Makale
Ä°slam Åžehirleri
Türümüz insanın, küre şeklinde olan yeryüzündeki hareketleri ve eylemleri, tarih dediğimiz hatıralar, anlatılar, olaylar ve olgular, nihayetinde tecrübelerinin kemikleştiği bir aktarımlar düzeneği olan uygarlıkların yığışması olarak, üzerinde yaşadığımız dünyanın küre şekline yakışır bir şekilde sürekli dönüp durarak zamanın taraf tutmayan ritmi içinde katmanlar ve tortular oluşturuyor.
İnsan insan ile rekabet ediyor. Rekabet ederken akıyor, diğerlerini itekliyor, sürüyor. Geçtiği yerlere heybesinden, torbasından bırakıyor. Gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini aktarıyor. Aktığı ve durulduğu yerlerde görüyor, anlıyor, öğreniyor ve heybesine, torbasına, bıraktığı kadar da dolduruyor. Geldiği yeri unutuyor ama kendisine aktarılmış olanı, tortu olarak hafızasının bir köşesinde sürekli olarak tutuyor. Kadim hafıza, geldiği yerle bulunduğu yeri, yığıştırılmış bir değerler manzumesi olarak bir arada bugününe yön verecek anlamlar dünyası olarak mezcediyor.
“Uygarlık yığışmaları” kavramının örtük olsa da iÅŸaret ettiÄŸi insan akışkanlığının mümkün kıldığı küreselleÅŸme; özünü muhafaza edebilen bir devamlılığın üzerine oturmuÅŸtur. Bu devamlılık, sonradan katılan unsurları da içine alan, kendisinde meczeden, kendisi ile deÄŸiÅŸen ve deÄŸiÅŸtiÄŸi kadar da kendisi ile dönüştüren kodlamalardır. Bu baÄŸlamda “Ä°slam ÅŸehirleri” çözümlemeleri üzerinden de serdedilen “methiye” veya “reddiye” yönteminin çatışmacı bir içerik taşıdığı muhakkaktır. Bu çatışmanın temelinde ise toplumların kendi tecrübeleri içinde ortaya koymuÅŸ oldukları yönelimlerinin yarışması deÄŸil, çoÄŸu kez indirgenmiÅŸ hükümler çerçevesinde yapılan medeniyetler mukayesesi üzerine oturtulmuÅŸ tartışmaların tarihsel baÄŸlantılarının inÅŸa edilmiÅŸ sonuçlara matuf bir içerik taşıyor olmasıdır.
Åžehir ve ÅŸehirleÅŸme konusunda Max Weber’in ‘Avrupa Åžehrini’ özgün, Ä°slam ya da daha kapsayıcı bir ifade ile ‘DoÄŸu Åžehrini’ tarihsel sıçramalarını yapamamış ve tam geliÅŸememiÅŸ yapılar olduÄŸunu ilan etmesi, kısıtlı tarihsellik anlayışının oluÅŸturduÄŸu erkenci bir “tarihin sonu” algılamasının genel kabul görmesine yol açmıştır.
Ä°slam ÅŸehirleri çözümlemeleri genel tarihsellik içerisinde ele alınmalıdır. Zira insan akışkanlığının oluÅŸturduÄŸu uygarlıklar yığışmasını ve bu yığışmanın üretimleri olan tecrübelerin aktarımları ve yeniden üretimlerini anlamak daha anlamlı olacaktır.Uygarlık yığışmalarının mümkün kıldığı evrensel mahiyetteki tecrübelerin ve aktarımların içerisinde “katışıksız”, “özgün ve kendinden menkul” bir içerik aramak, özellikle belirli bir aidiyete iÅŸaret eden uygarlık kavramsallaÅŸtırmasının sentezlenerek farklılaÅŸtırılmış ve bu farklılaÅŸtırma üzerinden ayrıştırılmış bir baÄŸlam üzerinden çözümlenmesi, özne siyasetine dayalı hükümranlık yönelimlerinin ve bu yönelimlere yönelik tepkici karşılıklarının inÅŸa edilmiÅŸ bir çatışma barındırdığı bir vakıadır.
Uygarlıklar arasında farkların olması doğaldır ve uygarlıkların kendi içlerinde dahi nüans taşıdığı bir gerçektir. Sentezleme; uygarlıklar arasında bir mukayese yaparak bu mukayeseden hareketle hükmetmeye yönelik üstünlük çıkarsamalarının yapılmasıdır. Üstünlük çıkarsamalarının vardığı/varacağı nokta ise her türlü vasıtayı kullanabilen iktidar yapılarının üst bir meşruiyet kazanmalarıdır. İhtirasların meşrulaştırıldığı uygarlık algısı ile evrensel ve kozmopolitan bir hükümranlık olgusu arasındaki ince çizgi, tarihsel olarak hükümranlık olgusunun mahiyetini ve yönünü de ortaya koymaktadır.
‘Ä°ster “medeniyetler çatışması”, isterse “medeniyetler arası diyalog” görüşünden yola çıkılsın, bu iki anlayış da ortada en az iki medeniyet olduÄŸu kabulüne dayanır. Oysa, medeniyet kavramı ile bu iki görüşün de savunduÄŸu deÄŸerler açısından paradigma kayması bulunmaktadır. Her iki halde de medeniyet, çatışması veya barışması gereken misyon olarak algılanıyor. DoÄŸal olarak da bu misyon, onu temsil ettiÄŸini iddia eden misyonerlerce araç olarak kullanılıyor. Misyonerlerin hegemonya savaşı, medeniyetler arası çatışmanın doÄŸallığına ve normalliÄŸine baÄŸlanıyor. Medeniyetin evrensel adaleti ve barışı saÄŸlama, insanlığın onur ve erdemliliÄŸine katkı saÄŸlama misyonu, çatışma ve diyalog tartışmaları arasında kayboluyor. Daha kötüsü, ortada gerçekten çatışması veya barışması gereken bir veya iki medeniyet var mı sorusunu unutturuyor.’[1]
Pers, Sasani, Helen, Roma, Katolik Hıristiyan, Ortodoks Hıristiyan, Emevi, Abbasi, Memluk, MoÄŸol, Timurî MoÄŸol, Selçuklu, Osmanlı Ä°mparatorluklarının dünyaya hükmetmeleri iradesi, ‘Nizam-ı Âlem’ ülküsü ile paraleldi ve her evrensellik iddiası, dünyaya hükmetmeyi zorunlu kılmaktaydı. Nizam-ı Âlem ülküsünün dinsel kaynağında ise semavi kaynaklı üç büyük dininin etkisi tartışılmazdır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık ‘Sami’ kaynaklı idi ve kaynağın tek olması ise bu dinlere devamlılık, tutarlılık ve evrensellik arz eden deÄŸiÅŸtirici, yenileÅŸtirici ve nihayetinde hükmedici bir güç vaz etmekteydi. Semavi dinlerin tarih sahnesine çıkması aynı zamanda vahyin “yeryüzünün halifesi” olarak bildirdiÄŸi insana dünyaya nizam vermesi görevini yüklüyordu.
