Makale
İslamcılık ideolojisinde egemenlik ve devlet-1
İslamcılık, kendisini oluşturan şartları bağlamında İslam dininin, değişen şartlar dâhilinde konumunu belirlemeğe çalışmıştır. Bu konum belirleme çalışmaları; dinde yenilenme anlamına gelen “tecdid” ve dinin sosyal hayata dinamizm kazandırması bağlamında “ihya” hareketleri ile İslamcılık, siyasetten sosyal hayata, kültürden ahlaka, ekonomiden toplumsal ilerlemeye kadar geniş bir alanda teorik ve aksiyoner bir “aydınlanma” fikri ortaya koymuştur. Aydınlanma kavramsallaştırmasının tabiatı gereği taşıdığı anlam yükü; siyasete ve toplumsala yönlendirilmiş dünyevi bir içerik taşımaktadır. İslamcılık modern ve dünyevi karakteri olan bir harekettir ve Avrupa aydınlanması ve Avrupa aydınlanmasının sonuçlarından bağımsız değildir.
İslamcılığın din üzerinden konum belirlemesi; siyasete, daha kapsayıcı bir ifade ile siyasalın dünyevî olma zorunluluğuna yapılan göndermeler ile yüklüdür. İslamcılığın siyasal iddiaları sadece yönetsel iddialar ile sınırlı değildi. İslamcılık, İslam’ı, bir “yaşama biçimi” olarak toplumsallığa yönlendirilmesi gereken fikirler bütünü içinde algılıyordu. Kendisini bin yıldan fazla bir süredir İslam dairesi içerisinde gören bir toplumuna yönlendirilmiş olan bu yaşama biçimi algısı üzerinden yapılan eleştirel yaklaşım, modernizmin çıktıları paralelinde “var olma ve var kalma” kaygısı ile yüklüydü.
İslamcılık, Osmanlı reform ve modernleşme çabalarından ve bu çabaların üretimleri olan; “Osmanlıcılık”, “Garpçılık/Batıcılık” ve “Milliyetçilik” fikri ve siyasi akımlardan bağımsız düşünülemez. Askeri ve idari alanlarda girişilen Osmanlı reform ve modernleşme çabaları, Osmanlının Avrupa karşısında “var olma ve var kalma” çabalarıydı. Osmanlı klasik döneminin Avrupa karşısında zaafa uğraması ile önce askeri üstünlüğü dengelenmiş, sonra askeri üstünlüğünü kaybetmiş ve nihayetinde üstünlük psikolojisini de kaybederek Avrupa’nın üstünlüğünü kabullenmiştir.
Bu kabulleniş Osmanlı Devletinin toprak kayıplarının “travması” ile yakından alakalıdır. ‘18. Yüzyılda… Avrupa (veya Batı) kuvvetli, Osmanlılar zayıftır. Batı, durmadan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı zaferler kazanmakta, Osmanlı ülkesi içinde yayılmaktadır. Osmanlıları (bilhassa Türkleri) medeniyetin gerileticisi ilan ederek Avrupa’dan atmak istemektedir. Zayıflayan imparatorluk, eski yüceliğine kavuşmak için, daha doğrusu ölmemek için, tek tedbirin Batılılaşmak olduğunu kabul etmişti. Batılılaşmak bir nefis müdafaası, bir yaşama prensibi olmuştur. Ya modern bir devlet olacaktı Osmanlı İmparatorluğu yahut da yok olacaktı. Fakat Batılılaşmayı istemek ileolmak arasında fark vardı. Bunun için evvela Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek lazımdı. Sadece bir itirafla da geniş bir program gerçekleştirmek mümkün değildi. Bir mesele daha vardı: Batılılaşmanın mahiyetini tayin etmek. Batılılaşmak bir teknik iktibas mıdır? Yoksa bir medeniyet alanından diğerine geçmek midir? Doğu medeniyetini terk ederek, Batı medeniyetini olduğu gibi kabul etmek midir? Bu sorulara cevap bulmak fevkalade zordu…’[1]
İslamcılık yöneliminin ve İslamcılığa kaynaklık teşkil eden kaygının dinsel bir atıf ve paradigma taşıması, konunun kendi doğası içerisinde sahih olan dinin ve bu sahih dinin çıktılarının ne olduğuna, daha doğrusu ne olması gerektiğine dair tartışmaları dolaysız olarak gündeme getirmiştir. İslamcılık aynı zamanda kendisini teolojik bir tartışmanın içerisinde bulmuştur. ‘Doğrusu kendi siyasal iddialarını ilahi dayanakları olan, dolaysıyla en azından verili haliyle mutlak sayılan bir dine ve onun kusursuz (masum) olduğu kabul edilmek durumunda olunan liderine isnat eden bir hareketin, salt bu bağlılıktan kaynaklanan manevi ağırlık altında bir siyasal metafiziğin dezavantajlarına yakalanmaması gerçekten de zordur. İslamcılık her ne kadar İslam’ın kendisi değilse bile İslamcıların söylemlerinde İslam’la çok kolay özdeşleştirilebilen bir söylemdir. İslamcıların İslam hakkındaki bir yorumundan ibaret olan bu söylem içinde öznesini kendisiyle var eden bir gramerin işlendiği rahatlıkla görülebilir. Yani İslamcıların çoğu kez kendi yorumlarını İslam’ın kendisinden ayrı görmedikleri, dolaysıyla belli bir tarihsel dönemde İslama atfettikleri bir yoruma tarih-üstü bir değer atfettikleri görülebilir.’[2]
