Sosyal Medya

Makale

İslamcılık ideolojisinde egemenlik ve devlet-2

Batı Avrupa’da Kamusal Alanın ve Siyasal Bir Özne Olarak “Politik Ä°nsan”ın DoÄŸuÅŸu; Burjuvanın DeÄŸiÅŸtirici Gücü:

Kara Avrupa’sında ticareti ve dolaysıyla kent yaÅŸamını canlandıran tüccarlar oldu. Yabancı olmaları onlara görece bir üstünlük saÄŸlıyordu; feodalin yerel kanunlarından azade oluÅŸları, kilisenin karşı çıkmasına raÄŸmen önceleri el altından yapılan sonraları aÅŸikâr hale gelen ticaretin nemasından faydalanan yerel yöneticilerin çoÄŸalması, büyük toprak sahiplerinin fazla ürünlerinin deÄŸerlendirilmesi, farklı ürünlerin pazar yerlerinde boy göstermesi ile birlikte lordun Pazar yerinin dolayısıyla kentinin bir cazibe merkezi haline gelmesi tüccarı vazgeçilmez bir unsur haline getirmiÅŸti.

 

Lordun tüccara verdiÄŸi imtiyazlar onun bir yabancı olmasından kaynaklanıyordu. Bir yabancıya verilen imtiyaz siyasala ait bir imtiyaz veya bir yetki paylaşımı deÄŸildi. ‘Åžehir hukuku ya da ÅŸehirlerde yaÅŸayanların elde ettikleri ayrıcalık ve özel hakların bütünü, güçlenen ve giderek burjuvaziye dönüÅŸen tüccarlar sınıfında görülen ilerlemelere paralel olmuÅŸtur. BaÅŸlangıçta jus mercatorum olarak tanınan ticaret hakları bir grup insanın hukuku olarak ortaya çıkmıştı ve mevcut ÅŸehir düzeni ile bir iliÅŸkisi yoktu. Tüccarlar arasında kullanılan bazı görenek ve kurallardan ibaretti. H. Pirenne’e göre tüccarların bu hukuku yavaÅŸ yavaÅŸ burjuva hukukuna dönüÅŸecektir. BaÅŸlangıçta o dönemin ÅŸehir sayılabilen yerleÅŸme yerlerinde geçerli olan hukuk kuralları çok farklı idi. Bir kısım insan özgür bile deÄŸilken, bazıları devlete, bazıları ise feodallere baÄŸlı yasal yükümlülükler altında yaşıyorlardı. Ä°nsanın insan üzerindeki mülkiyet hakkı olduÄŸu salt tarım uygarlığının ürünü olan bu hukukun yeni hayat düzeni ile uyuÅŸması mümkün deÄŸildi. Bu durum karşısında tüccarlar ve ailelerinin özgür olması gerekmektedir.’[1]

Tüccarın kenti bir ticaret merkezi haline getirmesi, orada sanayinin geliÅŸmesine de neden oldu. Endüstriyel hareketlenmenin amili olan imalatçı unsurlar da tüccar gibi yabancılardı ve tüccardan sonra kentlere gelip yerleÅŸmiÅŸlerdi. Kendi kendine yeten tarımsal bir örgütlenme içinde kendilerine yer bulan esnaf ve zanaatkârlar da bu tarımsal örgütlenmeye uygun hareket ediyorlardı. Loncalar etrafında örgütlenen zanaatkârların üretimleri ihtiyaca göre ve ihtiyaç kadardı. Lordun tarıma dayalı üretim yapan küçük imalatçısı ile kale ve kale ÅŸehrini inÅŸa eden, bakım ve onarım faaliyetlerini deruhte eden bağımlı zanaatkârı, kentlerdeki yeni endüstriyel hareketlenmenin dışındaydılar ve yeni imalatçı kitle dışarıdan geliyordu.

Tüccar ve tüccara baÄŸlı olarak geliÅŸen ÅŸehirler gittikçe kalabalıklaşıyordu. Bu durum kır kent ayrımını kalın çizgilerle belirginleÅŸtirirken aralarında sıkı bir iliÅŸkiyi de geliÅŸtiriyordu. ‘Hiçbir uygarlıkta, kent yaÅŸamı, ticaret ve sanayiden bağımsız olarak geliÅŸmemiÅŸtir. Ne antik çaÄŸda ne de modern zamanlarda bu kuralın dışında kalan bir durum olmamıştır. Ä°klim, halk ve din ayrılıkları, bu bakımdan tıpkı çaÄŸların ayrılıkları gibi önemsizdir… Bu evrensellik, zorunlulukla açıklanmaktadır. Gerçekten, bir kent grubu, ancak yiyecek maddelerini dışarıdan getirerek yaÅŸayabilir. Ancak, bu dış alımın, buna denk düÅŸen ya da bununla eÅŸ deÄŸerdeki mamul ürünlerin dış satımıyla dengelenmesi zorunludur. Böylece, kentle çevresindeki kırsal bölge arasında sıkı bir karşılıklı hizmet iliÅŸkisi kurulur. Bu karşılıklı bağımlılığın sürdürülebilmesi için ticaret ve sanayi vazgeçilmez ögelerdir; sürekli bir alışveriÅŸ saÄŸlamak için birincisi, deÄŸiÅŸim amacıyla mal saÄŸlamak için de ikincisi olmasaydı, kent yok olup giderdi… Kentsel ekonomiden daha eski olan kırsal ekonomi, kentsel ekonomi ile yan yana varlığını sürdürmüÅŸtür; biri, ötekinin geliÅŸimini engellememiÅŸtir.’[2]

Pirenne, kent ve kır iliÅŸkisindeki bu evrenselliÄŸe raÄŸmen, Batı Avrupa’daki kentlerin oluÅŸum ve geliÅŸimlerinin kendine has bir görüntü çizdiÄŸini söyler. OrtaçaÄŸ Avrupa’sındaki kentlerin özellikleri birbirlerinden tek tek farklıydı ve süreç de tek tek ve oldukça farklı iÅŸlemiÅŸtir. Bununla beraber konunun açıklığa kavuÅŸturulması için bir genelleme yapmanın ihtiyaç olduÄŸunu belirtir. Ä°lkel burjuvaziyi temsil eden tüccarların kentlerde yerleÅŸmeye baÅŸlaması ve ardından tarım dışı bir manifaktür faaliyetinin oluÅŸumu bir orta sınıf meydana getirmiÅŸti.

Burjuvanın mal dolaşımına yönelik özgürlük talepleri, bağımsız yerel siyasal birimler olan feodallerin toprakları üzerinden geçen ticari metaya gümrük uygulamaları, tüccarın kârını eritmesi ile yakından ilgiliydi. Burjuvanın bağımsız yerel siyasi birimlere karşı özgürlük talepleri, çetin mücadeleler ile üniter bir devlet anlayışının doÄŸuÅŸunun zeminini oluÅŸturmuÅŸtur. ‘Kentlerin doÄŸuÅŸu, Batı Avrupa’nın tarihinde yeni bir dönemin baÅŸlangıcını belirtmiÅŸtir. O zamana deÄŸin toplum yalnızca iki etkin düzen tanımıştı: rahipler sınıfı ve soylular. Orta sınıf onların yanında yerini alarak toplumsal düzeni tamamlamış, daha doÄŸrusu, bu düzende son bir düzeltme yapmıştır. Bundan böyle toplumsal düzenin yapısı deÄŸiÅŸmeyecekti; kendisini oluÅŸturan tüm öÄŸelere sahipti; yüzyıllar boyunca uÄŸrayacağı deÄŸiÅŸiklikler ise, dar anlamda, alaşımın içindeki farklı bileÅŸimlerden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildi. Rahipler sınıfı ve soylular gibi, orta sınıf da ayrıcalıklıydı. Belirli bir yasal topluluk oluÅŸturuyor ve sahip olduÄŸu özel yasa, hâlâ nüfusun büyük çoÄŸunluÄŸunu oluÅŸturan kırsal bölgelerde yaÅŸayan yığınlardan onu soyutluyordu. Gerçekten, daha önce de görüldüÄŸü gibi, orta sınıf ayrıcalıklı durumunu bozulmadan korumak ve bu durumdan doÄŸan yararları kendisine saklamak zorundaydı. Özgürlük, orta sınıf anlayışına göre, bir tekeldi… Bununla birlikte, özgürlük düÅŸüncesini her yerde yayma ve bilinçli olarak istemeksizin, kırsal sınıfların yavaÅŸ yavaÅŸ özgürleÅŸmesinde araç olma görevi bu orta sınıfa ayrılmıştı.’[3]

