Sosyal Medya

Makale

Devlet Aklı Gölgesindeki Medeniyet Algımızın Bir Eleştirisi

Reaksiyoner tutumlarımızla hayırla yâd ettiğimiz geçmişimiz, kaçıp sığındığımız bir liman olarak anlamlar dünyamızı işgal ediyor. Zihinlerimizin dip akıntılarındaki özlemlerimizin ana fikrini oluşturan hükümranlık, medeniyet diye adlandırdığımız algımızı şu veya bu şekilde, güçlü, kudret sahibi bir devlet çatısı altına çağırıyor. Bütün bir iyiliğin kendisinden neşet edeceği, yeryüzüne adaleti dağıtacak ideal devlet modeli, tartışmaların nihayetinde düğümlendiği ve düğümlendiği kadar da çözümsüzleştiği bir alana işaret ediyor. Türk modernleşmesinin üretmiş olduğu ve tarihsel bir derinliğe sahip olan Türkiye’nin “bölünmüş bir toplum” olduğu gerçeği, bu çözümsüzlüğün ancak siyasal alanda, devleti ve devletin sahipliliği üzerinden açıklanabilen “kamusal alanı” zapt etmek ile çözülebileceği umulmaktadır.

Bugüne ait total tartışmalara bir dayanak sunmak üzere, geçmişi ve geçmiş tecrübeleri aktarmak isterken kestirmeden kullandığımız ‘medeniyet’ kavramsallaştırmasını, bir sis perdesi arkasından görüleni, kesik kesik tarafımıza intikal eden sesleri, daha çok bezeme ile malul bir benzetme ile açıklamaya çalışıyoruz. Anlamlar dünyamızda dondurduğumuz tarihsel kesitleri, yeri geldiğinde fragmanlar şeklinde çözdüğümüz zaman, tutarlı olmayan bu aktarımların daha çok ideolojik temelli bir tarihselsizliği ve köksüzlüğü barındırdığını derinden hissediyoruz. Çünkü anlamak ve ihata etmek istediğimiz şey; bütüncül, anlamlar dünyamız ise parçalıdır. Modernist bir yaklaşım olan bütüncüllüğü ihata etmeyen sahip olduğumuz bu parçalılık, esasında medeniyet dediğimiz şeyi açıklamaktadır ki; bu, siyasala ait pek az şeylerin barındığı bir yaşanmışlıklar ve bu yaşanmışlıkların da sosyal genetik ile aktarımının yapıldığı alanı oluşturmaktadır. Modernizmin yaslandığı bütüncüllük, büyük ölçüde siyasala ait olan bir atıf iken, medeniyet dediğimiz algılarımız ise, akıp giden hayatın içinde oluşmaktadır ki; biri inşa edilene, diğeri de tabii olana işaret etmektedir.

Ulus-devlet örgütlenmesi ile ortaya çıkan ve dünyayı “ötekiler” üzerinden algılayan siyasallık, bu siyasala ait olanı tabana yaymıştır. Devletin beklentileri ile bütün bir ulusun beklentilerini eşitleyen ulus-devlet modellemesi, Batının teknolojik üstünlüğünün bir çıktısı olan sömürgeci politiğin meşruiyet kaynağını oluşturmuştur. Öngörülen siyasal sınırlar ötesinde olup biteni derin bir kayıtsızlıkla izleyen ya da kendi devletinin öteki sınırlar üzerinde gerçekleştirdiği eylemleri ortak beklentiler üzerinden algılayan “vatandaş”, kendisini siyasalın asli tarafı olarak gördüğünden yapılan tüm eylemlerde ya da eylemsizliklerde kendisini taraf olarak hissetmiştir. Bir kralın, bir imparatorun veya bir padişahın temsil ettiği hegemonya talebi, bu defa ulus adına talep edilen bir tür meşruti hegemonyaya dönüşmüştür. ‘Sanki bir doğa kanunuymuş gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkarmaktadır. XVII. yüzyılda Kardinal Richelieu’nün yönetimindeki Fransa, uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir.’1 Moderne ait olan ulus-devletin, kendisini “ötekilerden” ayıran ve öteki üzerinde hükümran hakkını meşrulaştıran üstün farklılığını bir ulus bütünlüğü içinde vurgulayan ‘medeniyet’ kavramı da moderne ait bir kavramdır.