Ä°slam ÅŸehirleri kavramsallaÅŸtırmasını, tarihsel yeri itibariyle yeni bir dinin oluÅŸturduÄŸu “yeni bir özgünlük” iddiası olarak deÄŸil de, bütün bir uygarlık mirasının sindirildiÄŸi, tarihsel devamlılığın ve tutarlılığın muhafaza edilip sürdürüldüğü mekânlar olarak çözümlemek gereklidir. Akan zamanın içerisinde akan insanın yığıştığı o kadar açıktır ki; ‘her istilacı, bir öncekinin henüz sıcaklığını koruyan yerine otur(makta)…Öte yandan, insanların, hayvanların, bitkilerin, malların ve tekniklerin, dinlerin ve simgelerin dolaşımı için ayrıcalıklı bir alan (oluÅŸmaktadır). Bu dolaşım kimi zaman o kadar hızlı olur ki, bir yenilik karşısında, onun çıktığı yerde mi gerçekleÅŸtiÄŸini, yoksa dışarıdan mı getirildiÄŸini anlamakta güçlük çekeriz: Tarihçiler ve tarihöncesi uzmanları bu etkilerin izini sürerken sık sık yollarını ÅŸaşırırlar.’[2]
Akan zaman ve insanın mümkün kıldığı bütün bir uygarlık yığışmalarını, esasında insanileÅŸtirilmiÅŸ bir devamlılık ve tutarlılık arz eden bir üst anlatı içinde algılamak; bugüne ait sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunları oluÅŸturan dünya algılamalarının da bir gün insanileÅŸerek nihayetinde insani mecrasına girebileceÄŸini umut etmektir. ‘Medeniyet paradigması, insan, toplum, doÄŸa, iktidar, meÅŸruiyet, üretim ve paylaşım deÄŸerlerinin evrensel ölçekte barış, adalet ve özgürlük ilkeleri ile düzenlenmesini öngörür. Bunun için de her medeniyet önce amacını/insanı, sonra aracını/insanı, en sonunda da ürününü/insanı yaratır. Çünkü medeniyet makro insan, insan mikro medeniyettir.’[3]
Ä°slam dininin hızlı bir ÅŸekilde yayılması ve Arap olmayan unsurların bu dine girmeleri, farklı “Ä°slam yorumlarını” beraberinde getirmiÅŸtir. Farklı Ä°slam yorumlarını mümkün kılan ise; Ä°slam’a giren farklı unsurların, din ile açıkça çatışmayan geçmiÅŸten getirmiÅŸ oldukları birikimlerinin, kozmopolitan bir ÅŸemsiye altında muhafaza edilmesidir. Ä°slam dininin hermenötik/tefsir ve çıkarsama yapabilme perspektifi ise; farklılıkların bir üst anlatıda kendilerini ifade edebilmelerini saÄŸlamıştır. Bununla beraber evrensellik için ise temel ÅŸart olan, “kozmopolitanizmin ve ortodoksiliÄŸin” oluÅŸması gerekliydi; Ä°slam ÅŸehirleri evrenselliÄŸi, mümkün kılan kozmopolitanizmin ve ortodoksiliÄŸin oluÅŸtuÄŸu yerler olarak dikkat çekmiÅŸtir.
Ä°slamiyet’ten önce Arabistan Yarımadasında kabileler halinde yaÅŸayan Araplar, hem kabile asabiyetinin oluÅŸturmuÅŸ olduÄŸu klan örgütlenmesinin özellikleri, hem de büyük güçlerin ilgi sahası dışında kalmaları nedeniyle kendilerini görece güvende görmelerinden dolayı bir devlet çatısı altında örgütlenme ihtiyacını hissetmemiÅŸlerdir. Arap kabileleri bağımsız birimlerdi ve aralarında herhangi siyasi bir baÄŸ yoktu. Her kabilenin kendisine has gelenekleri vasıtasıyla oluÅŸmuÅŸ ve kemikleÅŸmiÅŸ “düzen” algısı, bütün kabileleri baÄŸlayacak ortak bir siyasanın ve ortak bir hukukun oluÅŸumunu engelliyordu. Her kabilenin kendisine ait kültü, putları ve dinsel objeleri vardı. Kabilelerin bu kendilerine has gelenek, görenek ve dinsel inanışlarına, geçimlerini saÄŸladıkları çölün zorlu ÅŸartları da eklenince, daima mücadeleye hazır ve sadece kendisinden sorumlu sosyal birimler ortaya çıkıyordu. Zorlu çöl ÅŸartlarında otlak alanlar, su çok kıttı ve yaÅŸamsal bir öneme sahipti. Kabileler arasında otlak alanlar ve su yüzünden sık sık kanlı çatışmalar çıkıyor, bu çatışmaların etkisi uzun yıllar sürüyor, kabileler arası düşmanlıklar nesilden nesile aktarılıyordu.