Kent gruplarının oluÅŸması ve pazarların canlanması, kırdaki ekonomik örgütlenmeyi alt üst etti. Ticaretin canlanmasından önce, efendisinin hakkını verecek ve kendisine yetecek kadar üretim yapan kır iÅŸgücü, ürünlerinin uluslararası ticarete konu olacak bir ÅŸekilde pazarlarda artık para ettiÄŸini görünce daha fazla üretmeye baÅŸladı. Kır iÅŸgücü, lordunun deÄŸiÅŸmez oranlı hakkını verdikten sonra kendisine hatırı sayılır bir nema kaldığını görünce, tarım yaptığı toprakları geniÅŸletmeye baÅŸladı. Lord da kendisine akan bu zenginliÄŸi görünce eli altındaki toprakları hızla tarıma açtı. Her geçen zaman içinde yeni kasabalar kuruluyor, etkin bir tarım yapılarak servete dönüÅŸtürülüyordu. Önemli bir fark vardı; bu yeni kasabalar özgür kasabalardı. ‘Böylece, eskisinden bambaÅŸka yeni bir köylü tipi ortaya çıktı. Eski köylülerin belirleyici niteliÄŸi kölelikti; yeni köylüler ise özgürdüler. Üstelik kasabalar aracılığı ile kırsal bölge örgütüne iletilen ekonomik tedirginliÄŸin yol açtığı bu özgürlük, kentlerin özgürlüÄŸünü örnek almıştı. Bu yeni kasabalarda oturanlar dar anlamda kırsal kentsoylulardı… Bu kasabalar yasal kuruluÅŸlar olup, kent kurumlarından esinlendiÄŸi açıkça görülen yerel özerkliÄŸe sahiptiler.’[4]

Toprağın geçimlik bir güvence olmasının dışında, zamanına göre müthiÅŸ bir zenginlik doÄŸurabileceÄŸinin anlaşılması ve bu zenginlikle birlikte biriken nakit paranın da para kazanabileceÄŸi gerçeÄŸinin anlaşılması, geleneksel toplumsal örgütlenmeyi anlamsızlaÅŸtırarak yeni bir toplumsal örgütlenmeye geçilmesine yol açmıştır. Ticaretin uÄŸramadığı iç bölgeler henüz köleliÄŸi yaÅŸarken, ticaret ve sanayi ile ortaya çıkan orta sınıfın meydana getirdiÄŸi özgürlük, zenginliÄŸi beraberinde getirmiÅŸti.

Feodalin kasasına akan nakit para, geleneksel örgütlenmeyi sarsmaya baÅŸlamıştı. Kilisenin görevlileri haricinde ortaya çıkan prenslerin memurları, yeni bir idari örgütlenmenin habercisiydiler. ‘Belki de feodal devletin en çarpıcı niteliÄŸi hemen hemen hiç maliyesinin olmayışıydı. Bu devlette paranın hiçbir rolü yoktu. Prensin topraklarından elde edilen gelir yalnızca onun kendi kesesini dolduruyordu. Kaynaklarını vergi yoluyla artırması olanaksızdı. Prensin mali bakımdan yoksulluÄŸu, gerektiÄŸinde deÄŸiÅŸtirilebilen ve kendilerine ücret ödenen kiÅŸileri iÅŸe almasını da önlüyordu. Görevliler yerine, yalnızca kalıtım yoluyla deÄŸiÅŸen vasalları vardı; bunlar üstündeki yetkisi de, kendisine karşı içtikleri baÄŸlılık andı ile sınırlıydı… Onüçüncü yüzyılda icra memurlarının ortaya çıkması, bir prensin gerçek bir kamu yönetimi kurmasına ve hükümranlığını zamanla egemenliÄŸe dönüÅŸtürmesine olanak verecek siyasal geliÅŸimin ilk belirtisi oldu. Çünkü, bunlar kelimenin tam anlamıyla memurdular. Emeklerinin karşılığı, toprak bağışı yoluyla deÄŸil, ücretle ödenen, sırasında görevden alınabilen bu memurlarla yeni bir hükümet tipi ortaya çıkmıştır’.[5]

Habermas, ‘kamu’ kavramının genel geçer ve üzerinde oydaşılmış bir tanımının bulunmadığını söyler. Kamu kavramının bir tanımdan ziyade, bir betimlemeyi barındırması, genel geçer bir kamu tanımını zaten mümkün kılamamaktadır. Ayrıca betimlemenin özü gereÄŸi geniÅŸ bir perspektif bakışı mümkün kılmasına raÄŸmen nihayetinde bir ‘aktarım’ olduÄŸu için ‘indirgemeci’ bir mahiyet taşıdığını sürekli akılda tutmak gerekiyor. Hebermas, burjuva kamu modelinin için ilk sınırlarını çizerken kamusal ve kamu kavramlarının birbirleriyle uyuÅŸmayan çeÅŸitli anlamları olduÄŸunu söyler ve bu uyuÅŸmayan kavramsallaÅŸtırmaların ‘birbirleriyle bulanık bir iliÅŸkiye girdiklerini’[6]belirtir. Habermas kamusalı, özel/kapalı alan ve açık alan kavramsallaÅŸtırmaları üzerinden ‘aleniyetle’ iliÅŸkilendirir. ‘Geleneksel toplumdaki segmentasyonlarda bulunan kapalı dünyalar on yedinci yüzyıldan itibaren giderek umumun ortak yaÅŸam alanında aleniyet kesbetmekteydi. Aristokratların malikânelerinde, emekçi sınıfın izbe mahallelerinde dışa kapalı dünyalar aleniyet kazanmakta ve sır perdesi aralanan açık bir toplum ortaya çıkmaktaydı. Kamusal yaÅŸam sadece aleniyet kazanmakla yetinmemekte, aynı zamanda giderek artan bir dinamizm de kazanmaktaydı. Sosyal yaÅŸamın renkliliÄŸi ve ortak yaÅŸamın geniÅŸleyen alanı aile ve kapalı cemaat içindeki duygusal iliÅŸkiler etrafında geliÅŸen özel yaÅŸam alanını giderek daraltmaktaydı.’[7]

Berman, varsıl kesimlerle yoksul kesimleri birbirinden ayıran yalıtılmış mekânların, ÅŸehirlerde hep var olduÄŸunu söylemektedir. Bu iki kesimin var olduÄŸu, kamusal alanda “hayatların aleniyet” kazanması ile ancak görünür olmuÅŸtur demektedir. Modernizm ile birlikte bu iki yalıtılmış kesim yüz yüze gelmiÅŸlerdir. Berman, bu yüz yüze geliÅŸi “çıplaklık, çıplak kalma, yüz yüze gelmeyi önleyen aristokrasinin örüntülediÄŸi koruyucu hâlenin kaybedilmesi” kavramları ile açıklar. ‘Marx iÅŸçi sınıfının baÄŸdaÅŸamayan insanlarının “yaÅŸamlarının gerçek koÅŸulları ve diÄŸer insanlarla olan iliÅŸkileriyle yüz yüze gelmeye” zorlandıklarında onları yıkan soÄŸuÄŸu alt etmek için bir araya geleceklerini ummaktadır. Kuracakları birlik yeni bir komünal hayata yakıt olabilecek bir kollektif enerji yaratacaktır. Manifesto’nun asli amaçlarından biri de soÄŸuktan çıkış yolunu göstermek, komünal sıcaklığa duyulan ortak özlemi beslemek ve yoÄŸunlaÅŸtırmaktır. Ä°ÅŸçiler keder ve korkudan ancak benliÄŸin en derin kaynaklarıyla baÄŸlantı kurarak kurtulabilecekleri için, benliÄŸin güzellik ve deÄŸerinin kollektif olarak tanınması yolunda mücadeleye hazır olacaklardır. Onların komünizmi, geldiÄŸi zaman, bir yandan giyeni sıcak tutarken bir yandan da onların çıplak güzelliÄŸini sergileyen bir tür saydam giysi gibi görünecek, böylece hem kendilerini hem de baÅŸkalarını en geniÅŸ biçimde tanıyabileceklerdir.’[8]

