinin unutturulması da bu ÅŸekildedir.
38. BilindiÄŸi gibi onlar nasıl olsa affedileceklerini düşünerek günah iÅŸleyebilmektedirler. (Bknz: A’raf suresi, 169. ayet)
39. Bu ÅŸekilde sorumluluÄŸun daÄŸa yüklenmesi ÅŸeklindeki anlatım, gaflet içinde kiÅŸinin bütün ahlaki deÄŸerlere karşı daÄŸdan daha fazla cansız ve ilgisiz davranmasına da benzetilmiÅŸtir. (M. Esed, Kur’an Mesajı, HaÅŸr suresi, 21. ayet, dipnot: 26.)
40. Burada Kur’an’ın büyüklüğü anlatılınca ve sıfatın büyüklüğünün de mevsûfun (nitelenenin) büyüklüğünden ileri geldiÄŸi malûm olunca, bunun peÅŸisıra, Allah’ın kendi azametini ve celâlini beyan etmeye baÅŸladığı üzerinde durulmuÅŸtur. (Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 21, s. 420, 421.)
41. Burada ÅŸu ayet hatırlanmalıdır: “Size ne oluyor ki, Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?” (Nuh suresi, 13. ayet. Diyanet Vakfı Meali).
42. Ä°nsanlar ve özellikle kendilerine kitap ulaÅŸmış olanlar, Allah’ı görüneni de görünmeyeni de bilen merhametli bir ilah olarak tanısalardı; O’nun Melik (her ÅŸeyin sahibi), Kuddûs (dokunulmaz), Selam (esenlik ve kurtuluÅŸun kaynağı), Mü’min (iman bahÅŸedip güven veren), Müheymin (hakikatin tek belirleyicisi), Azîz (gâlip), Cebbar (dilediÄŸini gerçekleÅŸtiren) ve Mütekebbir (her zaman büyük) olduÄŸunu bilselerdi durum kendi açılarından da son derece farklı olurdu.
43. Surede asıl konu Muhacir ve Ensar’ın kardeÅŸliÄŸidir. Bu kardeÅŸlik, en güzel vasıfların Allah’a ait oluÅŸuna dayanır. Müminler, güzel davranmayı Rablerinden öğrenirler. Sonra güzel bir sonuçla karşılaÅŸmak isterler. Dolayısıyla onları güzel davranmaya iten de güzel bir sonuçla bekleyen de Rableridir.
44. “O, öyle Allah’tır ki, yaratacağı her ÅŸeyi hikmetiyle takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar, O’nu tesbih eder. O, aziz ve hâkimdir.” (HaÅŸr suresi, 24. ayet.) ayetiyle ilgili olarak “ ‘halk’, kelimesinin, ‘takdir etme’ manasında olduÄŸu ve buna göre anlamın ‘Allah, kendi fiillerini, belli biçimde takdir eder.’ ÅŸeklinde anlaşılması gerektiÄŸi ifade edilmiÅŸtir. Bu yaklaşımın, yaratıcılığın Allah’ın irade sıfatıyla ilgili olduÄŸunu göstereceÄŸi belirtilmiÅŸtir. (Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 21, s. 424.)
45. Burada A’lâ suresi hatırlanmalıdır.
46. Kardeşlik hukukunun son derece önemli olması, bunu ihlal etmenin normal şartlarda haklı bir gerekçesi bulunmayacağı anlamına gelir.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.