Ä°slamiyet, Arap topluluklarına, kabilelerinin dışında yaÅŸanılacak bir dünyanın mümkün olduÄŸunu ve insanların kardeÅŸ olabilmeleri için kan bağından baÅŸka, ortak olarak inanılan ve bir hukuk düzeneÄŸi oluÅŸturabilecek baÄŸlayıcı deÄŸerler bütünü etrafında birleÅŸile bilineceÄŸini gösterdi. Bu deÄŸerler bütünlüğüne dâhil olabilmek için akıl saÄŸlığı ve reÅŸit olmak dışında herhangi bir ön ÅŸart yoktu. Vahiy, “ey insanlar” diye nida ediyordu; ortak payda insandı. Bu ortak inanç, herhangi bir kan bağına dayanmayan bir kardeÅŸlik oluÅŸturdu. Hz. Muhammed’in etrafında kümelenen ilk inananlar topluluÄŸu, güçlü kabilelerden etkili isimleri de içinde barındırıyordu. Bedir, Uhud ve Hendek savaÅŸlarında aynı kabileye hatta aynı aileye mensup kiÅŸiler karşı karşıya gelmiÅŸler, birbirleriyle savaÅŸmışlardı; kan bağına dayalı kardeÅŸlik duygusu artık parçalanmıştı.
Ä°slam, diÄŸer Sami kaynaklı Yahudilik ve Hıristiyanlık dinleri gibi ÅŸehirli bir dindir. Ä°slam dininin ilk tebliÄŸ edilmeye baÅŸlandığı yer Mekke ÅŸehri, bir devlet örgütlenmesi ile birlikte siyasi bir güç olarak yükseldiÄŸi yer ise Medine ÅŸehridir. Farklılıkların yaÅŸandığı yer olan ÅŸehirlerde ancak siyaset üretilebilir, farklılıkların oluÅŸturduÄŸu çeliÅŸki ve çatışmalar ancak dinamik bir toplum yaratabilir. Åžehir, bu çeliÅŸki ve çatışmaları, belirli bir dengeye kavuÅŸturacak ve tutarlı bir toplumsallık üretebilecek “hukukun” doÄŸduÄŸu ve geliÅŸtiÄŸi yerlerdir. Ä°slam dininin hem ahlaki hem de ahkâmî özellikleri bir arada barındırması, onu ÅŸehirli yapmaktadır.
İslam dini, tebliğ edilişinden çok kısa bir süre sonra devlet dini haline gelmiş, yayılmasını bir devlet organizasyonu altında gerçekleştirmiştir. Bu organizasyon aynı zamanda siyasal, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin yeniden örgütlenmesi anlamına gelmekteydi.
Ä°slam dininin doÄŸduÄŸu ve yayıldığı zaman evresinde hükmedici iki büyük güç vardı; Bizans (DoÄŸu Roma Ä°mparatorluÄŸu) ve Sasani Ä°mparatorluÄŸu. Bu iki büyük güç, rekabet ve çekiÅŸme halindeydiler. Muhtelif düşmanlara karşı, çok geniÅŸ bir coÄŸrafyaya yayılmış olan Sasani askeri gücünün bu yayılmadan dolayı zaaf içerisinde olması, bitip tükenmek bilmeyen Bizans rekabeti, taht kavgaları ve iç savaÅŸlar, vergi gelirine baÄŸlı devlet maliyesinin deÄŸer üreten köylülere yönelik gittikçe artan vergisel baskıların oluÅŸturduÄŸu huzursuzluk ve sıklaÅŸan köylü ayaklanmaları, sosyal tabakalaÅŸmanın yarattığı tepkiler ve kopuÅŸlar, Sasani Ä°mparatorluÄŸunu oldukça zayıflatmış ve Müslüman Arap saldırılarına karşı direnememiÅŸlerdir. Bu baÄŸlamda Müslüman güçlerin daha uzun yüzyıllar boyunca karşı karşıya kalacağı Bizans Ä°mparatorluÄŸunun varlığı ön plana çıkmıştır. Roma Ä°mparatorluÄŸunun ilk önce Batı ve DoÄŸu olarak ikiye bölünmesi ve ardından Batı Roma Ä°mparatorluÄŸunun çökerek tarih sahnesinden çekilmesi, toplumsal ve toplumlar arası iliÅŸkilerin yeniden örgütlenmesini gerektirmiÅŸtir. Bu yeniden örgütlenmenin anlamı; esasında bir güç merkezi kaymasıdır ve yeni güç merkezi artık doÄŸudur. DoÄŸu Roma Ä°mparatorluÄŸunun yani Bizans’ın Batı Roma Ä°mparatorluÄŸundan devraldığı özellikle toplumlar arası iliÅŸkileri örgütleme becerisi, hem Batı Roma Ä°mparatorluÄŸu çöküşünün negatif tesirleri, hem Bizans’ın tarihsel süreçte içerisine düşmüş olduÄŸu yönetsel zaaf, hem de ve en önemlisi yıpratıcı Sasani rekabeti nedeniyle zayıflamış ve Araplar lehine bir ortam oluÅŸmuÅŸtu.
Her iki tarafı da yıpratan Bizans-Sasani çekişmesi hem toplumsal hem de toplumlar arası ilişkileri negatif yönde etkilemiştir. Bu negatif etkileşim esasında yürürlükte bulunan sistemin işlevsiz kalmasına, dolaysıyla bir kilitlenme durumunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kilidi Arap Müslümanları çözecektir.