Özelimizde medeniyet kavramına yüklenen savunmacı ve yüceltici üslup, gelenekselliğin bir muhalefet etme biçimi olarak ortaya çıkması, gelenekselliğin reaksiyoner tutumu ile açıklanabilir. Fakat bu reaksiyoner tutum, eklemlenmeci bir pragmatizm taşıyan bir mahiyette siyasallaştırılmıştır. Medeniyet kavramsallaştırması bir kültürü ve bu kültürün yansımalarını açıklayan bir dil olmaktan ziyade, esasında devletin sahipliliği etrafında örüntülenen iktidar yönelimlerinin siyasal dili haline dönüştürülmüştür.

Devleti kurtarma olarak yola çıkılan Türk modernleşmesinin nihayetinde deneyimlediği ulus-devlet pratiği, geçmişinden derin bir kopuşu anlatmaya çalışsa da, Osmanlı Devletinin son iki yüzyılına damgasını vuran savrulma ve savunma durumunu bir miras olarak yaşamaya devam etmiştir. Bu savrulma ve savunma durumuna karşı, ulus-devlet pratiğine getirilen eleştirilerde muhalefet, reddi miras yapılan geçmişi yüceltmekle bir muhalefet zemini oluşturmaya çalışmıştır. Bu muhalefet zemininin Batıcı modernleşmeci unsurlara karşı oluşması ve Batıyı örnek alan radikal modernleşmeci iradenin İslam dinini ve onun kültür yansımalarını kamusal alandan uzaklaştırdığı gerçeği ile birleşince gelenekçi bir içerik kazanmıştır. Osmanlı Devletinin klasik dönemi sonrası zaafa girmesi ile iyice belirginlik kazanan milleti ile olan çatışması, sosyoekonomik düzlemden, Tanzimat ile başlayan siyasal ideolojik bir düzleme evrilmesi Türkiye Cumhuriyeti döneminde zirve yapmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti devlet aygıtının kültürel alanda daha çok hissedilen reddi mirası, bir tür köksüzlük eleştirisini beraberinde getirmiştir. Fakat iktidar çatışmasında, kadim kültür karşıtlarıyla kadim kültürü bayraklaştıran taraflar, artık bir miras olarak algıladıkları kültürü, ideolojik kutuplaşmanın bir ifadesi olarak “nesne” haline getirmişlerdir. Kültür ve geleneğin bir nesne haline getirilmesi, esasında kendisini gelenekçi taraf olarak gören kesimin de modernist bir tutum içinde olduğunu bize anlatmaktadır. Modernleşmeye sahih bir zemin kazandırıldığı iddiası, iktidar yöneliminin bir meşrulaştırmasından ibarettir. ‘Türk modernleşmesinde kültür, bir miras olarak algılanır ve yorumlanır. Kültürün bir miras şeklinde kodlanması bu kültürel mirasın nasıl değerlendirileceğine ilişkin pek çok tartışmaya da imkân verir. Bu mirasın nasıl kullanılacağına ilişkin soru(n)lar, kültürün ne olduğu sorununa yani bundan ne anlaşılması gerektiğine bağlıdır. Nitekim Türk toplumunun gelenekselleşen dinsel mirası ve bu mirası oluşturan temel unsurlar da, modernleşme sürecinde, kültürel seçicilik arzusunu yansıtan bir kısıtlamaya maruz kalır. Böylece söz konusu miras da kültürel seçiciliğin doğrudan nesnesi haline gelir… Kültürün dinden hiç de bağımsız sayılmayacak alışılagelmiş vizyonuna bakıldığında, kültür modernleşme sürecinde esaslı bir elemeye tabi tutulur ve devletin siyasal söylemiyle bütünleşen yani bir kültür talebi, hızla ideolojikleştirilir. Bu bağlamda İslam’ın kültürel bakiye içindeki merkezi rolü de tartışmaya açılır… Bu bağlamda İslam’ın bir kültürel muhayyile olarak kabulü sorun yaratır. Kabul edilebilir olan İslam’ın hangi İslam olacağı, modernleşmeden yana tavır geliştiren muktedirlerin süreklilik arz eden bir tasasıdır.’2