İslamcılığı doğuran şartların modernizm ile olan “zorunlu ilişkisi” neticesinde ortaya çıkan İslamcılığın “bu dünya” vurgusu, salt dini bir yorumsama ile açıklanamaz. İslamcılığın, modern Batı karşısında zaaf içerisine düşen İslam Dünyasına yönelik eleştirel tutumu, dini olana ya da dini olduğu iddia edilen eylemlerin üretmiş olduğu kurumlara, tutumlara ve durumlara yönelik eleştirel bir tutum içerisine girmesine neden olmuştur. Bu eleştirinin en temel vasfını; “neyin dini ya da neyin dini olmadığına” dair “ayıklama” girişimleri oluşturmuştur.
Bu ayıklama girişimlerindeki dünyevî vurgu; İslamcılığı, Türkiye’nin modernleşme hareketlerinden bağımsız düşünülmemesi gereken bir olgu olarak çözümlemeyi gerekli kılmaktadır. ‘Osmanlı’nın geç dönemlerinde, özellikle Jön Türk devrimini izleyen yıllarda, Tanzimat döneminde sessiz sedasız yeşerdikleri izlemini veren bazı gelişmeler su yüzüne çıkar. Bunların ilki, devletin şer’i işlevleri dışındaki işlevlerinin, “sekülerleşme”ye denk düşecek biçimde genişlemesinin sonucudur.’[3] Bu genişleme, iktidar erkini temsil eden merkezi gücün hem kapsayıcı siyasallığına hem de bu siyasallığın hukuki zeminini oluşturan klasik ulema örüntüsüne karşı bir tür “sivil alanın” oluşumunu sağlamıştır.
Bu sivil alanın temsilcilerinden İslamcı düşünür, yazar, şair ve eylemciler vb. aynı zamanda Osmanlı aydınlanmasını temsil ediyorlardı. İslam adına söylem geliştiren bu aydınlar, medreselerden değil, Osmanlı laik eğitim kurumlarından yetişiyorlardı. Fakat bu sivil alan, devlet ve siyaset ayrımının bulunmadığı, siyaset ve iktidar örüntülerinin devlet katında belirlendiği merkezi siyasetten ayrık bir görünüm sergilemiyordu. Aslında: ‘Sorunun bir Devlet sorunu olması ve Devlet’in varlığını sürdürebilmek için Batı’nın denetiminde bulunan ilişkilere katılmak istemesi, bunun yolu ve gereği olarak da Batılı bilgi ve bilimlere başvurma ihtiyacı hissetmesi, bilgi işlerinin Devlet işi olarak, Devlet denetiminde yürütülmesine yol açmıştır.’[4]
Türk siyasal kültürünün derin izlerini taşıyan Türkiyeli bütün siyasal yönelimler, nihayetinde “iktidara odaklılık” olgusu ile devletten ayrık olmayı başaramamışlardır. ‘Aydın olarak tanımladığımız grubun etkili olabilmesi için mutlaka geniş ölçüde serbest olması ve düşüncesini ifade etmekten çekinmemesi gerekmektedir. Aynı zamanda aydının yayın araçlarına sahip olması şarttır. Osmanlı Müslüman toplumunun on altıncı yüzyıldan sonra gerilemesinin baş nedeni devrin entelektüel kesimini oluşturan ulemanın (bilhassa ifta –fetva verme- grubunu oluşturanların) özgürlüklerini kaybederek devlet hizmetine girmeleridir. Şüphesiz, Osmanlı uleması içinde her devirde müstakil düşünen, dürüst hareket eden ulema olmuştur fakat bunlar toplum ve devlet nezdinde etkisiz kalmışlardı çünkü hareket ve nihai karar daima devletin elindeydi… Osmanlı’da “intihap” usulü, kabiliyetli kişilerin kökeni ne olursa olsun, ancak idarecilerin felsefesini tamamen kabul ettikten sonra devlet meclislerine çıkmalarını sağladı.’[5]