‘Bizans’ın yeni çözüm getirecek iliÅŸkileri örgütleyememesi, kendisini aÅŸamaması, Ä°ran ile kısır çekiÅŸme içine girmesine yol açacak ve bu durum Orta Asya’dan gelen ticaret yollarının ve iliÅŸkilerinin tıkanmasına yol açtığı için yeni iliÅŸkiler ağının oluÅŸturulması gerekecektir. Yeni iliÅŸkiler ağı, yeni baÄŸlantı noktalarının aranması ve bununla ilgili örgütlenmeler yeni güçlerin tarih sahnesine girmesine yol açacaktır. DoÄŸu-Batı ticaretinin Kızıldeniz bölgesine kayması Arapların devreye girmeleri ve bundan yararlanmaları ile sonuçlanacaktır. Yeni bir dinin de önderliÄŸini yapan bu millet kendi etkinlik alanı içinde yeni baÄŸlantı noktalarının örgütlenmesini saÄŸlayarak eski uygarlık bölgelerinin yeni bir ÅŸehirleÅŸme ile canlanmasını saÄŸlayacaktır. Kilitlenen Bizans-Ä°ran çekiÅŸmesinin sonucunda denetimleri altında bulunan DoÄŸu ticaretinin baÅŸka alanlara kayması sonucu Arap tüccarlarının Hint ve Çin’e kadar uzanan bir deniz trafiÄŸi içinde, giderek artan bir etkinlik ve örgütleyiciliÄŸe sahip oldukları anlaşılmaktadır… Bu çerçeve içinde baÄŸlantıları saÄŸlayacak noktaların canlandığı görülmektedir. Ä°slâmiyet’in üç kıtaya birden yayılması iliÅŸkilerin örgütlenmesi açısından yeni merkezlerin ortaya çıkmasını gerektiriyordu… Bu baÄŸlantı merkezleri fethedilen eski uygarlık topraklarında bir zamanlar önemli örgütlenmeler saÄŸlamış ÅŸehirlerin yanlarında yeni Ä°slâm ÅŸehirlerini yaratacaktır.’[4]
Ä°slam ÅŸehirleri, merkezi bir anlayışla yönetiliyordu. Merkez siyasal aygıtı, valilik müessesi marifeti ile ÅŸehirlere vaziyet ediyordu. Bağımsız siyasal birimler halinde örgütlenmiÅŸ “site devlet” tipi ya da OrtaçaÄŸ Avrupa’sına has, kan bağına dayalı ve miras yolu ile devredilen, bir iktidar yumağı oluÅŸturan “otonom” dere bey kent tipi, Ä°slam ÅŸehirleri için söz konusu deÄŸildi. ‘Böyle bir otonomi, Emevi döneminden ta 19. Yüzyılın ortalarına kadar, Abbasi Ä°mparatorluÄŸu’nun son yüzyılındaki, siyasi otorite boÅŸluÄŸunun yarattığı kriz dönemleri hariç, Ä°slam ÅŸehirlerinde hiçbir zaman söz olmadı, olamazdı da. Çünkü Ä°slam toplumunda esas olan “ulû’l-emr’e itaat”idi. Yani Ä°slam ÅŸehirleri daha baÅŸlangıçtan itibaren“siyasi otoriteye mutlak itaat” ile yükümlü bir yapıda geliÅŸti.’[5]
Ä°slam Devletlerinin siyasal merkeziyetçiliÄŸi, merkezi bir otoriteye baÄŸlı, tümleÅŸik bir organizasyon fikri dahilinde birbirleriyle bütünleÅŸebilen, ‘sistemin örgütleyiciliÄŸi ile ayakta durabilen’[6] ÅŸehirleri yaratmıştır. ‘Ä°slâmiyet yayılmasını tamamladığı zaman birçok üretim bölgesini ve bunların siyasî örgütlenmesini kaplamıştı’[7] Bu bölgelerde ortaya çıkan ya da yeni kurulan ÅŸehirler, ÅŸehir bölgeleri bize Ä°slâmiyet’in getirdiÄŸi yeni koÅŸulları, her yöreye ait baÅŸarılı örgütlenmeyi ve bunlar sonucunda kendi içlerine kapanıp kalmış eski iliÅŸkilerin aşıldığını göstermektedir. Bu çerçeve içinde birbirine baÄŸlanan ve iktisadî-siyasi-kültürel ve dinî açıdan örgütlü bir iliÅŸkiler ağına katılan bölgelerdeki eski yerleÅŸme yerleri sosyal-demografik, topografik ve iktisadî açıdan yeni bir hayat tarzına kavuÅŸurlarken bir dizi yeni ÅŸehir de ortaya çıkmış oldu. Atlas Okyanusu’ndan Hindistan’a kadar uzanan yeni örgütlenmede bir araya gelen ve bütünleÅŸen bölgeler ve ÅŸehirler (oluÅŸmuÅŸtur).[8]
Ä°slam dini toplumsallığa vermiÅŸ olduÄŸu önem nedeniyledir ki, ibadetlerin toplu bir ÅŸekilde yapılmasını teÅŸvik etmiÅŸtir. ‘Ä°slâm ÅŸehir hayatının en önemli prensibi olan namaz, cami veya mescitte yapılan bir ibadettir; toplu olarak kılınması teÅŸvik edilmiÅŸtir. Namazın kılınabilmesi için gerekli olan bazı ÅŸartlar Ä°slâm ÅŸehirlerinin yapısını büyük ölçüde etkilemiÅŸtir. Bunlar: a) Abdestin ya da guslün alınmasıyla temizliÄŸin saÄŸlanması, b) Namazın kılındığı vakite dikkat edilmesi, c) Yüzün Mekke'ye çevrilmesi, d) Cuma namazında bütün inananları alabilecek geniÅŸlikte bir yerin bulunması ve namazın bir yerleÅŸim merkezinde ya da bu hükümdeki bir yerde kılınma zorunluluÄŸudur. Ayrıca bayram namazlarının da cemaatle kılınması zaruridir. Görülüyor ki, namaz bir bütün olarak yerleÅŸik hayat tarzını gerektiren veinsanı ona bağımlı hale getirmekle kalmayıp onu oluÅŸturan cemaat için bir mekân ve bu mekânın çevre unsurlarını da (Hamam, çeÅŸme, çarşı vb.) ÅŸekillendirmektedir.’[9]
“Cami” toplayan anlamında kullanılmakta olup, Ä°slam ÅŸehirlerinde cami, merkezi bir öneme ve çoklu bir iÅŸleve sahiptir. Cami yalnızca ibadet yapılan bir mekân olarak deÄŸil, sosyal hayatın gündelik ritmi içinde farklı ihtiyaçları ve toplumsal iletiÅŸimi saÄŸlayan bir mekân olarak öne çıkmaktadır. ‘BilindiÄŸi gibi cami, Ä°slam’ın baÅŸlangıcından beri Müslüman coÄŸrafyasındaki kentlerin fiziksel yapılanmasında en belirleyici birim olmuÅŸtur. Esas olarak toplu ibadet edilen kutsal bir mekân olmakla beraber, aynı zamanda siyaset dâhil, her türlü konunun tartışıldığı, yabancı ülkelerden gelen Müslümanların verdiÄŸi haberlerin, ulemanın sohbet ve derslerinin dinlendiÄŸi toplumsal bir mekân, bir çeÅŸit forumdur.’[10] Bir Müslüman bireyin diÄŸer bir Müslüman birey üzerindeki hak ve yükümlülükleri bireyler arasında sıkı bir iliÅŸkinin kurulmasını mümkün kılmaktadır. Ä°slam dininin teÅŸvik ettiÄŸi toplumsallık, ÅŸehirleÅŸmeyi de teÅŸvik etmiÅŸtir.