Berman, kentsel mekânlarda yüz yüze gelmeyi sürdürüyor; modern imparatorlukların kentleri modern zamanlara uygun bir tasarım ile deÄŸiÅŸtirme ve yeniden inÅŸa etme iradelerini ve sonuçlarını aktarıyor. ‘… III. Napoleon’u imparatorluk kararnamesiyle yetkilendirilmiÅŸ olan Paris ve civarı Valisi E. Haussmann OrtaçaÄŸ’dan kalan eski ÅŸehrin baÄŸrında muazzam bulvarlar ağı oluÅŸturuyordu. Napoleon ve Haussmann, yeni yolları kentin dolaşım sistemindeki atardamarlar olarak tasarlamıştı. Bugün orta malı olmuÅŸ bu imgeler 19. Yüzyıl kent yaÅŸamında bir devrimi ifade ediyordu. Yeni bulvarlar trafiÄŸin ÅŸehir merkezinden akmasını saÄŸlayacak ve bu nedenle bir uçtan bir uca uzanacaktı (o zaman için Don KiÅŸotça ve akıl almaz bir giriÅŸimdi bu.) Buna ilaveten kenar mahalleleri temizleyecek, karanlık ve boÄŸucu iltihaplı yığınlar arasında “nefes alacak yer” açacaklardı… Bulvarlar merkezi pazarları, köprüleri, kanalizasyon, suyolları, opera ve kültür saraylarını ve büyük bir parklar ağını da içeren geniÅŸ bir kentsel planlama sisteminin sadece bir parçasıydı. Haussmann’ın en çarpıcı ve ünlü izleyicisi Robert Moses 1942’de ÅŸöyle yazıyordu: “Adım adım büyük ölçekli modernizasyon sorununu ilk kavramış olan Baron Haussmann’dır.” Yeni inÅŸaatlar yüzlerce binanın yıkımına yol açtı, binlerce insanı evlerinden etti, yüzyıllardır varlığını sürdürmüÅŸ mahalleleri tümüyle yok etti. Ama ÅŸehrin tümünü, tarihte ilk kez tüm sakinlerine açtı. Artık, sadece mahallelerde deÄŸil mahalleler boyunca hareket etmek mümkündü. Yüzyıllardır birbirinden yalıtılmış hücreler halinde yaÅŸayan Paris, artık birleÅŸik bir fiziksel ve insani mekân oluyordu.’[9]

Kamu kavramının ortaya çıkışı, aristokrasinin ve ruhban sınıfının tekelinde bulunan yönetsel aygıta, ‘üçüncü sınıfın’ dâhil olma iradesini göstermesi ile gerçekleÅŸmiÅŸtir. Dolayısıyla kamusallık modern bir kavram olup, modern olana aittir. ‘Burjuva toplumunda kamu, kendisini ilkin kamusal topluluk olarak bir araya gelmiÅŸ özel ÅŸahıslar suretinde ortaya koyar. Özel ÅŸahıslar, hükümetin düzenlemelerine tabi olan kamuoyunu, kamusal erke karşı vakit geçirmeksizin sahiplenerek; bu erkle, esasen özelleÅŸmiÅŸ olan ama kamusal bakımdan da önem taşıyan mal dolaşımını ve toplumsal emekle ilgili genel kurallar konusunda hesaplaÅŸmaya koyulurlar. Bu siyasal mücadelenin, kendine özgü, tarihsel olarak benzeri olmayan bir aracı vardır: kamusal akıl yürütme (usavurum, muhakeme).’[10] Habermas, aristokratik otoritenin temsil edildiÄŸi devletle dolaysız bir iliÅŸkiye giren ÅŸirketleÅŸmiÅŸ sermayeyi bu süreçte yok sayar. Aristokrat olmayan sermayenin dolaysız bu iliÅŸkisi, burjuva kamusunun oluÅŸumu için bir araya gelmiÅŸ özel ÅŸahıslar grubu dışındadır. Asıl olan; ‘…o zamana dek ev ekonomisinin çerçevesi ile sınırlanmış faaliyetler ve bağımlılıklar, evin eÅŸiÄŸinden kamunun ışığına…’[11] Çıkmasıdır. Habermas evin eÅŸiÄŸini atlamış bu özelleÅŸmiÅŸ iktisadi faaliyetlerin artık kamuya mal olduÄŸunu söyler. YaÅŸamlar gibi iktisadi faaliyetler de aleniyet kazanmıştır. TopraÄŸa ve loncalara bağımlı kapalı devre bir üretim anlayışının kapitalist bir mahiyet ile deÄŸiÅŸime uÄŸraması, mal ve hizmet dolaşımının her türlü kayıttan azadelik talebi, kamuya mal olmuÅŸ iktisadi faaliyetlerin bir ‘toplumsallık’ meydana getirmiÅŸ olması, burjuva kamusunun oluÅŸumunun etkenleridir.

Habermas, burjuva kamusunun oluÅŸumunda okuma ve tartışma toplantılarını önemli görür. Kamuoyunun oluÅŸumunda bu okuma ve tartışma ortamlarının etkili olduÄŸunu kayıtlar. Önceleri devlet erkine baÄŸlı yayın organları olarak çıkan gazetelere özel muhalif kiÅŸilerin sahip olması ve yaygınlaÅŸmasını burjuva kamusunun geliÅŸmesinde ve kökleÅŸmesinde diÄŸer bir itici güç olarak görür. Gazetelerde boy gösteren siyasal dil gittikçe etkinleÅŸerek siyasal talepler haline gelecektir.

‘Siyasal iÅŸlevi olan bir kamu, ilk olarak 18. Yüzyıl döneminde Ä°ngiltere’de ortaya çıkar. Devlet erkinin kararlarını etkilemek isteyen güçler, taleplerini bu yeni forum nezdinde meÅŸrulaÅŸtırmak için, akıl yürüten kamusal topluluÄŸa yönelirler. Bu praksis ile baÄŸlantılı olarak, zümre (lonca) meclisi modern bir parlamentoya dönüÅŸür; ÅŸüphesiz bütün yüzyıl boyunca devam eden bir süreçtir bu.’[12] Habermas ilk önce Ä°ngiltere’de baÅŸladığını söylediÄŸi kamunun siyasal iÅŸlevinde, gazeteler, toplantılar ÅŸeklinde baÅŸlayan kamuoyunun oluÅŸumunun, siyasal muhalefetin akıl yürütme araçları haline getirildiÄŸini söylemektedir. Ä°ngiltere’de tacın yanına getirilmiÅŸ olan parlamentoda hükümet erkinin etkilenmesi yönünde halkın sesi olmak, halkın sesine kulak vermek ve halkın saÄŸduyusuna güvenmek olarak sıkça serdedilen kamuya yapılan atıflar nihayetinde yarışmacı ve genel oya dayalı bir seçimle iÅŸ başına gelen iktidarlar ile demokratik bir siyasal yaÅŸamı meydana getirmiÅŸtir.

‘Fransa’da da, lakin ancak 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, siyasal akıl üreten bir kamusal topluluk ortaya çıktı. Bununla beraber, Devrimden önce bu kamusal topluluk, kendi dinamiklerini, dönemin Ä°ngiltere’sinde olduÄŸu gibi etkili bir ÅŸekilde kurumsallaÅŸtıramadı. Sansürün onayı olmaksızın tek bir satır basılmamakta, siyasal gazetecilik geliÅŸememekte, peryodik basın bir bütün olarak cılız kalmaktaydı… Eksik olan, sadece geliÅŸmiÅŸ bir siyasal gazetecilik deÄŸildi; ayrıca böyle bir basının etkisi altında yavaÅŸ yavaÅŸ halk temsilciliÄŸine dönüÅŸebilecek bir zümre meclisi de yoktu; Genel zümre meclisleri 1614’ten beri toplantıya çaÄŸrılmıyordu. Mevcut parlamentler (parlömanlar), yani esasında Kral’a bütünüyle bağımlı olmayan yegâne siyasal güç konumunda olan yüksek mahkemeler; burjuvanın zirveleri deÄŸil, burjuvalaÅŸtırılmış ara iktidarları cisimleÅŸtirirler; o da mutlakiyetçi yönetimin merkeziyetçiliÄŸi karşısında tutunabildikleri ölçüde. Nihayet bu tür kurumlar toplumsal temelden de yokundular. Hükümdarlık yönetimi altında, genel olarak ticaret ve sanayi ile uÄŸraÅŸan burjuvalar deÄŸil; spekülatörler ve bankerler, tacir imalatçılar, büyük tüccar ve mültezimler, ulusun zenginliÄŸini elinde toplayan burjuvazi haline geldiler. Fakat bunlar, siyasal açıdan ulusun kaderi üzerinde etkide bulunamıyorlardı; Ä°ngiltere’de olduÄŸu gibi, soyluluk ve yüksek bürokrasi ile birleÅŸip, saÄŸlam bir itibara dayanan ve sermaye yaratan sınıfların çıkarlarını Krala karşı siyasal açıdan da savunabilecek türdeÅŸ bir üst tabaka oluÅŸturmuyorlardı… Burjuva kültürü salt ideoloji deÄŸildi. Özel ÅŸahısların salonlarda, klüplerde ve okuma topluluklarındaki akıl yürütme faaliyetleri üretim ve tüketim döngüsüne, hayati mecburiyetlere dolaysızca tabi olmayıp, hayati mecburiyetlerden özgürleÅŸme ÅŸeklindeki Helenistik anlamda “siyasal” karaktere salt edebî biçimi (öznelliÄŸe dair yeni deneyimlerin anlaşılır kılınması) içinde dahi sahip bulunduÄŸundan; daha sonra ideolojiye indirgenen fikrin, yani insanlık fikrinin oluÅŸumu burada mümkün olabildi. Zira mülk sahibinin biyolojik/tabii ÅŸahısla yani insanla özdeÅŸtirilmesi, özel alanın kendi içinde, özel ÅŸahısların hayatlarının bireysel yeniden üretimi yararına yürüttükleri iÅŸler ile özel ÅŸahısları kamusal topluluk olarak birleÅŸtiren iliÅŸkiler arasında bir ayrım yapma ÅŸartına dayanır. Fakat tam da bu eÅŸik, edebi kamu tüketim alanına intibak ettiÄŸi ve oranda düzleÅŸmiÅŸ olur.’[13]Habermas’dan yapılan bu uzun alıntıdan da anlaşılacağı üzere, burjuva kamusunun siyasal iÅŸlevi, billurlaÅŸmış bir siyasal iÅŸlev olmak zorundadır. Bu zorunluluk, Habermas’da burjuvayı soyut bir alana çeker. Burjuva ve burjuva kamusunun soyutluluÄŸu aynı zamanda kamusalı ideolojik bir kutuplaÅŸmanın ve çıkar temelli bir çatışmanın alanı yapar.