İslamcılığın bu ayıklama girişimlerindeki dine ait olana yapmış olduğu temel vurgu, siyasallaşmanın doğal sonucu olan dünyevî olanı merkeze alma zorunluluğu bağlamında dar bir “şeriat” vurgusu olmamıştır. Modernizm ile olan zorunlu ilişkinin getirmiş olduğu İslamcı söylem, Osmanlı Devletindeki klasik ilmiye sınıfından yükselmiş bir söylem değildir. İslamcılık, Osmanlı Devletinin modernleşme sürecinde kurulmuş bulunan “laik” karakterli eğitim kurumlarında yetişen aydınların yükseltmiş olduğu bir söylemdir ve süreç içerisinde ilmiye sınıfını da etkilemiştir. ’19. Yüzyıl Osmanlı İslamı’nın, yine 1908’den sonra hatları belirginleşen karakteristik eğilimlerinden biri, birbirine paralel iki boyutu olan bir gelişmedir: “Sivilleşme” ve entelektüelleşme. Bu süreçte, medrese mezunu olmadıkları halde dönemlerinin İslam devleti hakkında kapsamlı yorumlar yapmaya girişen Osmanlıların ortaya çıktığı görülmektedir.’[6] ‘Türkiye’deki İslâmcılığın modern tarihindeki ana eğilim, kavram nasıl tanımlanırsa tanımlansın ‘şeriat’ ilkelerinin uygulanabileceği bir siyasal ve toplumsal düzenin kurulması olmamıştır. Bu amacı taşıdığını ilan eden hareketler ki bunlar genelde uzun soluklu olmayı başaramayan ve popüler bir destek kazanamayan, umumiyetle kendisini dini duyarlılıkları esasında tanımlamaya ve anlamaya çalışan daha geniş bir kitleye marjinal kalmış hareketlerdir.’[7]
Osmanlı Devletinin reform ve modernleşme çabaları, aynı zamanda bir kimlik inşası çabalarıydı ve bu çabalar doğrultusunda İslam adeta yeniden keşfedilmişti. Osmanlı Devletinin kimlik inşası çabalarının ilk merhalesi sayılan “Osmanlıcılık”, yönetimde sekülerleşmeyi beraberinde getirmiştir. Yöneten ile yönetilen ilişkisinin birbirlerinden bağımsız işleyen yapısı ile din ile yönetimin bir sayıldığı siyasal anlayış, kimlik oluşturma çabaları ile değişime uğramıştır. Osmanlıcılık fikrinin özellikle gayrimüslim unsurlarının ayrılıkçı tutumları nedeniyle başarısızlığa uğraması, İslamcılığı yükseltmiştir. Osmanlıcılık ile başlayan sekülerleşme, devlet katında kabul gören İslamcılık ile devam etmiştir. ‘Osmanlıcılık, aslında, devleti sosyo-politik değişimin aktif yürütücüsü hâline getirdiği ve onun sosyal ve dinsel gruplar arasında bir hakem, statükonun sürdürücüsü ve nizam-ül âlemin koruyucusu olarak klasik rolüne son verdiği için, Türklerin modern kimliği ve ülkesinin temelini oluşturmaktadır. Osmanlıcılık üniter bir devletin kurulması için gerekli olan laik bir kavramdı… 1864 vatandaşlık kanunun kabul edilmesiyle, halk sultanın uyruğu olmaktan çıkarak Osmanlı Devleti’nin vatandaşı hâline geldi ve bu statü değişikliğiyle Osmanlıcılık somutluk kazanmış oldu. Osmanlıcılık, toprağın rolü ve devletle ilişkisi açısından büyük bir değişikliğe yol açtı. Klasik Osmanlı siyaset teorisine göre toprak ve üzerindeki her şey hanedan-sultana aitti. Osmanlıcılığa göre Osmanlı milleti devletin sınırları tarafından belirlenen bir toprak-ülke üzerinde yaşayan bir topluluktu ve hanedan devletin sahibi değil koruyucusuydu.’[8]
‘Osmanlı Müslümanları arasında birliği sağlamak için, Sultan Abdülhamid 1878’den sonra İslâmcılık ideolojisini benimsedi. İmparatorluğun bütün Müslümanlarını bir ümmet (evrensel dini topluluk anlamına gelen ümme’den) olarak kabul eden sultan onları devletinin siyasi temeli yapmaya çalıştı. Böylece İslâmcılık, belki de farkında olmadan, Osmanlıcılığa ideolojik bir muhteva sağladı ve ikisi, hiç değilse bir süre, bütün Müslümanları birleştiren tek bir ideolojinin iki yüzü haline geldi. Modern eğitim ve sınıf farklılaşmasının eşliğinde, Osmanlıcılık bölgeciliği ve mahalli kültürün gelişmesini kamçıladığı için, Hıristiyanların uygarlığa dini bakış açısına aynı zamanda etnik ve lengüistik bir önyargı kazandırdı. Öte yandan, Osmanlı siyasi ve entelektüel elitine de devletlerinin tarihi kökenlerine bakmalarını sağlayacak bir pencere açtı. Böylece, bu seçkinler, devleti artık otoritesine karşı çıktıkları sultanın mameleki olarak değil, kendilerinin temsil ettiklerine inandıkları, millet adı verilen biraz belirsiz yeni bir etnik birimin malı olarak görmeye başladılar.’[9]