İktidar olgusunun cazibesi marifetiyle kamusal alan içinde artık görünüyor olmanın öncelendiği güncelde, salt görünüyor olmadan kaynaklanan meşruiyet, kamusal alanı yeniden inşa etme faaliyetlerini sanallaştırıcı bir mahiyete büründürüyor. Esasa ait tartışmalar hızla tüketiliyor; ağırlıklı sorunları, güncelin indirgemeci politiğine teslim edip, popüler yüzeyselliğin dilinin, zihnimizi, algılarımızı yeniden inşa edecek argümanları tarafından işgal edilmesine izin veriyoruz. Mağlubiyet duygusunun oluşturduğu savunmacı tutumlarımız, şimdilerde hâkim bir zihniyet ile eklemlenmeci yeni bir tutuma evriliyor. Bu evrilmeye neden olan zihinsel değişimin dayandığı meşruiyet, hiç olmadığı kadar geçmişi kutsayan ve kutsanmış bu geçmişten devşirilen bir dayanak ile geleceğimizi inşa etmek istiyor.

Modernizm ile olan zorunlu ilişkimizin getirmiş olduğu bütüncüllük arayışında, “parçalılık” durumunu aşmak ve bütüncül bir anlayışa varmak için ‘devlet’ kavramı, bu parçalılık durumunu ikame edilmek üzere öncelenmiştir. Tarihsel olarak bu faaliyet çift taraflı çalışmıştır. Daha çok muhayyel bir siyasal varlık olan Osmanlı Devleti, kendisini bir devlet olarak tanımlamaya çalışmış, Osmanlı Devleti’nin aydın kesimi ise Osmanlı Devletine, bütüncül bir anlayışa karşılık gelebilecek ideolojik temellerini oluşturmaya çalışmıştır. Bu çift taraflı faaliyet derinleştikçe ve kendi mecrasında yol aldıkça kullanılan dil siyasala ait bir dil haline dönüşmüştür. Esasında bu bir krizdi ve bu kriz çözülmeye çalışıldıkça toplum, siyasal temelli bir bölünme yaşamıştır.

Türkiye toplumunun bölünmüşlüğü, tarihsel olarak, akıp giden hayata siyasal bir dilin hâkim olmasından kaynaklanmaktadır. İster Osmanlıcılık, ister Batıcılık, ister Milliyetçilik isterse de İslamcılık fikri akımları olsun, aynı devleti düştüğü zaaf içinden kurtarmayı hedefliyordu. Bu hedeflemenin yansımaları, Türk modernleşmesinin ‘nevi şahsına münhasır’ hızlı bir sosyoekonomik değişimi ve dönüşümü ile birleşince bir bölünme yaşanmıştır. Özellikle II. Abdülhamid’le zirve yapan ‘uluslaşma’ faaliyetlerinde inşa edilmek istenen ortak tarih, bir millet şuuru oluşturmaya yönelikti ve ideolojikti. Bir toplum dinamizmi için gerekli olduğu düşünülen ideoloji, üsten yani yönetim katından vaz edilince siyasala ait kavramsallaştırmaların devlet merkezli olması kaçınılmazdı. Aynı ayak izlerini takip eden İttihat ve Terakki, toplumsal değişimi daha çok siyasal yöntemlerle gerçekleştirmek istediğinden iktidarı boyunca devleti kutsayan bir yol takip etmiştir.