Ä°slam yayılması ile birlikte Afrika, UzakdoÄŸu ve Güney Asya, gibi merkezden uzak coÄŸrafyalar dünya ticaret döngüsüne dâhil olmuÅŸ, içine kapanan Batı ile yeni çakışma ve iletiÅŸim alanları oluÅŸmuÅŸtur. Ä°slam siyasal birliÄŸinin saÄŸladığı istikrar ve hukukun iÅŸlerlik kazanması, uzun eriÅŸimli ticareti mümkün kılmıştı. ‘Ä°slâmiyet’in fetihler yoluyla bu bölgelere ulaÅŸması ile geniÅŸleyen iliÅŸkiler sadece doÄŸal zenginliklerin el deÄŸiÅŸtirmesi ile kalmayacaktır. Sınaî ürünlerin de ticarî dolaşıma katıldıkları görülmektedir. Dokuma ürünlerinin önde geldiÄŸi bu imalatla ilgili olarak Sus ÅŸehrinden söz edilebilir. Ä°slâmiyet’in Uzak DoÄŸu ile kurduÄŸu bu iliÅŸkiler onun güçlenmesi ve geliÅŸmesini saÄŸlarken yayılmayla birlikte geliÅŸen ÅŸehirler ve yeni ÅŸehir bölgelerinin ortaya çıkması Ä°slâm âleminin yeni bölgelerle iliÅŸkiler kurmasına yol açacaktır. Kuzey Afrika ve Ä°spanya’ya kadar ulaÅŸan fetihler bu bölgelerdeki toplum hayatını canlandırdılar, kurulan yeni iliÅŸkilerle kırsal hayattan çıkıp ÅŸehirleÅŸmesini saÄŸladılar.’[11]
Ticaretin coğrafik olarak çok geniş bir alana yayılması, ölçek olarak yüksek tutarlı ve oldukça çok mal çeşidinin üretim, dağıtım ve pazarlama imkânları ile farklı pazarlarda dolaşıma sokulması, değerli madenlerden basılan sikke, pul, nama ve hamiline yazılı senetler gibi değişim araçlarının çeşitlenmesi, toprak mülkiyetinin ortadan kalkması ile toprağı işleyenler ile toprağın artık tek sahibi olan merkezi otoritenin arasına giren aracı siyasal ve sosyal katmanların tasfiye edilmesi, hem ekonomik, hem ticari, hem toplumsal hem de siyasal ilişkilere yeni bir canlılık ve yeni bir biçim kazandırmıştır. Özellikle ticari ilişkiler, toplumları birbirlerine yakınlaştırmış, kültürel etkileşimin, bilgi ve görgü alış verişinin yolunu açmıştır.
“Dinde zorlama yoktur” ilkesi, Müslüman olmayan unsurların dinsel kimliklerini muhafaza edebilmesini, Ä°slam ÅŸehirlerinde yaÅŸamalarını mümkün kılmıştır. Müslüman unsurlar ile Müslüman olmayan unsurların belirli bir ayırıma tabii tutuldukları bir gerçektir. Müslüman olmayanlar; yapamayacakları iÅŸler, vergisel yükümlülükler, taşıyabilecekleri ya da taşıyamayacakları giysi, aksesuar, silah vb. gibi ayrıntılar, yerleÅŸebilecekleri mekânlar gibi kısıtlamalar ile karşılaÅŸmışlardır. Bununla beraber temel kazanımlarına gösterilen göreceli saygı, ticari, zirai ve sınai faaliyetlerine tanınan özgürlük, Müslüman olmayan unsurları ya bulundukları ÅŸehirlerde tutmuÅŸ ya da farklı coÄŸrafyalardan Ä°slam ÅŸehirlerine doÄŸru bir akımın nedeni olmuÅŸtur. Ä°slam siyasal birliÄŸinin oluÅŸturduÄŸu istikrar, güven ortamı ve yürürlükte bulunan bir hukukun iÅŸletilmesi, gittikçe canlanan ve zenginleÅŸen Ä°slam ÅŸehirlerini cazibe merkezleri haline getirmiÅŸtir.
İslam şehirlerinin oluşumunda ve gelişiminde Müslüman olan ve olmayan milletlerin göçleri önemli bir faktördür. İslam Devletlerinin, gücünü pekiştirmek ve özellikle vergi gelirlerini artırmak için göçleri örgütledikleri bir vakıadır. Göçler toplumsal akışkanlığı yaratan önemli bir olgudur. Göç olgusu basit bir mekân değişimi olayı değildir. Göçler, yeni bir kültürel oluşumu sağlayan, farklı toplumsallıklar yaratan, hem gelen hem de gelinen açısından farklı tecrübelerin karıştığı, kaynaştığı, sosyal, siyasal, dini, kültürel ve ekonomik değişimleri oluşturan bir süreçtir. Can güvenliği, mecburi iskân politikaları, siyasal, sosyal, dini ve kültürel değişimlerin yarattığı baskı ve huzursuzluk, iklimsel değişiklikler ya da nüfus artışı/azalışı nedeniyle geçim kaynaklarının kıtlaşması, refahın arttırılması, daha rahat ve meşakkatsiz bir yaşam umudu, göçlerin oluşmasının belli başlı nedenleri olarak sayılabilir.
