Makale
Kâlû Belâ - vicdan baskısı
Bir olguya deÄŸer katan ve onu anlamlı kılan en önemli ÅŸeylerden biri de zamandır. Ä°nsanlar için süreklilik, önemli olagelmiÅŸtir. Uzun zamandır bir ÅŸey yapıyor olmak, istikrar demektir ve güven verir. YaÅŸam süresi çok uzun olmamasına raÄŸmen insanın bu süreklilik algısı; bir anlamda geçmiÅŸine yönelik olarak bireyin varoluÅŸ serüvenini anlamlandırmasına diÄŸer anlamda da geleceÄŸe yönelik olarak ölüm sonrası algısının gerçekliÄŸine karşılık gelir.
Ä°nsanların geriye dönük olarak “20 yıldır evliyim.” ve “9 yaşında okul merasiminde oynamıştım.” derken vurguladıkları ÅŸey, hep budur. Ä°çinde zamana ait bir vurgu taşıyan soruların olası cevaplarında, bu devamlılık arzusu her zaman görülür. “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verilen cevapta olduÄŸu gibi…
“Kâlu Belâ’dan beri.”
Geleneksel anlayışa göre;
Ruhlar âleminde daha bedenleÅŸmeden çok ama çok önceleri verilen bir sözdür bu. Bu cevaptaki ruh-beden düalizminin oluÅŸturacağı sorunları bir an için göz ardı edebilirsek gerçekte bir türlü hatırlanmayan bir söz olmasına raÄŸmen kiÅŸinin reel âlemde ifade etmek isteyip de edemediÄŸi ÅŸeylerde olduÄŸu gibi konu, algı düzeyinde abartılarak söz konusu olay, daha önemli bir hale getirilir. Böylelikle halk nazarında söz, süreklilik kazanarak güçlenir.
ÇoÄŸu kez duygu dünyamızın ifade ÅŸekilleri, olumlu ya da olumsuz motivasyonlar içindir. Bu anlamda; edebiyat, bir kültür ögesi olarak sevinçlerin, üzüntülerin ve ümitlerin dile getirilmesinin yolu olduÄŸu gibi eleÅŸtirinin de (takdir/tenkit) tam yeridir. Bu yaklaşımlar, sözlü gelenekte olduÄŸu gibi yazılı metinlerde de tamamen edebîdir ve bildiÄŸiniz gibi edebî anlatım tarzları, abartı ile duygu yüklenir.
Halk edebiyatında da, bunun örnekleri çoktur;
ÖrneÄŸin peygamber, güle benzetilmiÅŸtir ve ter kokusu da, gül kokusudur.
Bu, bir sevgi gösterisidir. Ve objeyi deÄŸerli kılmak için yapılır.
Kafdağı’na ulaÅŸmak, imkânsız idealler içindir.
Bu da bir sıkıntının derinliÄŸini gösterir.
Ya da engellerin büyüklüÄŸünü.
Türkülerde bazen bu daÄŸlar, delik deÅŸik edilir.
Burada da insanın ulaÅŸacağı ÅŸey için mücadeleyi bırakmadığı, bırakmayacağı ya da baÅŸarısızlığının kendi sevgisine engel olmayacağı vurgusu vardır.
Edebî tarz olmasaydı;
Duygusuz bir varlık olarak objenin içine hapsolan zihin, onu anlamlı kılacak deÄŸerlerden yoksun kalır ve donardı. Hiç tat vermezdi.
Ancak duyguların subjektif karakteri, bazen objeyle arasını da açabilir. Var olanı duyguyla süsleyelim derken, ondan uzaklaÅŸtığımız mesafe de çok önemlidir. Bu mesafe, varlığı “yok” ya da “hayal ürünü” sayacağımız bir kerteye varmamalı ve söz, hakikati buharlaÅŸtırmamalıdır. Duyguların olumlu ya da olumsuz bir sele kapılması, düÅŸünceyi varlığa yabancılaÅŸtırmamalıdır. Kur’an’ın bazı ÅŸairler için “Her vadide başıboÅŸ dolaşırlar.” dediÄŸi ÅŸey budur.
Kontrol edilemeyen, sürekli deÄŸiÅŸen ve ayağı yere basmayan telakkiler, sahiplerini maymuna çevirebilir. Dahası metin ya da kurgu, anlam bakımından her zaman müellifinin zihnine geri dönüÅŸlü olmalıdır. Havada kalmamalıdır. Zira kendi elinden çıktığı halde, bir süre sonra sahibinin dahi anlayamadığı sonuçlar, yeryüzü tab’ı olmaktan çıkıp beÅŸeri eÄŸilimini kaybederek suni olarak kutsallaÅŸabilir. Çünkü insan elinden çıkmış, geri dönüÅŸsüz ve tüketilemeyen fikirler, evrensel taklidi yapan halleriyle, gerçek zihin kıymıklarına dönüÅŸebilir. Ä°nsan, indi anlamda algıladığı bir zevk olarak yaÅŸaması gereken ferdi tasavvurlarına sınır koyamasa da, bu telakkilerini, herkes için kabul edilebilir nesnel bir zeminde olması gereken ölçülerle bir tutmamalıdır.