‘Livre Rouge, bütün hükümetçe bağışlanmış iratların listesini içeren bir kırmızı kitaptı. Sayfaları arasında bir berber olan Ducrest’in de adı vardı. Niçin yılda 1.700 livre irat bağışlanmıştı ona? Çünkü Kont d’Artois’nin kızının berberiydi. Kızının, yapılacak saçı bile çıkmadan bebekken ölmüÅŸ olması hiçbir deÄŸiÅŸtirmiyordu. Ducrest iradını kullanıyordu… Gelir gideri düzenleyeceÄŸine, gider geliri belirliyordu. GeliÅŸigüzel, düÅŸüncesizce harcama daha büyük miktarda para toplayacak ÅŸekilde vergilendirmeye yol açıyordu.’[14]Ruhban ve laik soylular; üretmeden tüketenler sınıfı. Üçüncü sınıf; üretenler ve ürettiklerine soylular tarafından el konulanlar.

 

Sombart, bu iki sınıfın zorunlu iliÅŸkilerinin deÄŸiÅŸiminden yola çıkarak burjuvayı ve kapitalizmi çözümlemektedir. Burjuvayı yaratan, ekonomik faaliyetlerin büyüklüÄŸü yani ekonominin hacmidir. Burjuvaya deÄŸiÅŸtirici bir güç hamledilmesinden ziyade, esasında güç; ekonominin gittikçe artan hacmi ve artan bu hacmin getirmiÅŸ olduÄŸu iliÅŸkilerin ve ekonomik faaliyetlere bakış açısının deÄŸiÅŸimidir. Aslında çözümlenmesi gereken ana soru ÅŸu: ‘…ekonomik zihniyet mi ekonomik bir yaÅŸamın oluÅŸmasına yol açtığı yoksa tam tersine ekonomik yaÅŸamın mı ekonomik bir zihniyetin oluÅŸmasına yol açtığı soru(sudur)’[15] Sombart, OrtaçaÄŸ zihniyetinde varsıllığın zihniyetini toprakla özdeÅŸleÅŸtirir. Bir topraÄŸa sahip olmak efendi olmaktı. Efendi yani senyör, toprağının ona bahÅŸetmiÅŸ olduÄŸu zenginliÄŸi dağıtan cömert biri olmalıydı. Bir senyör ne kadar eli açıksa ve ne kadar çok harcıyorsa o kadar senyördü. Altın, daha doÄŸrusu bir deÄŸer ölçüsü olan para, sadece bir güç gösterisinden öteye geçmiyordu. ‘Germenler, Roma Ä°mparatorluÄŸunun sınır bölgelerinde akınlara baÅŸladıklarında altınları olmayan bir halktı. Üçüncü yüzyıldan sonra Romalıların gümüÅŸ paraları giderek kötüleÅŸmeye baÅŸlamıştı. Üstü ince bir gümüÅŸ tabakasıyla kaplanmış, deÄŸersiz bakır parçalarından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildi. Bu yüzden altın Germenlerin ilk ele geçirmek istedikleri nesne haline gelmiÅŸtir. Bununla birlikte peÅŸinden koÅŸtukları, altın para ÅŸeklinde dökülmüÅŸ metal parçası deÄŸil savaÅŸçı süsleri ya da deÄŸerli kap kacak ÅŸeklinde altındı… Üzerinde deÄŸerli bir süs eÅŸyası taşımak savaÅŸçıyı onurlandırırken, aynı zamanda bir gurur kaynağı oluyordu… Geç Orta ÇaÄŸ yüzyıllarına kadar Avrupa halklarının sürdürdükleri bu hazine biriktirme tutkusunun aÅŸk ve paradan daha önemli olduÄŸu söylenebilir.’[16]

Bir köylü, bir esnaf ya da bir zanaatkâr, geçinebilmek için hava ÅŸartlarına, toprağın verimine, hasadın baÅŸarısına bel baÄŸlıyordu. Esnaf ve zanaatkâr için köylünün kasaba ya da kente geliÅŸ gidiÅŸ sıklığı çok önemliydi. ‘Kapitalizm öncesi dönemin kısıtlı olanakları nedeniyle halkın büyük çoÄŸunluÄŸu geliriyle gideri ve gereksinimleriyle üretilen mallar arasındaki orantının bozulmamasına dikkat etmek zorundaydı. Hiç kuÅŸkusuz burada ilk sırayı alan gereksinimler gelenekler tarafından belirlenmiÅŸ olup, karşılanması gerekenlerde bunlardı. Kapitalizm öncesi ekonomi oluÅŸumuna damgasını vurmuÅŸ olan geçim düÅŸüncesinin de bu ÅŸekilde ortaya çıkmış olduÄŸu söylenebilir.’[17] Burjuva bu ekonomik örüntülerden çıkmamıştır.

Burjuva, ekonomiyi yönetebilen bir zihniyetin ürünüdür. Sombart, burjuvayı bir sınıf olarak deÄŸil bir “insan tipi” olarak tarif eder. Bu insan tipinin yaslandığı zihniyetin bir “erdemler” manzumesi ürettiÄŸinden bahseder: ‘Günümüzde “kapitalist zihniyet” olarak adlandırılan ÅŸeyin oluÅŸumunda giriÅŸimci ruhu ve elde etme içgüdüsü ya da kazanç aÅŸkının yanı sıra kendilerini “burjuva erdemleri” olarak adlandırdığım ve pek çok psikolojik nitelik arasından çekip çıkartarak ürettiÄŸim bir bütün vardır. Bu deyimle ifade etmeye çalıştığım ÅŸey iyi bir burjuva ya da aile babası, saÄŸlam ve “duyarlı” bir adamında bulunması gereken düÅŸünce ve ilkelerdir… kentte oturan herkes ve karşımıza ilk çıkan tüccar ya da zanaatkâr “burjuva” deÄŸildir… Ä°yi bir ev sahibi ekonomik yaÅŸantısını akla uygun bir hale getirir. Burada söylenmek istenen ÅŸey ekonomiyle ilgili hiçbir ÅŸeyin ev sahibinin gözünden kaçmaması, bütün ekonomik sorunlarla ilgilenmesi, ayıp ya da onur kırıcı ÅŸeylermiÅŸ gibi bunlardan söz etmekten utanmaması tam tersine fırsat buldukça ekonomik baÅŸarılarıyla övünmesi gerektiÄŸidir. Bu öÄŸüt o dönem için yepyeni bir düÅŸüncedir çünkü böyle düÅŸünen ilk insanlar büyükler ya da zengin olarak adlandırılanlardır… Eskiden yaÅŸamış olan senyör kadar hatta ondan da çok para harcayabilecek birinin ekonomik yönetim sorunlarını düÅŸüncelerinin ve uÄŸraşılarının merkezine yerleÅŸtirmesi yeni, yepyeni bir ÅŸeydir… Senyörlük ekonomisi her ÅŸeyden önce harcama üzerine kurulmuÅŸ olan bir ekonomidir. Senyörün konumuna uygun bir yaÅŸam sürdürebilmesi için belli bir gelire ihtiyacı vardır. Yararsız harcamalar yapması ve israf edebilmesi için belli reçetelere ihtiyacı vardır. Bizim ilgilendiÄŸimiz dönemde ekonominin temelinde bir deÄŸiÅŸiklik olmuÅŸtur. Ekonomi harcamalar üzerine oturmayı bırakarak gelirler üzerine oturmaya baÅŸlamıştır.’[18]