Ä°slam yayılmasının ilk yıllarında yeni fethedilen topraklara daha çok askeri amaçlarla Arap Yarımadasından muhtelif kabileler getirilerek Ä°skân edilmiÅŸlerdir. Bu kabileler zaman içerisinde iskân edildikleri topraklardaki yerli unsurlarla karışmışlar hem kendileri deÄŸiÅŸmiÅŸler hem de bulundukları yerleri deÄŸiÅŸtirmiÅŸlerdir. Göçler ÅŸehirlerin hem demografik yapısını hem de fiziki yapılarını deÄŸiÅŸikliÄŸe uÄŸratmaktadırlar. Ä°slam siyasal birliÄŸine, asli bir unsur olarak katılan Arap olmayan milletlerin, özellikle siyasal saiklerle farklı bölgelerdeki iktidar arayışları, aynı zamanda Ä°slam’ın farklı siyasal bölgelere taşınmasına neden olmuÅŸtur.
Türklerin Anadolu’ya bir devlet organizasyonu dâhilinde girmeleri ve çok yoÄŸun bir nüfusun Anadolu’ya yayılması; Anadolu’nun Ä°slamlaÅŸması ve Bizans ÅŸehirlerinin Ä°slam ÅŸehirlerine dönüşmesi baÄŸlamında önemli bir örneÄŸi teÅŸkil etmektedir. Arap akınları ile küçülerek Anadolu’ya çekilmiÅŸ olan Bizans, bu göçlerle daha da küçülecek, nihayetinde Osmanlı PadiÅŸahı II. Mehmet tarafından, topraksız ve baÄŸlı ÅŸehirleri olmayan baÅŸkentleri Ä°stanbul fethedilerek siyasal varlıkları son bulacaktır.
‘Anadolu’daki kentlerin hemen hemen tamamına yakınının ilkçaÄŸlardan Roma dönemine, Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan da 11. Yüzyılın sonlarından itibaren doÄŸudan batıya doÄŸru yavaÅŸ yavaÅŸ Türklere intikal ettiÄŸi kesin bir tarihsel olgudur. Ama unutulmamalıdır ki, bu kentlerin tamamı Hıristiyanlık döneminde hem fizik hem de sosyal yapı bakımından ilkçaÄŸdaki durumundan epeyce farklılaÅŸmışlardı. Türklerin belli bir kesimi Anadolu’daki bu Bizans kentlerine yerleÅŸtiler. Konya (Iconium), Amasya (Amaseia), Sivas (Sebasteia), Kayseri (Cesarea), KırÅŸehir (Mocissus), EskiÅŸehir (Dorilaeum), Ankara (Ancyranum) vb eski Roma ve Bizans döneminin ünlü kentleri bunlardandır. Onlar bu kentlerin yeniden imarına önem vermiÅŸler, cami, medrese, tekke, çarşılar, hamamlar vb. çeÅŸitli vakıf kurumlarıyla buraları canlandırmaya çalışmışlardı. Bu eski kentlerin ihya edilmesinin dışında, Alaiye, AkÅŸehir, Kubadiye gibi yenilerini de kurmayı ihmal etmemiÅŸlerdi.’[12]
‘Birçok islâm tarihçisi ve gözlemcisi Ä°slâmi mesaj ile onun ilk olarak yayıldığı yerin coÄŸrafi özellikleri arasındaki ÅŸaşırtıcı zıtlığa dikkat çekmiÅŸlerdir.[13] Esasta göçebe ya da yarı göçebelerin yaÅŸadığı Arabistan'da Ä°slâmiyet ile birlikte hızla geliÅŸen bir ÅŸehirleÅŸme hadisesi oldukça dikkat çekicidir.’[14]‘Müslümanlar için ÅŸehirleÅŸmenin siyasî, askerî, dînî, ekonomik ve kültürel yönden pek çok sebebi vardır. Fethedilen bölgeyi elde etmek, oraya hükmetmek, askerî ikmal noktaları tesis etmek, vergi ve ganimetleri toplamak, Ä°slam Dini’ni tam bir ÅŸekilde yaÅŸayabilmek, öğrenebilmek ve öğretebilmek için ÅŸehirler olmazsa olmaz iskân yerlerini oluÅŸturmaktadır.’[15] Müslümanların çeÅŸitli ihtiyaçlarına uygun olarak kurdukları, ele geçirerek hakimiyetleri altına aldıkları, yeniden yapılandırdıkları ya da tasarlayarak kurdukları ÅŸehir mekânlarına yönelik ortak bir isimlendirme olarak “Ä°slam Åžehirleri” kavramsallaÅŸtırması ortaya çıkmıştır. Bir din adının ÅŸehir mekânına izafe edilmesi çeÅŸitli tartışmaları da beraberinde getirmiÅŸtir. Bu tartışmaların detayı, bu makalenin hacmini ve maksadını aÅŸacağından, sadece, dinsel bir aidiyyete matuf bir ismin, ÅŸehirlerin önemli bir sıfatı olarak kullanılmasının arka planında, daha çok siyasala yapılan bir atıf olarak algılandığını belirtmek yerinde olacaktır. Ä°slam siyasal düşüncesinin ana eksenini oluÅŸturan Ä°slam dinin siyasal hakimiyeti prensibi, bu dinin hakimiyeti altındaki beldelere bu sıfatın verilmesine neden olmuÅŸtur.
Bununla beraber bir beldenin Ä°slam hâkimiyeti altında olduÄŸunu beyan eden “Ä°slam Åžehirleri” kavramsallaÅŸtırması, tarihsel süreç içerisinde Ä°slam ÅŸehirlerinin göstermiÅŸ oldukları ortak fiziki ve kültürel benzerlikleri doÄŸrultusunda, içerik olarak siyasal alanı aÅŸan daha kapsayıcı bir kavramsallaÅŸtırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat Ä°slam ÅŸehirlerinin taşıdıkları asgari ortak fiziki ve kültürel benzerlikler bu yapıların türdeÅŸ oldukları anlamına gelmemektedir.