Bir kimlik inşasının en etkin araçsallığını, farklı unsurlardan müteşekkil toplumsallığa ahenkli bir birlik duygusunu verecek siyasallık ve bu birlik duygusunu geliştirecek yaygın eğitim ve öğretim faaliyetleri oluşturmaktadır. Osmanlı modernleşmesini sosyal hayata aktarımı sağlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri, Osmanlılık kimliği oluşturma gayretlerinde ortaya çıkan sekülerleşmeyi tabana yaymıştır. Osmanlılık kimliği şüphesiz sadece Müslüman unsurları değil, gayrimüslim unsurlarını da kapsıyordu. Müslim ve gayrimüslim unsurların bir arada, bir kimlik etrafında birleşmesi için “laik” bir siyaset ve bunun sosyal hayata yansıması için örgün bir eğitim ve öğretim faaliyeti gerekliydi. ‘İmparatorluğun Müslüman, gayrimüslim tebaasına açık idadî mektepleri ortak bir Osmanlı ideolojisinde, Osmanlılıkta, bu cemaatleri aynı devletin kucağında kültür ittifakında tutmayı amaçlıyordu. Böylece, Osmanlı İmparatorluğunda laik bir eğitim sistemi yaratılmış oldu.’[10]
İslamcılık siyasal bir hareketti ve bir ideolojisi vardı. İslam dininin anlatı bütünlüğünün “bu dünyaya” ait tarafına vurgu yapan İslamcılık, aynı zamanda da bir toplum eleştirisiydi. İslamcılığın yapmış olduğu toplumsal eleştiri, aynı zamanda da geleneğe yapılan bir eleştiriyi kapsıyordu. ‘Bu eleştiri, İslâm topluluğunu modern Batı karşısında zaafa düşüren müzmin problemlerin teşhisi anlamına gelir ki bu teşhis, tedavi yolları için gerekli ipuçlarını da bünyesinde barındırır. Duygusal-yüklü, suçlayıcı olmaktan uzak, mümkün olduğunca analitik bir eleştiri, geleneğin sağlıklı dönüştürülmesinin başarı şansını da attıracaktır. Bu itibarla eleştiri ve hüküm süreçleri, tamamıyla ayrı değil, aslında iç içe gerçekleşir, özellikle de tarihin hızlandığı bir çağda. Tarihin hızlandığı bu asırda (XIX .asır) akültürasyon sonucu modernliği dıştan dayatılan, mekanik bir olgu olarak yaşayan İslâm dünyası, sistematik bir gelenek eleştirisine ne yeterli zaman, ne de gerekçe bulabilmiştir.’[11]
İslamcılığın, bu dünya vurgusu ile Müslüman toplumunun Batı karşısındaki durumuna göre yapmış olduğu toplumsal eleştiri, geleneğin üretmiş olduğu ve dünyevi olanı baskılayan bütün kurumlara yönelmişti. ‘Tüm İslâm toplumları, kolayca sömürgeleştirilen Endonezya’dan Fas’a, Şii-Caferi İran’dan Sünni Osmanlı’ya kadar Müslüman dünya, modernizmi, Batı yükseliş ve meydan okuyuşunu “heretik” akımlarını ezip tasfiye etmiş, geleneğe bağlılığı kurumsallaştırmış bir İslâmî zihniyetle karşılandılar. Bu, olguların içeriğini araştırmaya, buradan hareketle onlara gerektiğinde yeni bir dini form ve yorum sunabilecek bir kavrayış değil, tam aksine onları formlarından hareketle yargılayan ve dolaysıyla “yeni”yi bidat (sapma) saymaya koşullanmış bir yaklaşımın ördüğü bir zihniyet dünyasıdır’.[12]
İslamcılık bu zihniyet dünyasına yönelik şiddetli eleştirilerini yaparken yer yer pozitivist, yer yer rasyonalist bir tutum sergilemiştir. ‘İslâmcı söylem dönem olarak da muhteva olarak da modern (uzun tarihi süreçle ve gelenekle irtibatları zayıflamış), modernleştirici (modernist), ideolojik (genelleştirmeci, indirgemeci, basit, siyasi) ve büyük ölçüde seküler bir söylemdir… Kurtuluş ve terakki merkezli İslâmcı söylemde rasyonel ve bilimperest temayüllerle teknik, teknolojik görüntü ve araçlara hayranlığın her zaman önemli bir yer tutmuş olması…’[13] İslamcılığın hem mazisiyle hem de bu mazinin üretimleri olan sosyal kültürel yapılarla girmiş olduğu eleştirel ilişki, Batıcı olarak takdim edilen kesime karşı yönetilen yaygın “yabancılaşma” olgusunu çağrıştırmaktadır. Fakat bu olgunun İslam ilim dünyasının kadim “avam/havas” ayrımı üzerinden kavramsallaştırılması; “yetkin/bilen” klasik havası, bu defa İslamcı aydın bağlamında “yol gösterici” bir havas biçimine çevirmiştir. Bunalımlı dönemlerde kurtuluş için, yol göstericilerin işaretine ihtiyaç vardır.