Senyörün ÅŸan ve ÅŸöhret için deÄŸerli meta biriktirmesi ve bu birikimini israfça harcamasının aksine, burjuvanın “tasarruf zihniyeti”, sermaye birikimini saÄŸlayan dinamik bir olgudur. Tasarruf zihniyetinin, kıt kanaat geçinen kesimlerde deÄŸil de varlıklı kesimlere yayılması, yepyeni bir anlayış olan gelir eksenli bir ekonomi anlayışına uygun bir davranıştır. ‘Tasarruf zihniyeti hiçbir dış zorlamaya gerek kalmadan, özgürce, kiÅŸinin kendi arzu ve iradesiyle yerleÅŸmelidir. Bir kez daha dikkat edilecek olursa burada sorun tasarruf zihniyetinin yiyecek bir lokma ekmek bulmakta zorlanan küçük insanlar arasında yayılması deÄŸil, zengin insanların evlerine sokulmasıdır. Ä°ÅŸte size o günün insanlarını hayretler içinde bırakan bir yenilik daha. Varlıklı insanların artık para harcamaktan kaçınmaya baÅŸladıkları görülmektedir… Dünya tasarruf düÅŸüncesiyle tanışmaya baÅŸlamıştır. Bu zorla deÄŸil gönüllü olarak yapılan bir tasarruftur. Ä°htiyaçtan doÄŸan zorunlu bir tasarruf deÄŸil, bir erdem olarak algılanan tasarruftur… XVI. Yüzyıldan günümüze kalmış pek çok “tüccar kitabı”, “tüccar sözlüÄŸü”nde iÅŸ yaÅŸamında erdemli olmak akıllıca davranmak gibi konularla ilgili yaÅŸlı ve genç tüccarlara yönelik bol miktarda öÄŸüt vardır. Temel kurallar hiç ÅŸaÅŸmamaktadır. Her konuda iyice düÅŸünmek, düzenli, kanaatkâr, titiz ve tutumlu olmak. Bu kurallara uyduÄŸun takdirde her ÅŸeye sahip saygın ve varlıklı bir vatandaÅŸ olursun denilmektedir.’[19] ‘Bir insan, kredisini etkileyecek en önemsiz davranışları bile dikkate almak zorundadır. Alacaklıların, senin çekicinin vuruÅŸlarını sabahleyin saat 5 ya da akÅŸamleyin 8 civarında duymaları onları memnun eder. Sen iÅŸinin başında olman gerektiÄŸi zaman, alacaklın seni bilardo masasına gördüÄŸü ya da sesini meyhanede iÅŸittiÄŸi zaman, ertesi sabah ödemeni hatırlatır ve sen parayı henüz kullanmadan önce onu senden geri ister.’[20] 

Max Weber, Sombart’ın ekonominin büyüklüÄŸü üzerinden zihniyetin ve iliÅŸkilerin deÄŸiÅŸiminde geleneksel bir ekonomik düzenin varsayıldığını söyler. Weber’e göre; asıl olan, geleneksel olanın “kapitalist ruh” ile deÄŸiÅŸmiÅŸ, hatta altüst olmuÅŸ olmasıdır. Kazanç güdüsü her zaman var olmuÅŸtur, fakat modern kapitalizmde kazanç güdüsü bir tutku haline gelmiÅŸtir. Eskinin ya da geleneÄŸin “kararınca kazanma” iradesi sakin yaÅŸamı mümkün kılıyordu. Modern kapitalizmde ise sürekli kazanma hırsı (vurgun/vurguncu deÄŸil) bir ruh halidir. Bu ruh halini temsil eden burjuvayı Weber, “sonradan görmeler” olarak takdim eder. Weber’e göre her ÅŸeyi altüst eden iÅŸte bu sonradan görmelerdir ki; ekonomik faaliyetlerinde hiçbir engelleyici gücü görmek istemeyen güç, bu güçtür. ‘Esasen Yeniçağın eÅŸiÄŸinde, burada “Kapitalizmin Ruhu” olarak adlandırdığımız anlayışı taşıyanların, ticaret aristokrasisi içindeki kapitalist giriÅŸimciler deÄŸil, daha çok sanayi sektöründe yükselen orta sınıf katmanları olduklarını göreceÄŸiz. 19. Yüzyılda da bu anlayışın klasik temsilcileri, ticari miras zengini Liverpoollu ve Hamburglu aristokrat beyefendiler deÄŸil, genellikle ufak ufak yükselen Manchester ya da Rheinlad-Westfalyalı sonradan görmeler oldu. 16 yüzyılda da benzer bir durum vardı. O zamanlar yeni doÄŸmakta olan sanayi, büyük ölçüde, sonradan görmelerin ağırlıklı gücüne göre oluÅŸmuÅŸtu… Geçen yüzyılın ortalarına kadar… tüccarların günlük yaÅŸamıysa ÅŸöyle cereyan etmiÅŸ olmalıydı: Çok yoÄŸun olmayan çalışma saatleri, saygın yaÅŸama biçimi için iyi zamanlarda küçük bir servet biriktirebilecek kadar yeterli miktarda kazanç, iÅŸ iliÅŸkileri üzerinde anlaÅŸma yapılırken rakipler arasında tamamen göreli büyük bir uzlaÅŸma, sabah erkenden dükkanı açtıktan sonra “eÅŸ dost çevresi”nin bol bol günlük ziyaretleri, sohbet toplantıları, akÅŸamüstü keyif içkisi ve yaÅŸamın sakince akışı… Zamanın birinde, sakince iÅŸleyen bu düzen birdenbire bozuldu; üstelik örgütlenme biçiminde herhangi bir köklü deÄŸiÅŸiklik gerçekleÅŸmeksizin. Ne olmuÅŸtu da her ÅŸey tersine dönmüÅŸtü? Aslında olup biten yalnızca ÅŸuydu: Ortaklık yapan toptancı ailelerden birine mensup genç bir adam kentten köye taşındı, dokumacıları kendi ihtiyacına göre titizce seçti, onları giderek daha bağımlı kıldı, denetimini gittikçe arttırdı ve böylece çiftçilerden eÄŸitimli iÅŸçiler yetiÅŸtirdi. DiÄŸer yandansa tüketicilere olabildiÄŸince doÄŸrudan ulaÅŸarak satış yaptı: Perakende ticareti ele geçirdi ve müÅŸterilere kiÅŸisel olarak reklam yaptı. Onları her yıl düzenli ziyaret etti. Her ÅŸeyden, ürünlerinin niteliÄŸini tüketicilerin ihtiyaç ve arzularına uygun hale getirmeyi, onları “beÄŸendirecek ÅŸekilde” yapmayı bilmekteydi ve aynı zamanda “ucuz fiyat, yüksek satış” ilkesini uygulamaya baÅŸladı. Åžimdi her zaman ve her yerde olan ÅŸey, “akılcı hale getirme” sürecinin sonucu tekrarlandı: Yükselemeyen kiÅŸi düÅŸmek zorunda kaldı. Cennet gibi yer, baÅŸlayan yıkıcı rekabet kavgası altında çöküÅŸe uÄŸradı, büyük servetler kazanıldı ve para faize deÄŸil, yeniden iÅŸletmeye yatırıldı. Eski sakin ve güvenli yaÅŸama standardı, yerini ruhsuz bir ölçülülüÄŸe bıraktı. Yeni giriÅŸimciler, bu ruhsuz ortama, kazandıkları parayı harcamak istedikleri için deÄŸil sadece para kazanmak istedikleri için katıldılar ve yükseldiler.’[21]

Bu aÅŸamada burjuvaziyi siyasete, iktidar talebine yönelten neydi? Köylü diÅŸinden tırnağından arttırdıkları ile küçük de olsa bir toprak parçası almanın peÅŸindeydi. Ağır vergileri ödedikten sonra toprağına kavuÅŸuyordu ama feodal kanunların dayattığı angaryaları devam ediyordu. Köylü toprağına kavuÅŸuyordu ama özgürlüÄŸüne kavuÅŸamıyordu. Burjuvanın toprağı yoktu daha doÄŸrusu burjuva, topraÄŸa bağımlı bir ekonomik anlayışa mahkûm deÄŸildi. Köylünün toprağı, burjuvanın parası vardı. ‘Köylü gelirinin tam ne kadarını vergi olarak ödüyordu?.. Yapılan hesaba göre kazancının yüzde seksenini çeÅŸitli vergi tahsildarlarının elinde kalıyordu. Kalan yüzde yirmiyle beslenmesi, barınması ve ailesini giydirmesi gerekiyordu. Köylünün homurdanmasında ÅŸaşılacak bir ÅŸey yok… Daha önce de köylü ayaklanmaları olmuÅŸtu. Bu ayaklanmalar feodal düzenlemelerin takımını silip süpürememiÅŸ, ama köylülerin durumunu da düzeltmiÅŸti. Åžimdi engelleri tamamen yok etmek için köylülerin yardıma ve öncüye ihtiyacı vardı. Yükselen orta sınıfta aradıklarını buldular. Fransız Devrimi’ni yapan ve bundan en kazançlı çıkan yükselen orta sınıf, burjuvazi oldu. Burjuvazi Devrim’i yaptı, çünkü yapması gerekiyordu. Zorbaları devirmese kendisi ezilecekti. Küçük civciv gibiydi, büyümüÅŸ, kabuÄŸunu kırması ya da ölmesi gereken noktaya varmıştı. GeliÅŸen burjuvazi için ticaret ve endüstrideki kısıtlama, düzenleme ve baskı, hükümetin küçük gruplara tekel ve ayrıcalık bağışlaması, çağını doldurmuÅŸ loncaların ilerlemeyi kösteklemesi, kendilerine söz hakkı tanınmadan yasalar çıkarılması ve eski yasaların varlığı, mücadeleci devlet memurlarının çoÄŸalması, hükümet borçlarının gittikçe büyüyen hacmi (bütün bu çürüyen, yozlaÅŸan feodal toplum) kırılması gereken kabuÄŸu meydana getiriyordu.’[22]