Tarihsel süreç dâhilinde ilk dönem İslam merkezi otoritesinin dağılarak, özellikle Arap olmayan farklı Müslüman siyasal aktörleri bağlamında atomize olması, İslam şehirleri kavramsallaştırmasını, taşıdığı siyasal içeriğinin temsiliyeti noktasında da farklılaştırmıştır. Değişik unsurların taşımış oldukları sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel özellikler, hem yönetim felsefelerine, hem şehirlerin fiziki yapılanmasına ve şehirlerin sosyal dokularına, hem de şehir kültürlerine ve şehir kurumlarına derin tesirler yapmışlardır. İ
Ä°slam dininin çok geniÅŸ bir coÄŸrafyada kabul görmesi, Ä°slam ÅŸehirleri kavramının da çok geniÅŸ bir coÄŸrafyada ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Ä°slam ÅŸehirleri, tek bir merkezi gücün inÅŸa etmiÅŸ olduÄŸu türdeÅŸ yapılar olmayıp aksine yerel unsurlarla beslenen, deÄŸiÅŸen, dönüşen, farklı Ä°slami okumalarla zenginleÅŸen ve kozmopolitan bir yapıya kavuÅŸan ÅŸehirlerdir. ÖrneÄŸin Sasani ve Bizans güçlerini tasfiye eden Ä°slam yayılması, aynı zamanda bu güçlerin bir ÅŸekilde varisi olmuÅŸlardır. Ä°slam ÅŸehirlerinin fiziki yapılanmasından ÅŸehir kurumların ve yönetsel aygıtlarına kadar bu miras açık bir ÅŸekilde görülmektedir. ‘… Hz. Peygamber ve hulefâ-i râşidîn döneminde, Ä°slam devletinin idarî olarak taksimata tâbi tutulmasında izlenen yöntemlerde zaman zaman farklılıklar olmuÅŸsa da; ülke temel olarak, Bizans ve Sasânîler’de olduÄŸu gibi eyalet ve vilâyetlere ayrılarak idare edil(miÅŸtir).’[16] DiÄŸer bir önemli örnek ise; II. Mehmed’in Ä°stanbul’u fethi ile beraber, Bizans unvanı olan “Kayser-i Rum” (Roma Ä°mparatoru) unvanını da kullandığı tarihsel bir vakıadır.
İslam şehirlerinin fiziki yapıları, kuruluş biçimlerine göre farklılıklar göstermektedir. Kuruluş sürecine, kurucularına, fonksiyonlarına göre farklılıklar gösteren İslam şehirlerinde zaman içerisinde ortak bir unsur olarak cami, şehrin odak noktasını oluşturmuştur. Kuruluş sürecine göre şehirler; kendiliğinden oluşmuş ya da tasarlanmış şehirlerdir. Mekke ve Medine gibi şehirler kendiliğinden oluşmuş şehirlere önemli örneklerdir. Tasarlanmış şehirlere verilebilecek en önemli örnek ise Bağdat şehridir. Kurucularına göre şehirler; ihtiyaca göreMüslümanlar tarafından kurulan şehirler ve Müslümanların kurmadığı fakat fetihlerle İslam hâkimiyetine giren şehirlerdir. Fonksiyonlarına göre şehirler ise askeri ve sivil olarak ikiye ayrılmaktadır. Askeri amaçlarla kurulmuş olan şehirler; ordugâh, garnizon, karakol toplulukları vb. yapılanmalardır. Sivil amaçlarla kurulmuş olan şehirler ise; liman şehirleri, kara ticaret yolları üzerinde kurulmuş ticari ya da sınai ihtisas şehirleri vb.dir. Askeri amaçlarla kurulmuş şehirlere en uygun örnek Kufe şehridir. Sivil amaçlarla kurulmuş şehirlere verilecek önemli örnek ise; İpek Yolu üzerindeki ana terminal noktalarını oluşturan sıralı şehirler topluluğudur.
‘Müslümanların Ä°slam dünyasında ÅŸehirleÅŸmenin ÅŸekillenmeye ve bu anlamda taÅŸların yavaÅŸ yavaÅŸ yerine oturmaya baÅŸladığı dönemler M. IX. ve X. Yüzyıllardır. Bu dönemde fetihler büyük ölçüde son bulmuÅŸ, Ä°slam devleti zenginleÅŸmiÅŸ ve nüfus artmış, Ä°slam dünyasında yeni ÅŸehir tipi ortaya çıkmıştır. Planlı bir ÅŸekilde kurulan bu yeni tip idarî karakterli ÅŸehrin ilk örneÄŸi Abbâsîlerin BaÄŸdad’ıdır. Ä°slam ÅŸehri kavramını oluÅŸturan en önemli öğeler arasında fizikî yapılar ön plana çıkmaktadır. Bu unsurlar genel olarak Ä°slam ÅŸehirlerinin benzerlik noktalarından birini teÅŸkil etmektedir. Müslümanların kurmuÅŸ oldukları ilk ÅŸehirler baÅŸlangıçta surlardan yoksundular…Fetihler son bulup, Ä°slam devletinin iktisadî bakımdan güçlendiÄŸi Abbâsîler zamanında, sursuz olan Ä°slam ÅŸehirlerinin yavaÅŸ yavaÅŸ surlarla kuÅŸatıldığını görmekteyiz… Ä°slam ÅŸehirlerinin çekirdeÄŸini teÅŸkil eden en önemli fizikî unsurlar cami, pazar, dârü’limâre dir. Åžehir bunların çevresinde kaÄŸnı tekeri ÅŸeklinde açılır ve büyük yollardan ana kapılara ulaşılırdı.’[17]
Ä°slam ÅŸehirlerini Avrupa ÅŸehirlerinden ayırt eden özelliklerinden birisi; Ä°slam ÅŸehirlerinin “‘mahalle”ler ÅŸeklinde örgütlenmesidir. Mahalle, ÅŸehir örgütlenmesi bünyesinde özerk bir alana karşılık gelmemesine raÄŸmen, sosyolojik ve kültürel baÄŸlamda “farklılıkları” temsil etmekteydi. Bu farklılıklar ekonomik ve hiyerarÅŸik farklılıklardan ziyade; dinsel, mezhepsel, kabile, büyük aile vb. farklılıklarıdır. Farklı mahallelerinin sakinleri, ÅŸehirlerin ortak mekânlarda bir araya geliyorlar, farklılıklarını temsil eden özel hal ve özel hayatlarını mahallelerinde yaşıyorlardı. Mahalleler, Ä°slam ÅŸehirlerinin fiziki yapılaÅŸmasına ve kent kültürüne farklı bir boyut katıyordu.