Ä°nsanın bütün ihtiyaçlarını, tutarsızlıklardan azade bir denge içinde karşılayabilmesi kolay deÄŸildir. BilindiÄŸi üzere insanın gerçek arayışında, hem aklını hem de vicdan dediÄŸimiz kalbini doyuma ulaÅŸtırabilen bir kitap olarak Kur’an, Arap edebiyatının zirvesidir. Ancak onun edebî tarzının reel açılımları, akılla tasdik edilebilir bir dengeye sahiptir. Ortalama aklı esas alan, insanca bir dil kullanan ama semboller ve temsillerle üst aklı tatmine yönelik malzemeler taşımayı da ihmal etmeyen, harikulade bir kitaptır o.
“Ve senin Rabbin, her ne zaman ÂdemoÄŸullarının sulplerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: “Ben sizin Rabbiniz deÄŸil miyim?” Onlar, cevaben: “Elbette!” derler, “Buna tanıklık ederiz!” (Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki) Kıyamet Gününde, “DoÄŸrusu, bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz yahut: “Aslında, önce (biz deÄŸil,) atalarımızdı Allahtan baÅŸkasına tanrısal nitelikler yakıştıranlar; biz sadece onların izinden yürüyen bir kuÅŸağız; öyleyse, batılı ihdas edenlerin iÅŸlediklerinden dolayı bizi mi helak edeceksin?” demeyesiniz. Ä°ÅŸte biz de bu ayetleri böyle açık açık dile getiriyoruz ki (günah iÅŸlemiÅŸ olanlar) belki (bizden yana) dönerler.” ( 7 A’raf / 172 – 174 )
Burada edebî yaklaşım, kiÅŸinin imanının sürekliliÄŸine ve fıtrî yapısına vurgu yaparken, gerçek de bu anlatım tarzına eÅŸlik eder. Aslında bu edebi anlatımda vurgu, tamamen insanı fıtratına döndürmek için ona Rabbini hatırlatmaktan ibarettir. Bu temsilî anlatım içinde ayet; öncelikle insanı, böyle bir söz verip vermediÄŸiyle ilgili olarak Rabbi ile nasıl ve ne zaman karşılaÅŸtığını hatırlamaya çağırır. Onunla muhatap olmaya ve yaratılışına tanıklık etmeye. Verilmesi gerekli bir yanıtı, verilmiÅŸ bir cevap formunda ifadelendirerek zamanın kuvvetli vurgusunu yanına çeker. Böylece konunun önemi ve verilecek cevabın deÄŸeri artar. Belagat açısından, fiil kalıpları da, buna destek verir. Mazi fiilin süreklilik ve kararlılık özelliÄŸidir, yardıma gelip olayı te’kid eden. Ve bu diyaloÄŸun baÅŸladığı anı anlama çabasıyla algı, insanın kendini anlamlandıracağı bir ilk adıma dönüÅŸür. Bir temsil olarak bu edebî tarz, diyaloÄŸu baÅŸlatmak için muhataba yardım eder. Ama sonuçta istenen ÅŸey, insanın bu duygu iteklemesinin hemen ardından, reel âleme geçerek davranışlarına yansıyacak müspet bir karşılık bulmasıdır.
Buradaki reel anlam, olabildiÄŸince duygu yüklüdür. Ä°ç sorgulamaya giden bu yolda, edebî yaklaşımdan baÅŸka bir tarzda böylesine bir baÅŸlangıç yapmak neredeyse mümkün deÄŸil gibi gözükür. Bunun muhataba verdiÄŸi heyecan, öylesine bir ruh hali oluÅŸturmuÅŸtur ki, bazen kiÅŸi, tefsirin sınırlarını, aklın anlayabileceÄŸi çizginin ötesine taşıyabilmiÅŸtir. Ä°ÅŸte ruhlar âlemine kadar uzatılan sanal zaman algısı, bu heyecanın sonucu olmalıdır. Ancak tefsirinin, sadece zaman algılamasıyla sınırlanan sonuçlar içermesi ya da süreklilik duygusunun büyüsüyle anlamın gerçek vurgusunun terk edilmesi, müntesiplerinin evrensel saydıkları bir metne yorum katarken yapabilecekleri ciddi haksızlıkları da davet edebilir.