Burjuvanın eÄŸitimi, mesleÄŸi ve parası olmasına raÄŸmen soylular katında itibarı yoktu. Soyluların kan bağına dayalı üstünlükleri, her türlü ayrıcalıkları edinmeleri için yeter sebepti. Burjuva, yönetim iÅŸlerinden anlıyordu, yönetim hakkında bilgileri ve öngörüleri vardı. Feodal sisteminin yozlaÅŸmış kalıntıları, akıl dışı bir yönetimi muhafaza etmekte ısrarlıydı ve bu ısrar, burjuvanın birikimini tehdit ediyordu. ‘Burjuvaziyi kimler oluÅŸturuyordu? Bunlar yazarlar, doktorlar, öÄŸretmenler, avukatlar, yargıçlar, devlet memurları, (eÄŸitim görmüÅŸler sınıfı) tüccarlar, imalatçılar, bankerlerdi; hem zaten paralı, hem de fazlasına göz dikmiÅŸ durumda… Yetenekleri vardı. Kültürleri vardı. Paraları vardı. Ama bütün bu ÅŸeylerin onlara toplumda saÄŸlaması gereken yasal yere bir türlü gelemiyorlardı… Burjuvazi, politik gücünün iktisadi gücüyle orantılı olmasını istiyordu.’[23] ‘Ve aynı ÅŸekilde, bu süreçte pervasız ve acımasız spekülatörler, ekonomi tarihinin her döneminde rastlanan türden ekonomik maceraperestler, dışarıdan göze çarpmayan ve ekonomik yaÅŸantının bu yeni ruhla iÅŸlemesi için kararlı dönüÅŸüm saÄŸlayan “büyük para babaları” pek yoktur; tersine, ağır yaÅŸama ÅŸartları altında yetiÅŸmiÅŸ, aynı zamanda ölçüp biçen ve cesur, her ÅŸeyden önceyse ölçülü ve istikrarlı, katı burjuvaca görüÅŸleri, “ilkeleri” ve politikalarıyla kendilerini tamamen iÅŸlerine adamış insanlar vardır… Kapitalist ekonomi düzeni para kazanma “mesleÄŸine” baÄŸlılık gerektirir. Bu ekonomi düzeni dış dünyadaki mallara karşı bir davranış türüdür ve bu davranış da, yukarıda sözü edilen yapıya çok uygun ve ekonomik varoluÅŸ kavgasındaki zafer ÅŸartlarıyla çok iliÅŸkilidir. Sözü edilen “kar düÅŸkünü” yaÅŸama biçimiyle herhangi bir “dünya görüÅŸü”nün zorunlu baÄŸlantısı konusundaysa bugün nerdeyse hiç konuÅŸulmamaktadır. Kapitalist ekonomi düzeni özellikle herhangi bir dinsel güç tarafından onaylanmayı gerekli görmez ve ekonomik yaÅŸantının kilise kurallarıyla etkilenmesini, hatta devlet tarafından yapılacak düzenlemeyi bile, hissedilir olduÄŸu ölçüde engel olarak algılar. Ticari ve sosyal politik çıkarlar “dünya görüÅŸü”nü belirleme eÄŸilimindedir. Kim kendi yaÅŸama biçiminde kapitalistçe baÅŸarının gerektirdiÄŸi koÅŸullara uyum saÄŸlayamazsa yok olup gider yahut hiç yükselemez.’[24]    

1-      Modern Devlet ve Bürokrasi:

Genel bir ayırım yapılacak olur ise; devleti açıklayan iki ana yaklaşımdan bahsedilebilir. Birincisi; devleti, artan toplumsal ihtiyaçların giderilmesi yönündeki örgütlenme biçimleri olarak açıklayan “olgusal” yöntemdir. Ä°kincisi; devleti, her türlü baÄŸlamından bağımsız “aÅŸkın” öznel bir varlık olarak açıklayan yöntemdir.

‘Devlet, toplumun büyümesi ve karmaşık bir yapıya eriÅŸmesinin sonucudur.’[25] Büyüme ve karmaşık bir yapının devlete dönüÅŸmesinde farklılaÅŸma, anahtar bir rol üstlenmektedir. Toplumsaldaki farklılaÅŸma durumu siyaseti doÄŸurmaktadır. Farklılıkların anlamlı ve müÅŸterek sonuçlara matuf olabilmesi için eylemleri düzenleyen, yönlendiren, öncelikleri tespit eden bir öznenin bulunması gereklidir. Siyasetin toplumsal hiyerarÅŸiyi oluÅŸturarak toplumu oluÅŸturan unsurlardan ayrık bir özne olarak teÅŸkilatlanmasından ise devlet doÄŸmaktadır.

Siyaset ve devlet iliÅŸkisi salt mekanik bir iliÅŸki olmaktan öte karmaşık bir iliÅŸkiler ağına sahiptir. ‘Ä°nsanoÄŸlunun sosyal bir canlı olması gerçeÄŸi, beraberinde iÅŸ bölümü, uzmanlaÅŸma, yer aldığı müÅŸterek faaliyetlerde farklı rol ve statüleri gündeme getirmiÅŸtir. Tüm sosyal oluÅŸumlar ve müÅŸterekliklerde bir emir-itaat iliÅŸkisi yer alacağından, Aristoteles’in ifadesiyle, insan sosyal bir canlı olduÄŸu kadar siyasal bir canlıdır da. Bu açıdan bakıldığında siyaset, sadece resmi kurumlarla sınırlandırılacak kadar dar bir eylem alanı deÄŸildir. Aynı ÅŸekilde, Weber’in ‘irade yürütebilme becerisi’ olarak tanımladığı iktidar da tüm insan iliÅŸkilerinde yer alan bir olgudur…16. yüzyıl itibariyle toplumdan farklılaÅŸmış bir grubun kullandığı merkezileÅŸmiÅŸ iktidar ve belli bir toprak parçasının tümü üzerinde bütünleÅŸmiÅŸ bir örgüt olarak devletten bahsetmek mümkündür. Yönetme nesnesi hem nüfus hem de toprak olan ‘yönetici devlet’, nüfusu yönetmek için eÄŸitimden saÄŸlığa, güvenlikten dine, ekonomiye, çok çeÅŸitli zeminlerde birçok farklı iÅŸlevi bünyesinde toplayan ve yurttaÅŸlarının yaÅŸamları üzerinde doÄŸrudan adli tasarrufta bulunabilen devlettir.’[26]

Devlet ve devlet aygıtlarının insanlığın tabii bir yönelimi olup olmadığı yönündeki tartışmaların nihayetinde gelip dayandığı nokta; devlet denilen olgunun tarihsel süreç içerisinde sürekli deÄŸiÅŸimler geçirmiÅŸ olduÄŸu gerçeÄŸidir. Siyasal deÄŸiÅŸim, esasında makul olanın deÄŸiÅŸimidir. DeÄŸiÅŸen makuliyetler, mevcut sosyal ve siyasal gerçeklikler dâhilinde toplumsal bir eleÅŸtiriyi vücuda getirir ve bu eleÅŸtiri daha çok “yönetsel olanın ne olması gerektiÄŸi” yönünde bir itiraza dönüÅŸür. Ä°tiraz, iktidarı hedeflemiÅŸ bir iradenin siyasal bir talebi olarak siyasala ait olanları köklü deÄŸiÅŸimlere uÄŸratır.