İslamcılığın toplumsal eleştirisi, ‘bütün İslâmcı akımlar sözbirliği içinde İslâm dünyasının “geri” kalmış olduğu’[14] iddiasından mülhem bir eleştiridir. Mehmet Akif’in mısralarına yansıyan “azarlama” tonu, toplumsal eleştirinin önemli örneklerindendir. Mehmet Akif’in “Süleymaniye Kürsüsünden” azarladığı halk, Batı karşısında geri kalmış bir millete yönelikti ve bu milletin “adam” olması gerekliydi. Milletin adam olması yönünde en büyük engel, yanlış bir din algısıydı ve bu algının kökeni mazideydi. ‘Tevfik Fikret’in “kitab-ı köhne”, dediği tarih için inşad ettiği meşhur beyit; “Yırtılır ey kitab-ı köhne yarın/ Medfen-i fikr olan sahifelerin” döneminin umumi telâkkisinin kuvvetli bir tercümanıdır. Âkif’in “Çekilse: Arkada mazi denen leyâl-i azâb/ Atılsa: Önde bir âti ki dalga dalga serâb” mısralarında maziyi (tarihi) tasvir için kullanılan “leyâl-i azab” (azap geceleri /karanlıklar) benzetmesi ile âtiyi/ geleceği “dalga dalga serap”la karşılaşması şüphesiz Tevfik Fikret’i aratmayacak güçtedir.’[15]
Beceriksiz yöneticilerden, cahil hocalardan, sahte şeyhlerden, tembel, bıkkın, kaderci ahaliden şikâyet eden İslamcılar, toplumu uyandırmaya çalışmışlardır. Batı karşısında zaafa düşmüş İslam dünyasında suçlu, mazisiydi. Bu mazi ile hesaplaşmaya girmek gerekliydi. Fakat İslamcıların, uyanmasını, silkinerek kendisine gelmesini ve durumunu değiştirmesini beklediği “millete” önerilecek bir mazi de gerekliydi. İslamcılar örnek bir mazi olarak Asr-ı Saadeti öncelediler. İslam peygamberinin hatadan arındırılmış ve İslam’ın bütüncül devrini ifade eden Asr-ı Saadet dönemi ile bu dönemin güçlü bir yansıması olarak kabul edilen dört halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) döneminin Asr-ı Saadete göre tutarlı eylemleri, topluma sunulabilecek önemli bir örnek oluşturmuştur. Batı modernitesinin mazi olarak Antik Yunanı keşfetmesi gibi, İslamcılar da geriye doğru bin yılı aşan “tarihsel bir atlama” ile İslam’ın “altın çağını” sahih bir mazi olarak keşfetmişlerdi. İslamcıların bu keşfi, toplumu değiştirecek bir zemin oluşturabilir miydi?