Ayrıca Allah’ın sınırsız kudretine olan iman, bu sınır aşımlarında kullanılan en önemli argüman olagelmiÅŸtir. Allah’ın gücüyle delil getirilemeyeceÄŸini bilmelerine raÄŸmen, aklın yetersiz kalmasıyla akılla çeliÅŸmek arasındaki farkı anlamayanlar, –Allah’a duyulan çokça sevgiden olsa gerek- yorumlarını bazen tefsirde aşırılık diyebileceÄŸimiz noktalara vardırabilmiÅŸlerdir. Hâlbuki Kur’an’ın, -akla seslendiÄŸi ve onu muhatap aldığı için- akılla çeliÅŸen ya da anlaşılmayacak bir ÅŸeyi konu edinmiÅŸ olduÄŸu, düÅŸünülemez. Anlaşılmak için gelmiÅŸ hatta anlaşılsın diye kolaylaÅŸtırılmış ve “Anlayan yok mu?” diye soran bir kitapta, akledilemeyecek ÅŸeylerin olduÄŸunu varsaymak muhaldir. BilindiÄŸi gibi her düÅŸüncenin, tutarlı olmak gibi bir namusu vardır. EÄŸer bu akıl almaz yorumlar, ilmî yaklaşımlar yok sayılarak sadece edebiyatın elinde ve haksız yere “Allah’ın kanunlarında bir deÄŸiÅŸme görme arzusu” yla mitleÅŸtirilmek isteniyorsa, bu da ilmî faaliyetin namus ölçüsünü ihmal etmenin, iz düÅŸümü sayılmalıdır.
Nitekim akıl dışı sayıldıktan sonra imana terk edilmek zorunda kalan sahalar, bireyi körü körüne itaate zorlayan yönleriyle, agnostik (bilinemezci) bir yaklaşım üstlenirler. Bu yönüyle de spekülasyonlara açık hale gelirler. Arkasından da “taklid”i önermek zorunda kalırlar. Takdis edeceÄŸim derken, tenakuza düÅŸüp tenkide kapı aralarlar. Üstelik pratik açıdan Allah’ın gücünü test etme talebi, müÅŸriklere aittir. Onlarla ağız birliÄŸi yapmak ise, inananlara yakışan bir ÅŸey deÄŸildir. AÅŸağıdaki ayette vurgulandığı gibi; yeryüzünde oluÅŸmuÅŸ pek çok örneÄŸi yok sayarak Allah’ın dilemesi ve gücünü yeni vesilelerle test etme gayreti sahici ve samimi görülmemiÅŸtir.
“Ama onlar yine de ÅŸöyle diyorlar: “Bu nasıl peygamber ki (diÄŸer ölümlüler gibi) yiyip içiyor, çarşı-pazar dolaşıyor? Onunla beraber bir uyarıcı olarak (görünür) bir melek gönderilseydi ya! Yahut kendisine (Allah tarafından) bir hazine verilseydi yahut (zahmetsiz) yiyip içtiÄŸi (tılsımlı) bir bahçesi olsaydı ya!” Ve bu zalimler (birbirlerine): “EÄŸer (Muhammed’e) uyacak olsaydınız, büyülenmiÅŸ bir adamdan baÅŸkasına (uymuÅŸ, olmazdınız)!” diyorlar. (Ey Resul,) seni benzettikleri ÅŸeye bak! Zaten onlar bir kere yoldan çıkmış bulunuyorlar, bir daha da (doÄŸru) yolu bulamayacaklar! Dilerse sana, (onların dile getirdiÄŸi) bu ÅŸeylerden daha hayırlısını -içlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı has bahçeler- verebilecek ve senin için köÅŸkler, konaklar yapabilecek olan (Allah) ne yüce, ne cömerttir! (O inkârcılara gelince;) onlar asıl ‘Son saat’ in (geleceÄŸini) yalanladılar! Oysa biz son saat gerçeÄŸini yalanlayanlar için harlı bir ateÅŸ hazırlamışızdır.” ( 25 Furkan / 7– 11 )
“…Dilerse sana bu ÅŸeylerden daha hayırlısını verir…”
Ama en azından dünyada müÅŸriklerin olmasını istediÄŸi ÅŸeyleri vermemiÅŸtir. Delil, adı üstünde herkes tarafından akledilebilir ve açık/seçik olmalıdır. Her delil, karşısındaki baÅŸka bir argümanı silmek için kullanılır. Allah’ın gücünün sınırsızlığı ve tasavvurunun imkânsızlığı sebebiyle, Allah’ın dilemesiyle delil getirilemez ve getirilmez. Usul budur. Onun gücü mevzubahis olduÄŸunda, akıl için hiçbir delil iÅŸlemez ve tartışma durur. Zira onun kudretinin söz konusu olduÄŸu yerde diÄŸer her ÅŸey anlamını yitirir.