Modern devlet, artık makuliyetini kaybetmiÅŸ Avrupa merkezli feodal siyasal örgütlenmesine karşı, burjuvanın rasyonel yönetim talebinden doÄŸmuÅŸtur. ‘Devlet nasıl ortaya çıktı? Ä°nsanların bir arada yaÅŸamaktan kaynaklanan sorunlarını çözmek için devletin icat edildiÄŸini veya kendiliÄŸinden bir süreç içinde evrimle ortaya çıktığını savunanların yanında, onun kökenini, insanlar arasındaki çatışma potansiyelinde arayanlar da vardır. Yine devleti, ilahî iradenin ürünü olarak görenlerin yanında, insanlığın veya evrensel aklın geliÅŸiminde ulaşılan en yüce kurum olarak alkışlayanlar da mevcuttur. Bir kurum olarak devletin tarihsel geliÅŸimi içinde ön plana çıkarılan boyutları (örgüt yapısı veya iÅŸlevi; rızaya veya zora dayanması vs.) neler olursa olsun, onun geliÅŸim süreci iliÅŸkin genel kabul gören bazı tespitler yapabiliriz. Ä°lk olarak söylenmesi gereken, devletin insanlık tarihiyle yaşıt olmadığıdır. Ä°nsanlığın devletsiz yaÅŸadığı dönemler olmuÅŸtur. Devletin ortaya çıkışı ve geliÅŸimiyle ilgili olarak vurgulanması gereken diÄŸer bir konu ise, Onu oluÅŸturan -güç kullanma ve egemenlik gibi- temel unsurların ve bu unsurlara yüklenilen anlamların zaman içinde önemli farklılıklar gösterdiÄŸidir. Üçüncüsü, devlet her zaman bugünkü anlamıyla mevcut olmamıştır. Ä°nsanların bir arada yaÅŸadığı, yöneten ve yönetilen farklılaÅŸmasının ve az çok merkezî bir otoritenin belirginleÅŸtiÄŸi ilk çaÄŸlardan itibaren, adına devlet denilen siyasî örgütlenmeler mevcut olmuÅŸtur. Modern devlet nispeten yeni bir olgudur ve Onaltıncı Yüzyılda (bu tarihi bir yüz yıl önceye veya sonraya taşıyanlar da vardır) Batı Avrupa'da ortaya çıkan ve zamanla dünyanın her yanına yayılan bir devlet biçimini ifade etmektedir. Modern devleti, kendisinden önceki devlet formlarından ayıran en önemli fark, öncekilerde çoklu ve bölünmüÅŸ iktidar yapılarının mevcut olmasıdır. Belirli sınırlar içinde meÅŸru güç kullanma tekeline sahip egemen bir otorite olarak, devletin geçtiÄŸi aÅŸamalarda tarih içinde belirginleÅŸen "Eski Yunan polisleri, Roma Ä°mparatorluÄŸunun kabile federasyonları, feodal krallıklar, site veya kent devletleri, modern devlete içkin olan siyasi iktidar 'birliÄŸinden yoksundur"(lar).’[27]

Burjuvanın rasyonel yönetim talebi, devletin ve devlet aygıtlarının iÅŸlevselliÄŸini yeniden tanımlamış ve bu iÅŸlevselliÄŸe koÅŸut olarak devletin örgütlenme biçimini ve içeriÄŸini belirlemiÅŸtir. ‘Modern devlet, siyasal iktidarın dönüÅŸüm ekseninde kurumsallaÅŸmış siyasal iktidara karşılık geldiÄŸi için, devletsiz toplumlardan ve kutsallaÅŸtırılmış siyasi iktidardan faklı olarak, yasayı söyleyenin de onu uygulayanın da farklı organlara tekabül ettiÄŸi bir yapılanma gösterir. Artık yasa-uygulama birliÄŸi ortadan kalkmıştır. Yasa-uygulama birliÄŸini ortadan kaldıran modern devlet yapılanması, fiziksel, rasyonel ve hukuksal özelliklere sahiptir. Modern devletin omurgası meÅŸru ÅŸiddet tekelidir ve egemenlik ve sınırlarla birlikte devletin fiziksel yapısını meydana getirirler. Bununla birlikte, devlet, idari merkezileÅŸme anlamına gelen bürokrasi sayesinde rasyonel bir nitelik kazanır.’[28]

DeÄŸiÅŸimler, mevcudun zemininde vuku bulur. Mevcuda yönelik eleÅŸtiri, esasında mevcudun hayatiyetini devam ettirebilmesini amaçlayan sosyal, siyasal ve ekonomik bir meÅŸruiyet sorgulamasıdır. MeÅŸruiyet sorgulaması sonucunda el deÄŸiÅŸtiren iktidar, dar anlamda siyasal bir tasfiye niyetini deÄŸil, mevcudun makul olanın iÅŸaret etmiÅŸ olduÄŸu yönde hayatiyetinin devam etmesini amaçlar. ‘Bugünkü anlamıyla kullandığımız modern devlet ise, Avrupa'da feodalitenin sönmekte olan ateÅŸinden doÄŸmuÅŸtur. Monarklann zayıf figürler olduÄŸu ve seküler iktidarı feodal lordlarla, manevî iktidarı ise Kiliseyle paylaÅŸtıkları feodal dönemde yönetim ve ekonomi, merkezî bir düzenlemeye çok fazla ihtiyaç duymuyordu. Ancak bu yapı Onaltıncı ve Onyedinci Yüzyıllarda önce Fransa ve Ä°ngiltere'de, sonra da Prusya, Rusya ve Avrupa'nın diÄŸer yerlerinde deÄŸiÅŸmeye baÅŸladı. Monarklar, toprak aristokrasisini egemenlikleri altına almayı baÅŸardılar. Askerî güçlerin kralların buyruÄŸuna girmesi, savaÅŸlar, toprakların geniÅŸletilmesi ve vergi toplama ihtiyacı, bir kraliyet bürokrasisinin belirginleÅŸmesini de beraberinde getirdi. Bürokrasinin büyümesiyle birlikte, toplumdaki yerel yönetim ve adalet de daha tek biçimli hale gelmeye baÅŸladı. Ä°ÅŸte modern devlet, yukarıda bahsedilen "çok merkezli ve çoÄŸulcu iktidar yapısından, bölünmemiÅŸ... tek (mutlakçı) bir iktidar merkezine kaymayı ifade ediyordu.’[29]

Yukarıdaki kısa tanım ve açıklamalar ışığında modern devletin temel özellikleri;

  • Sınırları belirlenmiÅŸ ve eÅŸdeÄŸer diÄŸer devletlerin çoÄŸu tarafından tanınmış bir toprak parçası üzerinde bulunmak (Fiziksel Bütünlük),
  • Bu toprak parçası üzerinde yaÅŸayanlar ile devletin, hak ve yükümlülükler baÄŸlamında siyasi ve hukuki bir bağın mevcudiyeti ve devletin egemenlik tekeli (Toplumsal SözleÅŸme ve Siyasal Bütünlük),
  • Yönetim faaliyetlerinde mutlak bağımsızlık (Siyasal ve Yönetsel Bağımsızlık),
  • Ä°ktidar aygıtının bir bütün oluÅŸturacak ÅŸekilde merkezileÅŸmesi,
  • Yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrışması ve bağımsızlaÅŸması,
  • Yönetim faaliyetlerinin rasyonelleÅŸmesini saÄŸlayan aygıtların oluÅŸumu; bürokrasinin oluÅŸumu ve geliÅŸimi.

Devletin tecelli ettiÄŸi ve billurlaÅŸtığı alan bürokrasidir. “Devlet” denilen soyut varlığın somutlaÅŸtığı bürokrasi devlet aygıtlarının bütününü ifade eder. Devletin egemenlik ilkesinin hissedildiÄŸi, kamu hizmeti olaylarının kurumsal alanların varlığı, aynı zamanda bir düzen fikrini ve mevcut düzenin nitelik ve niceliÄŸini betimler. Özellikle yönetilenler, akıp giden zamanın hemen her aÅŸamasında yüz yüze kalmak zorunda kaldığı bürokratik yapılarda “nasıl bir devlette” yaÅŸadıklarına dair ipuçları bulurlar.  ‘Bürokrasi kavramı, genellikle özel yönetimden farklılığı vurgulanarak, kamu yönetimi ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bürokrasi, siyasi sistemin bir parçası olan yönetsel yapıyı ve onun eylemlerini anlatmaktadır. Böylece bürokrasi, politik toplumlardaki (merkezi yönetim ve yerinden yönetim kuruluÅŸları) yönetimi ve kamu politikalarının uygulamasını ifade eder. BaÅŸka bir anlatımla bürokrasi, devletin yürütmeye iliÅŸkin kolunun yapı ve faaliyetlerinden meydana gelir. Yapısal bir kavram olarak bürokrasi, devletin örgütsel görünümünü yansıtır. Her devlet, yasalarla belirlenen görevlerini yerine getirmek için ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde çeÅŸitli örgütlenmelere gider. Bu devlet örgütlerine, kamu bürokrasi de denilir. Ä°ÅŸlevsel bir kavram olarak bürokrasi ise, genel kuralları ve kamu politikası kararlarını uygulama sürecidir. Bu süreç, belirli usul ve kurallar çerçevesinde memurların iÅŸlem ve eylemlerinden, kısacası faaliyetlerinden oluÅŸur. Genel kurallar, bu süreç içinde ferdi olayların çözümüne iliÅŸkin özel kararlara dönüÅŸür. Kırtasiyecilik, hantallık, gizlilik ve kötü yönetim gibi olgular, idari prosedürlere ve memurların davranışlarına baÄŸlı olgulardır. Yönetim bilimi ile uÄŸraÅŸanların büyük bir kısmı, bürokrasiyi, kamu yönetimi ve kamu yönetimi sistemi anlamında kullanmakta; bu bürokrasi tanımı, karşılaÅŸtırmalı kamu yönetimi incelemelerinde, önemli bir analiz aracı olmaktadır.’[30]

Bürokrasi esas itibariyle modern bir kavramdır. Modern devlet, temel özellikleri itibariyle anlamını bürokraside bulmaktadır. Bürokrasi modern devletin rasyonel tezahürüdür. Feodal Avrupa’nın deÄŸiÅŸimini mümkün kılan temel düÅŸünsel eleÅŸtiri, rasyonalizmdir.