‘Kişiliğimizin ötesinde bir varlık olarak beliren, değerlerine kendimizi uydurmak zorunda bulunduğumuz bir “topluluk”ta yaşadığımız biçimindeki anlayış, biyolojik yeteneklerimizin doğrudan ürünü değildir. “Toplum” kavramı, geçmiş birikimlerle bize geçen bir benzetme, bir teşbihtir. Belleğimiz de taşıdığımız ve günlük toplum işlerimizi bir dereceye kadar düzenlilik içinde olası kılan bu benzetme de, yine, içinde yaşadığımız toplum koşullarının biçimlendirdiği bir üründür. Toplumu yeniden düzenlemek isteyen kişiye “reformcu” denilecek olursa, bu kişi de, bir dereceye kadar sınırları belirtilmiş, karmaşık ama parçaları tutarlı bir topluluk imgesinden hareket edecek ve bu çok yönlü, bir ölçüde de belirsiz kümeye yeni bir biçim vermek isteyecektir. Burada üstünde durulan bu iki sürecin varlığı - yani bir toplulukta az çok paylaşılan bir amaçlar bütünü bulunduğu ve bu amaçların zamanla değiştiği gerçeği- bütün toplumların süregelmesini sağlayan etkenlerdir. “Toplum” imgesinin, toplumda yaşayan kimselere yön verici rolü bir dereceye kadar bilinçli bir olaydır: Yasalar, sosyal değerler, gelenekler, efsaneler, son olarak da toplumun kendi hakkında düşündükleri, yani tarih, belirli bir topluluğun ne gibi niteliklere değer verdiğini kişilere anlatır, bunları onlara yansıtır; onlarda bu görüntünün canlı tutulmasını sağlar, kişilerin davranışlarını bu öğelere göre biçimlendirmelerini gerçekleştirir. Kişi, bu değerlerin beğenildiğini gördüğü zaman içinde taşıdığı “toplum haritası” pekişir. Söz konusu imge, benzetme ya da “teşbih” sözcüğünden de anlaşılacağı üzere hiçbir zaman tam bir açıklıkla tanımlanamaz, zira belirli bir “toplum haritası” yalnız bir dereceye kadar bilinçli bir olaydır.’[16]
İslamcıları bu tarihsel atlamaya sevk eden neydi? Toplumsal değişimi ve dönüşümü sağlayacak dinamiklerin olmayışı, daha açık bir ifade ile değişimi ve dönüşümü toplumsal katmanlarda mümkün kılacak siyasallığın ve bu siyasallığın üretimlerinin bulunmayışı, değişim ve dönüşüm iradesini dışsal karakterli yapmaktadır. Osmanlı reform ve modernleşme hareketlerinin bizatihi kendisi dışsal bir itkinin neticesinde vuku bulmuştur. Dolaysıyla Avrupa endeksli değişim ve dönüşüm fikrinin kendisi de dışsal bir karakter taşımaktadır. ‘İslâmcıların Ortaçağ Klasik İslâmının birikimini kenara iterek doğrudan asil kaynaklara müracaat etmeleri, yani saflaştırıcı (pürist) yaklaşımları, yeni meşrulaştırma çabaları için Klasik İslâmın elverişsizliğinden kaynaklanmaktadır. Orijinal kaynaklar, işlenmemiş biçimiyle yeni kuramlara kaynaklık etmeye, yeni durumlara uyarlanmaya daha elverişli olmaktadır. Bu haliyle İslâmcılığın, çağın yeni sorunsalları çerçevesinde, klasik İslâmı aşarak, orijinal kaynaklarla çağın problemlerinin yeni bir bireşimi (sentezleme) teşebbüsü olduğunu söyleyebiliriz.’[17]
Hem Osmanlı Türkiye’sinde hem de Cumhuriyet Türkiye’sinde değişimlerin dışsal karakter taşıması, değişimin devlet eliyle yapılmasının ana nedenidir. Çünkü değişimi yerine getirecek tek örgütlü güç, devlettir. Bununla beraber her ana değişim kırılmalarında oluşan sosyopolitik yapı, bir sonraki değişimin zeminini de oluşturmuştur. Oluşan bu zemin, devletin değişim iradesine hem bir neden hem de bir meşruiyet sağlamıştır. Bu meşruiyetin oluşumunu sağlayan ise; değişimi mümkün kılan zeminin temsilcilerinin devletin yanında yer almasıdır. Türk siyasal kültürünün iktidara odaklılık olgusu; oluşan grup/zümre/sınıf çıkarlarının devlet çıkarları ile eşitleme çalışmalarıdır. Bu eşitleme çabaları, toplumsal çatışmaların devlet katında görünür olmasına yol açmıştır. Türk siyasal yaşamında “devleti ele geçirme” söylemi, sivil ve/veya askeri darbeleri, darbe ve ihtilal teşebbüsleri ya da özlemleri, bu eşitleme girişimlerinin billurlaştığı alanlardır.