“Ne yani yapamaz mı?” sorusuyla baÅŸlayan ve insanın açıklarını Ä°lah’ın fiillerine kapattıran bu olaÄŸanüstü hâl beklentisinin sebep ve sonuçlarını bir baÅŸka tartışmaya bırakarak devam edersek; “Elest Bezmi” diye adlandırılan söz konusu ayette, ruhlar âlemi geçmemesine raÄŸmen, tefsirine katılan bu türden yaklaşımlar, yukarıda sözünü ettiÄŸimiz edebî okuma tarzı coÅŸkusundan kaynaklanıyor olmalıdır. Zira coÅŸku, olmayan anlamların metne yüklenmesiyle kendini gösterir. Edebî tarzdaki algılamaların bu aşırılığı, çoÄŸu zaman anlamın reel karşılığını bulmayı zorlaÅŸtırmaktadır. Oysa Kur’an’da olduÄŸu gibi konuyla ilgili hadislerin de olayı temsilî olarak anlattığını söylemek mümkündür. Nitekim temsilî anlatımda vurgu, sadece verilen mesajadır. Mesajların da evrensel bir amaç taşıdığı, unutulmamalıdır. Ayrıca bu mesaj yönü ihmal edilerek ortaya çıkan literal okumalar, bazen anlatımı yavanlaÅŸtırıp mecrasından çıkarabilir. Üstelik bu materyallerin yorumlarında ara sıra da olsa sosyolojik anlamda “ait olma” güdüsünü ortaya koyan “Benim dinim/peygamberim ötekinden daha üstün.” anlayışının tezahürlerini de görebilirsiniz.
Aynı ÅŸey ilk yaratılan ruh anlamında peygamberimize (sav) de yapılmıştır. “Sen olmasaydın… hiçbir ÅŸey yaratmazdım.” sözüyle hadisleÅŸtirilen malum ilk yaratılış hikâyesi, onu diÄŸerlerinden öne geçirme çabasının sonucudur. BeÅŸer eliyle oluÅŸturulan bu edebî anlam, bir ÅŸiir ya da naatta yalnızca bir duygu ifadesi olarak kalsaydı, tartışmaya gerek kalmayacaktı. Yanı sıra inanan biri için kendisini ümmetinden saydığı bir resule vereceÄŸi sevgi önceliÄŸi de, makul görülebilirdi. Fakat ilk bakışta; bir sevgi ifadesiyle muhatabın konumunu daha deÄŸerli kılma gayreti, yalnızca edebî bir ürünün konusu olarak katlanılabilir bir ÅŸey olabilecekken, hadis formunda varoluÅŸu gerekçelendiren somut bir iddiaya evrilmiÅŸtir. BilindiÄŸi gibi sevginin fazlası, duyguyla ifade edilir. Duyguların ifadesini de, edebiyat üstlenir. Edebiyata gelince onun tasavvurları, müspet ilimlerin kanun ya da iddialarının yerine geçirilmemelidir. Zevki selim, sevki tabiinin yerine göz dikmemelidir. Nitekim yaratıcı irade elinde her ÅŸeyin –peygamberimize (sav) olan bütün sevgimize raÄŸmen- bir kiÅŸinin yüzü suyu hürmetine gerçekleÅŸmesi, akıl dışıdır. Bu anlamda Ä°lah-Resul diyaloÄŸunu, Leyla-Mecnun iliÅŸkisine indirgeyen bu yaklaşımdan, Allah’ı ve Resul’ünü tenzih etmek gerektiÄŸi de açıktır.
Ayette “Ben sizin Rabbiniz deÄŸil miyim?” diye sorulup “Evet.” cevabı alındığı söyleniyor. Bu cevap, insanın içinde apriori olarak bulunan adalet, yardımlaÅŸma ve doÄŸruluk gibi içsel (fıtrî) deÄŸerleri gündeme getirip hatırlatır. Ä°nsan bu deÄŸerleri taşıdığını fark ettiÄŸinde anlam: “Yaratıcı iradenin varlığından haberim var” ile baÅŸlayıp “Öyleyse ben dürüst ve doÄŸru biri olmalı deÄŸil miyim?” sorusuna evrilir. Cevap yine “Evet” olarak hemen arkasından gelmelidir.
Ä°nsanın sahip olduÄŸu bu deÄŸerlerin, içinde bulunduÄŸu fizik âlemden kaynaklanıyor olamayacağı düÅŸüncesi, hariçten bir etki ve müdahaleyi de zihne taşıyınca, soru cevabıyla birlikte bir ispat-ı vacip deliline dönüÅŸür.