Türkiye Cumhuriyetini kuran kadrolar, “kamusalı” devlet merkezli dizayn etme girişimlerine, ana omurga olarak ulus-devlet inşası projesini eklediler. Devletin vaz ettiği ulus-devlet bütüncüllüğü, çevrenin/tebaanın/milletin/vatandaşın dünyayı ve yaşamı parçalı algılamasına uygun değildi. Geçmişe, bugüne ve geleceğe ait her şeyin siyasala ait bir bütüncüllük içinde izah edilmeye çalışılması; bağımsız, parçalı bir algının varlığını kamusal alan içinde yok saymıştır. Bu yok sayma, parçalı algının üretmiş olduğu bütün tecrübelerini derin bir meşruiyet krizine sokmuştur. Siyasete ait olanın pek az barındığı parçalı algının meşruiyet krizinin üretmiş olduğu sosyal psikoloji, eklemlenmeci bir siyasal dilin muhatabı olmaya hazırdır. Parçalı algının eklemlendiği bütüncüllük, meşruiyetini “dini” ve geçmişinin azametimi izaha matuf bir kavramsallaştırma olan “milli” karakterli devleti önceleyen ve onu yücelten bir ideoloji haline dönüşmüştür.

Hâlbuki yönetim ile üretimin ilişkisi yani devlet ile tebaa, işleyiş olarak birbirinden bağımsızdı. Yönetsel aygıtta bizatihi üretenin siyasal bir taraf olarak temsil edilmiyor olmasına rağmen, tebaaya göz kulak olan bir devlet anlayışı bu ilişkiye hâkimdi. Tebaanın kadıya vasıtasız ulaşması hatta Sultan’a dilekçe sunabilme ayrıcalığı, tebaanın siyasetin bir tarafı olmaması nedeniyle mümkündü ve tebaa yani çalışan ve değer üreten biricik kesim, devletin varlığının ve devamının temel şartıydı. Dolaysıyla tebaanın gözetilip korunması gerekliydi. ‘Osmanlı Devleti, bugün anladığımız manada bir devlet değildir. Bir patrimonyal hanedan devletidir. Osmanlı’da devlet, çeşitli din, etnik, kültür birlikleri üzerinde bir şemsiye teşkil ediyordu. Devletin, ortak bir ideolojisi, ortak bir dini, hatta ortak bir siyasi rejimi yoktu. Osmanlı Devleti, Sultan’ın merkezî hâkimiyetini tanıyan her grubu, kendi şemsiyesi altına koyuyordu. İstediği ilk şart, Sultan’ın otoritesinin mutlak olarak tanınması idi.’3 Devlet aygıtına siyasal bir temsiliyet bağı ile bağlı olmayan tebaa, modernleşme ile birlikte keşfedilen bir meşruiyet kaynağıydı. Daha çok devletin bekasına yönelik oluşturmak istenen siyasal bağ; devlet aygıtı tarafından sadece öngörülen bir bağdı. Devlete rağmen siyasal olarak kendini ifade edemeyen bir siyasal kültür içinde öngörülen bu bağ, devletin yaşam kaygısı ile tebaanın yaşam kaygısının örtüşmesi üzerine kuruluydu.

Gelenek, kültür, medeniyet kavramsallaştırmaları ile izaha çalışılan geçmiş deneyimlerin, tebaa nezdindeki karşılığı ile devlet katındaki karşılığının aynı şeyleri ifade etmediği ve edemeyeceği aşikârdır. Tebaanın kendi mecrasında ortaya koymuş olduğu tecrübeler ile devlet aygıtının kendi mecrasında ortaya koymuş olduğu tecrübeler, hem birbirinden bağımsız hem de birbirleriyle kesişmeyen ve ortak bir paydası olmayan tecrübelerdi. Tebaanın ortaya koymuş olduğu tecrübelerin yönetim katına yansımaları; devletin, dolaysız olarak ta sultanın varlığına yönelik bir ‘tehdit’ içerip içermediği ile sınırlıydı. Tebaanın devlet ile devletin tebaası ile olan teması, yükümlülükler ve sorumluluklar çerçevesindeydi. Sarayın öncelikleriyle tebaanın öncelikleri de birbirinden bağımsızdı. Osmanlı Devleti toplayan ve topladığını harcayan bir “mali devletti”. Toplananı harcama sürecinde hesap verme noktasında herhangi bir yükümlülüğü olmayan bir devletin siyasal olarak bir sosyal zemine dayanmaması gereklidir. Osmanlı Devletinin siyasal örgütlenmesinin bir sosyal zemin üzerinde yükselmiyor olması, devlet aygıtının dizayn edilmiş yani yönetsel katmanlarının fideliklerinde kendine has gelenekleri ve ritüelleri çerçevesinde üretilmiş olması, geçmişe vurgu yapılırken sürekli tekrarlanan “devlet-millet beraberliği” önermesini malul hale getirmektedir.