Fakat değişimin kavuşmuş olduğu görece içsel dinamik, özellikle ana değişimlerin dışsal bir karakter taşımasına engel değildir. Çünkü değişimin yönü, değişimin ihtiyacını ortaya çıkaran dışsal etkilerin yönüne doğru oluşmuştur. Bu bağlamda İslamcılığın yönetsel iradeye karşı takındığı tutum, devlet katında görünür olup olmamakla farklılaşmıştır. Bununla beraber İslamcılık siyasal bir eleştiri ortaya koyabilmiştir. ‘Tarihi açıdan, Müslüman toplumlar oldum olası değişime uğradılar, fakat bu değişimin entelektüel değerlendirmesi (yani sebeplere ilişkin rasyonel araştırma) zaman zaman yapılmış olsa bile, sebep ve netice arasında ender olarak uygun bir râbıta kurulabildi. Her şey ilahi iradeye bağlandı ve böylece değişikliğin uluslararası bir olay olarak anlaşılmasından ve sonuçlarıyla baş edilmesinin çareleri aranmaktan kaçınıldı. Basite indirgemek gerekirse, iktidardaki hemen hemen bütün Müslüman seçkin kadroları ilahi ve değişmez bir düzen kavramını ileri sürmüş ve savunmuşlar, bu sayede kendi ekonomik ve politik üstünlüklerini sürdürmeye çalışmışlar ve bu düzene bir meşruiyet kisvesi giydirmek için de İslâm’ı kullanmışlardır. Fakat ardından yabancı işgali ister istemez Müslüman kitleleri kendi devlet seçkinlerinin “vesayet”inden (aslında hâkimiyetinden) kurtarmış ve yeni, modern bir toplum anlayışının doğmasına yardımcı olmuştur. Bu bir kendi kendini savunma tepkisiydi ve istemeyerek de olsa, yeni düşünce biçimlerine yol açmış ve Müslümanları geçmişlerine bakmaya, akılcı bir gözle dertlerinin sebeplerini aramaya ve kendi ruhsal ve düşünsel kaynaklarında bulunabilecek olan çareler üretmeye sevk etmiştir. Yabancı işgali böylece farkında bile olmadan Müslüman toplumun geçmişteki altın çağ (devr-i –Asr-ı- saadet) anısını canlandırmaya yardımcı olmuş, bir taraftan da devletin siyasi ve askeri açıdan dini korumaya muktedir olmadığını ortaya çıkarmış ve toplum üzerinde tek kesin otorite olan meşruiyeti yıkmıştır. Sonuç olarak, işgal altındaki Müslüman topraklarında İslâmî devletin çöküşü, temel bir toplumsal örgütlenme biçimi olan cemaatin canlanmasına yol açmış ve eğitim görmüş modern ve geleneksel elit tabakasının topluluğun İslâmî kimlik ve kültürünü yeniden güçlendirmek ve kalıcı kılmak için çareler bulmaya sürüklemiştir.’[18]
İslamcılığın yönetsel iradeye karşı eleştirel üslubu, daha çok eklektik bir mahiyet taşıyordu. İslamcılığın yönetsele ait fikir ve eylemlerinin eklektik bir mahiyet taşıması, onu muhtelif siyasal oluşumlar içerisinde görülmesine neden olmuştur. Tabidir ki yeknesak bir İslamcılıktan bahsetmek de mümkün değildir. İslamcıların siyasal alana yönelik yapmış oldukları eleştirileri, çözümleme ve önermeleri, Asr-ı Saadet vurgusuna rağmen bin yıllık İslam siyasal düşüncesinin özellikle İslami otoriteye yönelik geliştirmiş olduğu kemikleşmiş olan “kutsiyet” fikrinin refleksi ile sık sık karşı karşıya getiriyordu.
Hele bir de buna İslami kavramlara yüklenilen yeni anlamlandırmaların getirmiş olduğu tartışmalar da göz önünde alındığında İslamcılık fikri akımını, İslam’ın özellikle ana kaynakları bağlamında hedef hatasına oturtuyordu. ‘Her şeyden önce, devrin şartları ve ihtiyaçlarına uygun olarak bazı kelime ve kavramlar, nasların içinden ve bağlamından çekilip çıkarılarak büyük bir irtifa kaydetmişlerdir… bu kavramların içinin tamamen siyasi mülahazalarla doldurulması da modern bir davranış tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır.’[19] ‘İslamcı siyasetin siyasal manevralarının ve stratejilerinin İslamcılığa atfedilmiş metafizik bir sabitlik eşliğinde izlenmesi gerçekten de zordur… İslamcılık bir dünyevi ideoloji olarak zaman zaman farklı ittifaklar ve husumetler içinde yer alabilir. Bu ittifak veya husumetlerin kompozisyonları ve tarafları da zaman zaman değişebilir. Her siyasal hareketin kendi seyri içinde kendini haklılaştıran, meşrulaştıran tamamlayıcı bir içsel mantık vardır… Esasen, kendimizi başka bir ideolojinin değil de İslamcılığın beşeriliğine vurgu yapmak zorunda hissetmemiz, tek başına İslamcılığın zımnen nasıl bir beklenti, hatta baskı altında olduğunu gösteriyor. İslamcılığın beşeri yanı hem İslamcılar hem de İslamcı olmayanlar tarafından zaman zaman hatırlanır, çünkü aslında ona yüklenen beklenti, onu siyasal bir metafiziğin sabitliğine, bölünmez bütünlüğüne gönderme yaparak onu bir anlamda da hayatın ve siyasetin dışına itmeye yarayan bir baskı uygular.’[20]
Çalışmanın amacı; Avrupa (Batı) merkezli değişimin sömürgeci bir politik ile İslam Dünyası ile girmiş olduğu “zorunlu ilişkisi” bağlamında tarihsel seyri içerisinde “siyaset dışı” kalmış kitlelerin sosyo ekonomik temelli taleplerinin giderek sosyo politik bir talebe dönüşmesine eşlik eden İslamcılık ideolojisinin, “iktidara odaklılık” olgusu izleğinde egemenlik ve devlet algısının çözümlenmesidir.