Nitekim bu yönüyle konu, Hz. Ä°brahim’in yaÅŸadığı tecrübeyle de paralellik arz etmektedir.
“Bir zamanlar Ä°brahim; ‘Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceÄŸini bana gösterir misin?’ demiÅŸti. Allah: ‘Ne o, yoksa buna inanmadın mı?’ dedi. Ä°brahim ÅŸöyle cevap verdi: ‘Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.’ ‘Öyleyse’ demiÅŸti Allah, ‘Dört kuÅŸ al ve onlara sana itaat etmeyi öÄŸret (onları kendine alıştır); sonra onları (etrafındaki) her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da çağır: uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her ÅŸeye kadirdir, hikmet sahibidir.’ ” ( 2 Bakara / 260 )
Soru ÅŸu: “Ölüye nasıl hayat verdiÄŸini bana göster?”
Cevap, ölülerin nasıl diriltildiÄŸine dair fizikî ya da biyolojik açıklamalar içerseydi, anlaşılmaz olurdu. BaÅŸka bir açıdan bu soruyu bugün sormuÅŸ olsaydık bile –ki buna hakkımız var- alacağımız cevap yine bu ÅŸekilde laboratuvar içerikli olamazdı. Üstelik böylesine kurgulanacak bir cevabın, ilk muhataplarınca anlaşılması da mümkün deÄŸildir. Bugün doÄŸum olayının ayrıntılarının bilinmesine raÄŸmen, hala pek çok insanın ilmî seviyesi, böylesine bir cevaptan tatmin olacak yeterlilikte deÄŸil. Nitekim Kur’an’ın anne karnındaki çocuk ile toprak altındaki tohumu, yeniden diriliÅŸe örnek vermesine raÄŸmen söz konusu soruyu tekrar zihne taşıması da bunu gösteriyor. Ayrıca pek çok tefsirde anlatıldığı gibi bu olayın herkes tarafından anlaşılabilirliÄŸi ihmal edilerek bir defalık bir tecrübe olarak olaÄŸanüstü – kes, parçala, koy daÄŸ baÅŸlarına çağır gelsinler- ÅŸekilde gerçekleÅŸmesi durumunda bu sefer de olay, sadece Hz. Ä°brahim’in bir defalık yaÅŸadığı bir tecrübe olarak kalıp mesaj yönünü kaybediyor. Hedeflenen cevap, bir kiÅŸinin tatminine yönelik olunca da, evrenselliÄŸin tekrarlanabilirlik yönü yok oluyor. Ä°ster Kur’an’ın konu seçiciliÄŸini isterseniz evrensel amaç hedeflemesini dikkate alın; içinde bu konunun yer almasından maada söz konusu olayın benzer tatminsizliÄŸi yaÅŸayanlar için de bir örnek oluÅŸturması gerektiÄŸi ortaya çıkıyor. Yani olayın gerçekleÅŸme seyri, sonuç olarak varsaydığımız “Evet tatmin oldum.” cevabından hareketle, anlamın herkes tarafından içselleÅŸtirilebilecek objektif bir yönü olması gerektiÄŸini gösteriyor. Ayrıca bu olaÄŸan dışı yaklaşım tarzı, inanmak istemeyenlerin üslubuna yakın duruyor. Üstelik müÅŸriklerin bu türden mucizeler talep ettiklerini ve samimi olmadıklarını görüyor ve Kur’an anlatımında bu türden sorulara verilecek cevapların büyülü addedileceÄŸinden olsa gerek yanıtlanmadığını da biliyoruz. Bir inanan olarak Hz. Ä°brahim’in sorusunun sadece anlamaya yönelik ve kendisinden sonra gelenler için örnek olması gerektiÄŸini düÅŸündüÄŸümüzde, olası cevabı bu yönde ve doÄŸru kavramaya çalışmak gerekiyor. Zira cevap, “Nasıl”dan ziyade “Niçin” e ait gibi duruyor. Nitekim ardından gelen, “Yoksa inanmıyor musun?” sorusu, yaratılışın öÄŸrenilmek istenen tarafının, biyolojik içeriÄŸinden ziyade ikinci kez “Niçin” gerçekleÅŸmesi gerektiÄŸi konusundaki tatminsizlikle ilgili olduÄŸunu gösteriyor.
Nasıl ibadet ederim yerine niçin?
Nasıl infak ederimden ziyade niçin?
Nasıl bilebilirim yaratılışı deÄŸil niçin tekrar diriltilmem gerekiyor?