Modern devlet, kurumsal yapısını, rasyonalitenin deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸüm süreçleri ile oluÅŸturmuÅŸtur. Rasyonel olanın belirleyiciliÄŸi, deÄŸiÅŸimleri ve deÄŸiÅŸimlerin sonuçlarını sanki “kendiliÄŸinden” oluÅŸuyormuÅŸ gibi bir görünüm sergilemesine yol açmıştır. Bu bir tür içkinlik duygusu, ana deÄŸiÅŸimleri dahi sıradanlaÅŸtırmıştır. ‘Kamu idaresinin ne olması gerekliÄŸine dair iyice düÅŸünülüp taşınılmış bakış açısı, çeÅŸitli unsurların etkisi altında adım adım ortaya çıkarak, 19. yüzyılın ikinci yarısında devlet hizmeti anlayışında bir dönüm noktası oluÅŸturan ama genellikle sıradan bir etki uyandıran reformlarda somutlaÅŸ(mıştır).’[31]

Sanayi Devrimi ile baÅŸlayan, sanayileÅŸme yönelimi ile devam eden süreç, farklı ve kendisine özgü toplumsal deÄŸiÅŸimi ve bu deÄŸiÅŸime paralel olarak kendisine özgü toplumsal iliÅŸki ve örgütlenme biçimleri meydana getirmiÅŸtir. Bu durum dolaysız olarak devletin somut yüzü olan kamu yönetimine ve bürokrasiye etki etmekle kalmamış, gündelik hayatın ritmi,  artık “bürokratikleÅŸmiÅŸ bir toplumsalda” cereyan etmeye baÅŸlamıştır. ‘SanayileÅŸme ile birlikte, yeni bir takım toplu üretim yöntemleri ve örgütlenme biçimleri ortaya çıkmıştır. Kitlesel üretimin avantajları, büyük fabrika düzenini; ekonomik ve yönetsel yararlar, büyük ÅŸirketleri ve büroları doÄŸurmuÅŸtur. SanayileÅŸme ile üretim ve tüketim birbirinden ayrılmıştır. Üretim, evden alınarak fabrikalara ve bürolara taşınmıştır. Üretimin evden fabrika ve büroya taşınmasıyla, geniÅŸ aileden "çekirdek aile" ye yönelik bir dönüÅŸüm yaÅŸanmıştır. Çalışanlar, kendilerini korumak ve haklarını geliÅŸtirmek için büyük sendikalar meydana getirmiÅŸlerdir. SanayileÅŸmenin, bürokrasiyi geliÅŸtirdiÄŸi ve siyasal sistemleri daha merkeziyetçi hale getirdiÄŸi söylenebilir. StandartlaÅŸma, uzmanlaÅŸma, yapısal büyüklük, merkezileÅŸme, birbirine bağımlılık ve kentleÅŸme, sanayileÅŸmenin ortaya çıkardığı önemli geliÅŸmelerdir. Bu geliÅŸmeler, birbirine güç katarak gerek özel sektörde, gerekse kamuda güçlü bürokrasilerin doÄŸmasına ve geliÅŸmesine neden olmuÅŸtur… Günümüzde sosyal iliÅŸkileri bürokratikleÅŸtiren organizasyonların sayıları ve yapıları giderek büyümektedir. UzmanlaÅŸmış fonksiyonlara sahip büyük yapılı örgütler, modern hayatın çok önemli yapısal özelliklerinden biridir. Örgütsel toplum, her bir sosyal alana yayılmış büyük ölçekli bürokratik kurumlardan meydana gelmiÅŸtir. Günümüzde halkın büyük bir kısmı, çalışma hayatlarını örgütler içinde geçirmektedir; ikamet ettikleri yer olarak bir yerel yönetimin hemÅŸehrisidir; alış-veriÅŸ yapmak için büyük marketlere, tedavi olmak için hastanelere, yönetime katılmak için siyasi partilere, iÅŸ bulmak için iÅŸ kurumuna, kendilerini ve sahip oldukları araçları ve malları çeÅŸitli risklerden korumak için sigorta ÅŸirketlerine, çocuklarının eÄŸitimi için okullara, kendilerini geliÅŸtirmek ve topluma yararlı olmak için çeÅŸitli dernek ve vakıflara üye olmakta ya da gitmektedirler. Toplumun bürokratikleÅŸmesi demek, o toplumdaki örgütlerin sayı ve yapı itibariyle büyümeleri anlamındadır. BaÅŸka bir anlatımla bürokratikleÅŸme, toplumun, bürokratların deÄŸer ve davranışlarının egemenliÄŸi altına girmesi biçiminde de tanımlanmaktadır.’[32]

(Devam Edecek)               



[1] Tuna, Korkut, Toplum Açıklama GiriÅŸimi Olarak Åžehir Teorileri,  Ä°z Yayıncılık, Ä°stanbul, 2011,       s. 92-93.

[2] Pirenne, Henri, OrtaçaÄŸ Kentleri Kökenleri ve Ticaretin Canlanması, Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2011,  s.99-100.

 

[3]Pirenne, a.g.e., s.157-158.

[4]Pirenne, a.g.e., s.160.

[5] Pirenne, a.g.e., s.165-166.

[6] Habermas, Jürgen, Kamusallığın Yapısal DönüÅŸümü,  (Çev. Anıl Bora, Mithat Sancar), Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2010, s.57.

[7]  Çaha, Ömer, Ä°deolojik Kamusalın Sivil Kamusala DönüÅŸümü, Makale, DoÄŸu Batı DüÅŸünce Dergisi Sayı 5, s. 83-84

[8] Berman, Marshall, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 155.

[9]   Berman, a.g.e.,  s. 205-206-207.

[10] Habermas, a.g.e., s. 93.

[11] Habermas, a.g.e., s. 57.

[12] Habermas, a.g.e., s. 135.

[13] Habermas, a.g.e., s. 148-149-277.

[14] Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, (Çev. Murat Belge) Ä°letiÅŸim Yayınları,  Ä°stanbul, 2011,  a.g.e., s. 166

[15] Sombart, Werner, Burjuva-Modern Ekonomi Dönemine Ait Ä°nsanın Ahlâki ve Entelektüel Tarihine Katkı,  (Çev. OÄŸuz Adanır), DoÄŸu Batı Yayınları, Ankara, 2008, s.21.

[16] Sombart, a.g.e., s. 37-39.

[17] Sombart, a.g.e., s. 24.

[18] Sombart, a.g.e., s. 114-116-117.

[19] Sombart, a.g.e., s. 117-125-126.

[20] Weber, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu,  Bilge Su Yayıncılık, Ankara, 2011, s. 21-22.

[21] Weber, a.g.e., s. 34-35-36-37.

[22] Huberman, a.g.e., s. 168-169.

[23] Huberman, a.g.e., s.169-170.

[24] Weber, a.g.e., s. 39-40.

[25]Eryılmaz, Bilâl, Kamu Yönetimi - DüÅŸünceler-Yapılar- Fonksiyonlar- Politikalar, Umuttepe Yayınları, Kocaeli, 2013, s. 24.

[26] Bayram, Ahmet Kemal- Çınar, Kerim, Ä°ktidar ve Siyasetin Gölgesinde Bürokrasi ve Demokrasi Ä°liÅŸkisi: Ä°dealler, Zorunluluklar, Gerilemeler, Makale, http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/makale/c9s1m2.pdf (EriÅŸim Tarihi: 13.10.2013)

[27] Türköne, Mümtaz’er (Editör),  Siyaset, Lotus Yayınları, Ankara, 2008, s. 72.

[28] Saygılı, Abdurrahman, Modern Devlet’in Çıplak Sureti, Makale, http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-2010-59-01/AUHF-2010-59-01-saygili.pdf. (EriÅŸim Tarihi: 17.10.2013)

[29] Türköne, a.g.e., (Siyaset) s. 73.

[30]Eryılmaz, Bilâl, Bürokrasi ve Siyaset- Bürokratik Devletten Etkin Yönetime,  Alfa Yayınları, Ä°stanbul, 2010s. 11-12.

[31] Dreyfus, Françoise, Bürokrasinin Ä°cadı, Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2007, s.183.

[32] Eryılmaz, a.g.e., (Bürokrasi ve Siyaset- Bürokratik Devletten Etkin Yönetime),  s. 18-19.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.