Bu çözümlemenin temel iddiası; sosyal hayattan siyasal yaşama kadar geniş bir konu yelpazesi içerisinde temel eleştirileri ve önermeleri ortaya koymuş bulunan İslamcılık ideolojisinin Türk siyasal kültüründen bağımsız olmadığıdır.
Bu çalışmada ele alınan konunun çözümlenmesi yönünde kavramsal bir çerçeve sunulmuştur. Bu kavramsal çerçeve, modern Batı sömürge politiğinin yaslanmış olduğu önemli dinamiği “politik insan”ı karşısında, Türk siyasal kültürünün güçlü belirleyiciliği altında sürekli siyaset dışı kalmış Osmanlı Devleti tebaasının “eşitsiz durumu” ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu aşamada Çevre-merkez ilişkisinin temellendirdiği Türk siyasal kültürünün mahiyeti, kökenleri ve iktidara odaklılık olgusu açıklanmaya çalışılmıştır.
Bu eşitsiz durum karşısında temel bir eleştiriyi yerine getiren fikri akımlardan birisi olan İslamcılık ideolojisinin tanımı ve kökenleri irdelenmiştir. Bu çözümleme ve açıklanmaların işaret etmiş olduğu nokta; İslamcılık ideolojisininin nihayetinde Türk siyaset kültüründeki kadim devlet ve devletin egemenliği algısından bağımsız olmadığıdır. Zira İslamcılık ideolojisi, iktidarı ile birlikte, ortaya koymuş olduğu bütün söylem ve eylemlerinin aksine, bu kadim algıyı sahiplenmektedir. Kısaca, ele geçirilmeye çalışılan “merkezi siyaset”, bu defa çevreden kopartmış olduklarını merkezileştirmektedir.
(Devam Edecek)
[1] Tunaya, Tarık Zafer , Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlarıı, İstanbul, 2010, s.18.
[2] Aktay, Yasin, Sunuş Yazısından, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.24.
[3] Mardin, Şerif, Türkiye, İslam ve Sekülarizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 57.
[4] Tuna, Korkut, Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine, (Baykan Sezer’le konuşmalar) İz Yayınları, İstanbul, 2011, s.128-129.
[5] Karpat, Kemal H., Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 52-53.
[6] Mardin, a.g.e., (Türkiye, İslam ve Sekülarizm,) s.57.
[7] Çiğdem, Ahmet, İslâmcılık ve Türkiye Üzerine Bazı Notlar, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.267.
[8] Karpat, a.g.e., (Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji) s. 22-23.
[9] Karpat, Kemal H., İslâm’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s.17-18.
[10] İnalcık, Halil, II. Meşrutiyet: Anayasa Rejimi Geliyor, Cumhuriyet Yolu Açılıyor, (28 Mayıs 2008 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde toplanan II. Meşrutiyet Sempozyumunda okunan açış konuşması.) Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 45, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2008, s.13.
[11] Gencer, Bedri, İslâm’da Modernleşme- 1839-1939, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2012, s. 493.
[12] Laçiner, Ömer, İslâmcılık, Sosyalizm ve Sol, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.472.
[13] Kara, İsmail, İslâmcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.41-42.
[14] Bulaç, Ali, İslâm’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslâmcıların Üç Nesli , Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 60.
[15] Kara, a.g.m., s.35.
[16] Mardin, Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 203-204.
[17] Türköne, Mümtaz’er, Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 35.
[18] Karpat, Kemal H., İslâm’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 7-8.
[19] Kara, İsmail,İslâmcıların Siyasî Görüşleri, Hilafet ve Meşrutiyet, 1. Cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2001, s. 39.
[20] Aktay, a.g.e., s.23-24.
Henüz yorum yapılmamış.