Çünkü “Niçin” sorusunun cevabı içselleÅŸtirildiÄŸinde, “Nasıl” sorusunun cevabı kendiliÄŸinden geliyor. Hem de katıksız bir teslimiyetle…
Bu durumda, diÄŸer cevaplar yanında en doÄŸrusu ÅŸu gibi gözüküyor: Hz. Ä°brahim, kuÅŸları kendine alıştırıyor. DaÄŸ baÅŸlarına koyuyor. Ve kuÅŸlar, alışık oldukları yere yani Hz. Ä°brahim’in yanına geri dönüyor. KuÅŸları geri döndüren ÅŸey, onların “alışkanlık” ve “ait olma” hissidir ki bu görünen fizik âlem dışında ÅŸekillenen bir artı deÄŸerdir. Bu durumda, Hz. Ä°brahim’in –bizim gibi- düÅŸünmesi gereken tek ÅŸey kalıyor:
“Bu deÄŸer atfının nereden geldiÄŸi..?”
KuÅŸları kendisine ne getirdiyse onu da Rabbi’ne aynı ÅŸey götürecektir. O ÅŸey, insanın niçin diriltilmesi gerektiÄŸine cevaptır. Hz. Ä°brahim, kuÅŸları besledi, büyüttü, sahiplendi, kendine alıştırdı. KuÅŸlarda rızıklandıkları bu yere ait olma hissiyle, alışık oldukları ÅŸekilde dönüp geldiler. Tekrar beslenmek için. Yeniden sevilmek için. O narin bedenlerini korkmadan kendilerinden yüz kat büyük bir insana teslim edercesine. Ä°nsan da kendisini rızıklandıran Rabb’ine bir teÅŸekkür etmek bir de yaptıklarının karşılığını görmek için tekrar dönmek ister. Ä°yi insanların ait oldukları yer; tam adaletin, saf iyiliÄŸin ve pür güzelliÄŸin yanıdır. Ä°manın mükâfata dönüÅŸtüÄŸü yer. Bu da Rabb’inin katıdır. O daha önceden cömert Rabb’inin ikramlarına alışmıştır. Zaten ilk defa yaratanın, bir daha yaratabileceÄŸini bilir. . Tekrar rızıklanmak için. Yeniden sevilmek için. Alışık olduÄŸu gibi. O narin bedenini, güvenle kendinden çok daha güçlü bir Ä°lah’a teslim edercesine…
“Hepiniz topluca O’na döneceksiniz: bu Allah’ın, gerçekleÅŸmesi kaçınılmaz olan sözüdür, çünkü O (insanı) bir kere yarattıktan sonra buna sonuna kadar devam ediyor ki, imana eriÅŸip iyi ve yararlı iÅŸler, eylemler ortaya koyanları adaletle ödüllendirsin…” (10 Yunus / 4)
Ä°nsanın “adalet” beklentisinin, ahiretin varlığının delillerinden sayılması gibi bir ÅŸeydir bu. Bu da bir ispat-ı ahiret delili. Görünen maddi âlemin dışında, varlığı hissedilen farklı bir mana.
Vicdanın baskısı.
Dahası yapıp-ettiklerinin karşılığını görememenin ümitsizliÄŸini yok edip oluÅŸması muhtemel bir umursamazlığı tamire yönelik bir teÅŸebbüs…
Hesap mantığı.
“Ölüye nasıl hayat verdiÄŸini bana göster?”
Yani;
“Hiçbir ÅŸey, geliÅŸi güzel olmuÅŸ gibi gözükmüyor.”
Yani;
“KuÅŸları bana getiren ÅŸu alışkanlığa bakar mısın!”
Yani;
“Yaratan ve düzenleyen bir irade olmalı.”
Yani;
“Böylesine bir güç, beni de başıboÅŸ bırakmış olamaz.”
Yani;
Ä°çimde ÅŸöyle olmalı dediÄŸim bir sürü deÄŸer buluyorum.”
Yani;
“Var olan her ÅŸeyin, bir karşılığı olduÄŸuna göre bu deÄŸerlerin geçekleÅŸeceÄŸi bir yer de olmalı ve ben dürüst biri olarak bu deÄŸerlerin dünyamı anlamlandırmasını saÄŸlamalıyım. HissettiÄŸim deÄŸerler ve sorumluluklarım var, atalarımdan duymamış olmamın mazeretine sığınamam. Bir insan olarak bu deÄŸerlerin en önemlisi de benim. Yaratılmaya deÄŸer bulunmuÅŸ olmamla demek bu kadar önemli ve saygıdeÄŸerim…
Ä°ÅŸte insana “Evet sen benim Rabbimsin” dedirten ÅŸey de aynıyla bu içsel bakış ve anlama çabasıdır. Her insan, küfür dediÄŸimiz ve insanı kendine yabancılaÅŸtıran örtülerden kurtulduÄŸunda, içinde bu soruyu cevabıyla birlikte bulabilir.