Mimar Sinan’ın şaheseri Süleymaniye Camii’nin mimarlık kıymeti ile şaheser Ayasofya’nın mimarlık kıymeti karşılaştırıldığında, Ayasofya, aradaki bin yıllık bir farka rağmen nedense sürekli ikinci planda kalmaktadır. Osmanlı Devlet örgütlenmesini göklere çıkaran ve ona orijinal bir miras gözüyle bakan anlayış, Osmanlı Devleti örgütlenmesinin esasında Mezopotamya ve Akdeniz havzasının tüm devlet ve imparatorluk örgütlenmelerinin bir bileşkesi olduğunu sürekli gözden kaçırmaktadır. Osmanlının devlet aklını yücelten anlayış, devlet ile milletin çatıştığı durumlarda devletin tarafını tutmakla milleti ile nasıl bir bütünlük kurabileceğini iddia edebilmektedir. Bugünlerdeki Osmanlılık vurgusu, yukarıda izaha çalıştığım sosyal psikoloji ile eklemlenmeci ve pragmatik bir siyasal dilin hükümranlık yönelimini meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Medeniyet ve onun ayrılmaz bir parçası olan kültür kavramsallaştırması, bu defa “geç modernleşmenin” bir ürünü olarak, parçalı algımızı, bütüncül bir inşaya eklemlemeye çalışmaktadır. Parçalı bir algının mümkün kıldığı kendiliğinden oluşmuş farklı, anlamlı beraberlikleri, bir üst anlatı çerçevesinde siyasallaştırarak meşruiyetini gölgelemekte bu beraberlikleri total bir anlayışa yönlendirerek imkânsızlaştırmaktadır.

Zihnimizin dip akıntılarında akıp giden hükümranlık özlemlerimizin, tarihsel travmalardan kaynaklı inşa edilmiş bir yönelim olduğunu belirtmek istiyorum. Siyasala ait pek az şeyin barındığı parçalı algımızın mümkün kıldığı farklıyı oluşturabilme ve bu farklılık içinde doğruyu görebilme, eleştirel bakabilme yetisine işaret eden “irfan” kavramı, kanaatimce medeniyet ve kültür kavramsallaştırmasından daha dürüst ve anlamlı durmaktadır. Şayet; medeniyet ve kültür denilen şeye bir tanım getirilmesi gerekiyorsa, medeniyet ve kültürün ötekiye karşı bir üstünlük algılaması olarak değil, evrensel bir aidiyete matuf insanlık tecrübelerinin bir bileşkesi olduğu yönünde bir tanımlama yapmak bana daha sıcak geliyor. Selam ve muhabbetle…

Arif Arcan

 

 

1 Henry Kisisinger, Diplomasi, s.1, (Çev. İbrahim H. Kurt) Ankara, 2000

2 Necdet Subaşı, Kültürel Mirasın Çeşitliliği ve Seçicilik Sorunu, Makale, Doğu Batı Düşünce Degisi, Sayı: 25, s. 135- 138

3 Halil İnalcık, Tarihsel Bağlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar, Makale, Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam (Derleme), s.74-75, Konya, 1998   

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.