‘Ä°slam ÅŸehirlerinin iskân yerlerini oluÅŸturan mahalleler oluÅŸum tarzları, mimarîleri, yerleÅŸme düzenleri, nüfus yapıları, meskûn olan insanların karakterleri gibi özellikler bakımından oldukça önemli bölümlerdir. Her mahalle, kendi binaları, bahçe kapıları, gece bekçisi, su kaynakları ve çarşısı ile idarî ünitenin bir çeÅŸidini oluÅŸturuyordu. Hara adı verilen bu mahalleler her biri birer ÅŸehir yapısında olup, islam ÅŸehirciliÄŸinde alt kültür unsurlarının (dinî, etnik, kabile vb. ) bir dayanışmasının yansıması olarak görülmektedir. Mahalle, cemaati arasından seçilen imam, ÅŸeyh veya kethüdanın idaresinde özerk bir ünite olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün kabilevî ve etnik farklılıklara raÄŸmen, ÅŸehrin bütün mahallelerini birleÅŸtiren bir unsur olarak, Cuma namazı için büyük bir cami vardır. Her mahalle kendi camisine sahip olmasına raÄŸmen elbette bunlar ÅŸehrin merkezinde bulunan büyük caminin yerini tutmuyordu.’[18]
Güç olgusu, iktidar yönelimleri, dünyaya bir düzen vermek fikri, yönetmek iradesi, insanları büyük kütleler halinde harekete geçirmiştir. Tarihsel süreç içerisinde insanları harekete geçiren güçler, dinsel, kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal gerekçelere her zaman sahip olmuşlardır. Tarihe baktığımız zaman, sıralı güçler müthiş bir hareketlilik oluşturmuş, bu hareketlilik her şeyi yeni baştan değiştirmiş, yeni dengeler kurmuş, yeni yaşama tarzları geliştirmiş, dünyaya farklı bakış açıları kazandırmıştır.
Her nesil bunları nihayetinde sınırlı bir insan ömrü içinde yaşamıştır. Fakat yaşanan her yeni, eskinin üzerine yığılmış. İnsan ise sınırlı ömrüne rağmen yaşadığışeyleri, sahip olduğu hafızasına kaydetmiş ve bu hafızayı devredebilmiştir. İslam şehirleri bağlamında yaşananlarda sıralı güçlerin harekete geçirdiği insanlık tecrübelerinden ve o da insanlığın değerler bütünü katmanında; yani ait olduğu yerde hikâyesini sürekli olarak anlatmaktadır.
Arif Arcan
[1]Çetin, Halis, Çatışma ve Diyalog Tartışmaları arasında İki İnsan, İki Medeniyet (Hay Bin Yakzan/Doğu- Robinson Crusoe/Batı) Makale, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 41, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2007s. 45-46.
[2]Aymard, Maurice, “Göçler”, Akdeniz- Tarih, Mekân, Ä°nsanlar ve Miras, (Ed: Fernand Braudel), Metis Yayınları, Ä°stanbul, 2007, s. 232.
[3]Çetin, a.g.m., s. 46.
[4]Tuna, Korkut, Toplum Açıklama Girişimi Olarak Şehir Teorileri, İz Yayıncılık, İstanbul,2011, s 270-271.
[5]Ocak, Ahmet YaÅŸar, OrtaçaÄŸlar Anadolu’sunda Ä°slam’ın Ayak Ä°zleri- Selçuklu Dönemi, Kitapyayınevi, Ä°stanbul, 2011, s. 19.
[6]Tuna, a.g.e., s. 274.
[7]Lombard, M, İlk Zafer Yıllarında İslâm, s.25-88 (Tuna, Korkut, Toplum Açıklama Girişimi Olarak Şehir Teorileri, İz Yayıncılık, İstanbul,2011, s 274, Aktarım)
[8]Tuna, a.g.e., s. 274.
[9]Gül, Muammer, İslam Şehrinin Doğuşu, Makale, http://sbe.balikesir.edu.tr/dergi/edergi/c4s6/makale/c4s6m6.pdfGül, a.g.m.
[10]Ocak, a.g.e., s. 271.
[11] Tuna, a.g.e., s. 273-274.
[12]Ocak, a.g.e., s. 155-156.
[13]Walter J. Fischet, (1956), "The City in İslam", Middle Eastern Affairs, Vol.VII, No: 6-7, June-Jully, s. 227; Jean L. Michon, (1992), s. 14.( Gül, Muammer, İslam Şehrinin Doğuşu, Makalesinden Aktarım, http://sbe.balikesir.edu.tr/dergi/edergi/c4s6/makale/c4s6m6.pdf, Erişim tarihi: 09.07.2012 )
[14]Gül, a.g.m.
[15]Can, Yılmaz, İslam Şehirlerinin H. I - III. ( M. VII - IX. ) Yüzyılda Fiziki Yapısı, (Basılmamış Doktora Tezi ), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1991, s. 120 .( Pırlanta, İsmail, Ortaçağ İslam Şehirlerinde Mahallelerin Oluşumu, (Nişabur Örneği) Makaleden Aktarım,) http://iys.inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/9/file/2_7-Ortacag%20islam%20sehirlerinde-i_Pirlanta.pdf Erişim Tarihi: 05.07.2012
[16]Temmâvi, 290, (Kılıç, Ãœnal, Peygamber ve Dört Halife Günlerinde Åžehir Yönetimi ve Valilik, Yediveren Kitap, Konya, 2004, S.59’dan Aktarım)
[17]Pırlanta, İsmail, Ortaçağ İslam Şehirlerinde Mahallelerin Oluşumu, (Nişabur Örneği) Makale, http://iys.inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/9/file/2_7-Ortacag%20islam%20sehirlerinde-i_Pirlanta.pdf, Erişim Tarihi: 02.08.2012
[18]Pırlanta, a.g.m.,
Henüz yorum yapılmamış.