Konumuza geri dönüp ÅŸimdi diyaloÄŸu bu anlamda bir daha baÅŸlatalım:
“Ne zamandan beri müslümansın?”
“Kâlû Belâ’ dan beri.”
Yani;
“Ne zamandan beri adam gibi yaÅŸadığının farkındasın?”
“Rabbimi tanıyıp sorumluluklarımın farkına vardığımdan beri.”
Nitekim söz konusu ayetteki “Sonra haberim yoktu demeyesiniz.” ifadesi, olayın gerçekleÅŸme ve anlaşılma zemininin, ne kadar reel bir çerçeveye oturtulması gerektiÄŸini gösteriyor.
Bu anlamda;
Ä°nsanın yaratıcısının farkına vardığı andan itibaren söylediÄŸi “Evet” sözü, dünyayı yaÅŸanmaya deÄŸer bir yer yapma adına baÄŸlayıcıdır. Nitekim Allah’a verilen sözün sorumluluk gerektireceÄŸini, herkes bilir. Yoksa ÅŸahsiyet, bölünür ve kiÅŸilik, parçalanır.
Nitekim Ä°slam, insanın sahip olduÄŸu bu deÄŸerlerden beslendiÄŸi ve onları korumaya çalıştığı için hala gündemini etkili bir ÅŸekilde koruyor. Bu anlamda, müslüman olmak demek; tevhit, özgürlük ve adalet gibi deÄŸerlere tabi ve teslim olmak anlamına geliyor. Ve bütün bu deÄŸerleri yaratan önünde eÄŸilip ona ait olma hissiyle yürümek… Bilinçli yaratık…
Ä°nsanın bu yaratılmış haliyle düÅŸünüp doÄŸru kararlar verebilecek yeterli zamanı ve donanımı var. Zaten bunlar yoksa sorumluluÄŸu da yok. Arayıp sorması halinde, var oluÅŸunu anlamlandırabilecek bir deÄŸerler kuramına varması zor deÄŸil. Erdemli ve ahlaklı olmasının sayısız gerekçelerini bulabilecek kabiliyetleri de cabası. Sonuçta vereceÄŸi cevapla beraber, buradan, seçimlerini doÄŸru yapmak adına bir söz vermiÅŸ ve kâinatın olumlu iÅŸleyiÅŸine katılmayı kabul etmiÅŸ anlamı çıkar. Bu adı konmamış sözleÅŸmenin dindeki karşılığı, “iman” dır… Güvenlik ve özgürlük belgesi…
Ayrıca insanın büluÄŸ çağı dediÄŸimiz olgunluk (erginlik) döneminde, aklını saÄŸlıklı kullanabilmeyi öÄŸrendiÄŸi anda, çevresinde olup-bitenlere bakarak bir dünya görüÅŸü oluÅŸturması gerektiÄŸi de açıktır. Bu durumda, insanın hayatında gördüÄŸü, dinlediÄŸi, anlamaya çalıştığı her ÅŸeyi bir daha ve bu sefer yaratan Rabbi’nin adıyla okuması gerekecektir. Bu da onun aidiyetinin gerçek adresi diyebileceÄŸimiz, yaratılışa ait nüfus kütüÄŸüdür… Fıtratın kimliÄŸi…
Aynı ÅŸekilde yer, gök ve ikisi arasındaki her ÅŸeyin Allah’ı tespih etmesi, yaratılışındaki harikuladelik sebebiyle bir yaratıcının varlığına iÅŸaret etmesi anlamdadır. AraÅŸtıran bir zihin için; bir uzvu ya da duygusu, bir böcek ya da bitki nasıl oluÅŸtuÄŸuyla ilgili olarak onu aynı soruyla karşılaÅŸtırabilir. Bu sefer objenin “Benim bir yaratanım olmalı deÄŸil mi?” ile baÅŸlattığı soru, yaratılışı gündemine taşıyınca “Ben sizin Rabb’iniz deÄŸil miyim?” sorusu ile subjenin cevabını bekler hale dönüÅŸüverir: “Evet sen bizim Rabb’imizsin.”
Hemen arkasından tekrar küfür denilen o illet; ÅŸehvet olup paylaÅŸmayı, menfaat olup adaleti örtmek için saldırır. Çiçek ve böceklerin yerini duvar ve demir yığınları almaya görsün, artık insan, birden çevresindeki hiçbir materyalden yaratıcısına ulaÅŸamayacak kadar körleÅŸebilir… Plastik canavar…
Hayatı anlama çabası içinde zihne hücum eden soruların yerini metal sesleri doldurunca da “Ben sizin Rabbiniz deÄŸil miyim?” sorusu bir çıtırtıya, kısık ve cılız bir sese dönüÅŸür. Sonrasında yabancı kültürlerin sahte ilerici mitlerinin afyon etkisi, sahip olunan bütün sorumlulukları defedebilir… Hayal kırıklığı…
Ayrıca;
Sosyal açıdan toplum içinde kendine biçilen rolü kabullenmesi, insanın “Kâlû Belâ” yı tersinden söylemesi anlamına gelebilir. Onun yaÅŸantısı ile ilgili olarak inisiyatifi elinde bulunduranların belirlediÄŸi bir rol, insana herhangi farklı bir mecrada da evet dedirtebilir. Aslında buradaki diyaloÄŸun soru-cevap kısmından, yaratıcı iradenin her insanda bulunması gereken bir kararlılığı amaçladığı açıktır. Olması gereken dik duruÅŸun cevabıdır bu.
Unutulmamalıdır ki burada sorulan soruyla muhataba deÄŸer verildiÄŸi gösterilmiÅŸ olmasına raÄŸmen, hiç sözü olmayan ya da örneÄŸin geçim derdinden söz söyleyecek mecali kalmayanlar için verilecek doÄŸru bir cevap dahi, çok anlamlı olmayabilir.
“Ve (bize karşı isyankâr olduklarından,) onlara (ÅŸeytani dürtülerini) öteki kiÅŸilikleri (olarak) musallat ettik ve bunlar, önlerine serilmiÅŸ olan ile bilgi alanlarının dışında kalanı kendilerine güzel gösterdi…” ( 41 Fussilet / 25 )
Hayatını anlamlı kılmaya çalışmadığı için kendisiyle yabancılaÅŸan kiÅŸi, zamanla kendi dışında birilerinin senaryolaÅŸtırdığı bir yaÅŸam oyununda, edilgen bir rol edinse bile bu, korku elbisesi giydirilmiÅŸ bir figürandan öteye geçemeyecektir. Hatta tarihi baÄŸlarından koparılmış sahte bir kimlik ve benlikle, yaratılışını deÄŸiÅŸtirmeye yeltenenlerin ÅŸeytan olduklarını bilmeden…
“…ÅŸüphesiz onlara emredeceÄŸim de Allah’ın yarattığını deÄŸiÅŸtirecekler…” ( 4 Nisa / 119 )
Bu durumda
GerçeÄŸi aramaya ya da beklemeye tahammül edemeyenler
Musa gecikmeye görsün
Samirilerin sanal putlarının böÄŸürtüsünü
Vicdanlarının sesi sanıp onun yerine geçiriverirler.
Maalesef
Hayat algısı, bozuk bir içsel (fıtrî) yapıyla ÅŸekillendiÄŸinde;
Allah’ın Rabb’imiz olduÄŸunu
Ve sorumluluklarımızı hatırlatacak,
Küfrün perdesini çekip yırtacak,
Tek bir yol,
Ä°çimizdeki deÄŸerlerin dışarı çıkabileceÄŸi,
Tek bir kapı kalır.
Sıkıntı…
Bunalmış bir zihnin yardım bekleyen yanıtında,
“Evet”’in yanından bir dert, altından baÅŸka bir Ä°lah çıkınca da,
“Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusunun cevabı:
“Başım belaya girdiÄŸinden beri” oluverir.
Tabi bela geçince teslimiyet de biter.
ÇoÄŸu kere dertler insanı kabalaÅŸtırır.
BaÅŸlangıçta feryat eden vicdan,
Sonuçta “En kötüsüyle bile tek başıma baÅŸ ederim.” diye müstaÄŸni bir tavırla arsızlaşınca, vicdan baskısı yerini bencil ve azgın taleplere terk edip ansızın yakalanacağı ana mahkûm kalakalır.
“Andolsun, senden önce birtakım ümmetlere de peygamberler gönderdik. (Peygamberlerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tövbe etsinler diye onları ÅŸiddetli yoksulluk ve darlıklarla yakaladık. Ama tarafımızdan takdir edilen bir sıkıntıya uÄŸratıldıkları zaman tevazu göstermediler, tersine kalplerinin katılığı arttı, çünkü ÅŸeytan bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi. Sonra, kendilerine yapılan uyarıları göz ardı ettiklerinde bütün (güzel) ÅŸeylerin kapılarını onlara ardına kadar açtık ve kendilerine bağışlanan ÅŸeylerden zevk alarak yararlanmaya devam ederlerken onları apansız yakaladık: iÅŸte o anda bütün ümitlerini kaybettiler.” ( 6 En’am / 42 – 44 )
Kaynak: Söz ve Adalet / 1. Sayı
Henüz yorum yapılmamış.