Sosyal Medya

Makale

İslamcılık ideolojisinde egemenlik ve devlet-3

3. Türk Siyasal Kültürünün Mahiyeti:

‘Her siyasal sistemde, toplum üyelerinin siyasal sisteme iliÅŸkin inançları ve tutumları olduÄŸu gibi, siyasete iliÅŸkin davranış kuralları da bulunmaktadır. Bunların tümü de siyasal kültürü oluÅŸturmaktadır. “Ä°nsanların içinde yaÅŸadıkları toplumun yönetimiyle ilgili algı, ilgi, bilgi, deÄŸer ve eylemleri ile bunları etkileyen maddi ve manevi ÅŸartların bütünü” olarak tanımlanan siyasal kültür, aynı zamanda “bütünsel kültürün siyasal yönleri” olarak da ifade edilmektedir.’[1] 

 

Siyasal kültürü tariflerken kültür kavramına da kısaca deÄŸinmek yerinde olacaktır. ‘Kültür; insanın diÄŸer öznelerle tarih içinde etkileÅŸerek oluÅŸturduÄŸu anlam, deÄŸer ve maddi ürünlerin toplamıdır. Bir düÅŸünme, yapma, kısaca yaÅŸam biçimidir. Tarihsel kökleri kadar yarını (gelecek tasavvuru) vardır. DeÄŸiÅŸebilir ve baÅŸka kültürlerle etkileÅŸebilir.’[2]Duverger, kültürün üç farklı aÅŸaması olarak; rol ve davranış modellerini belirleyen bir normlar bütünü, normlara uymayı saÄŸlayan yaptırımlar, normları saygı duyulmasını saÄŸlayan deÄŸerler sistemini sıraladıktan sonra; üst kültürler, alt kültürler, karşıt kültürlerden bahseder. Üst kültürler, kurdukları siyasal kültür dünyası ile, alt ve karşıt kültürleri kendi deÄŸer ve ilke  sistemi içerisinde eritme ve yönetici sınıfların egemenliÄŸini sürdürme amacı gütmektir.’[3] Demektedir. 

Türkiye’de devlet ve siyaset, Batı’da tarif edilen devlet ve siyaset anlayışlarından oldukça farklı bir mahiyet taşır. ‘Batı'da devlet ve toplum hayatı kontratlara dayanır. Osmanlı'da devlet ve toplum hayatında bu tip kontratlara dayanan bir tür kurumlaÅŸma pek söz konusu deÄŸildir.’[4] Türkiye’nin hem klasik döneminde, hem ıslahat, modernleÅŸme safhalarında nihayet modern Türkiye Cumhuriyetindeki devlet tarifinde ve devlet anlayışında temayüz eden ana fikir; ‘var olma ve var kalma’ durumudur. ‘Türk siyasal kültüründe yer alan çekici kavramlardan biri hiç kuÅŸkusuz “devlet” kavramıdır. Yöneticisiyle sıradan vatandaşıyla Türk insanının en fazla övündüÄŸü konuların başında, tarihte kurulmuÅŸ olan Türk devletlerinin sayısı gelir. Devlet, Türk siyasal kültüründe sadece övünç duyulacak bir varlık deÄŸil, aynı zamanda uÄŸruna feda olunması gereken bir varlıktır da. “Bir Türk ne için yaÅŸar?” sorusuna Türk siyasal kültürünün vereceÄŸi yanıt, “devleti için” olacaktır. “Devlet ebed” düÅŸüncesinin Türk siyasal kültüründeki en merkezi temayı oluÅŸturması, doÄŸal olarak birey, topluluk, sosyal grup, insan hak ve hürriyetleri gibi kavramları önemli ölçüde arka plana itmiÅŸtir.’[5]

Var olması ve var kalması için titizlenilen ve endiÅŸe duyulan devletin iÅŸlevini açıklamaya sıra gelince, bölünmüÅŸlük üzerinden deruhte edilen ideolojik tutumlar devreye girmektedir. ‘Devletin iÅŸlevini, Türkiye’de siyaseti açıklama amaçlı olarak geliÅŸtirilen ve siyasi tarihi ‘merkez ile çevre’ (Åž.Mardin); ‘devletçi-seçkinciler’ ile ‘gelenekçi-liberaller’ (E.Kongar) veya ‘Batıcı-laikler’ ile ‘DoÄŸucu-Ä°slamcılar’ (Ä°.Küçükömer) arasındaki mücadeleye dayalı olarak açıklayan yaklaşımlara bakıldığında, devletin genel çıkarı temsil eden tarafsız bir kurum olarak ele alınması güçtür.’ [6]

Türk siyasal kültüründe devletin var olma ve var kalma baÄŸlamındaki ayrıcalıklı yeri, Türk siyasal kültüründe devlete ait olan ÅŸeyleri, zihinsel olarak toplumsalın üzerinde bir özne olarak egemenliÄŸe taşımıştır. ‘Türkiye’de devletle toplum arasındaki iliÅŸkinin, bağın ve mesafenin nasıl olması ve nasıl anlaşılması gerektiÄŸi her zaman ikircikli bir zihinsel atmosferi ima etmiÅŸtir. Çünkü bu topraklarda devlet tarihsel olarak topluma kıyasla daha ‘üst’ bir kategori olarak kabul edilmiÅŸ, dolayısıyla da daha ‘üst’ bir gerçeklik olarak algılanmıştır. Öyle ki sanki toplum devlet sayesinde var olmakta, varlığını devlete borçlu bulunmaktadır. Buna karşılık devletin topluma bağımlılığı son derece zayıf gibidir. Nitekim devleti toplumdan bağımsız olarak tek başına durabilen, toplumdan bağımısız bir ‘tarihe’ sahip olabilen bir aktör olarak ele alan bakış hâlâ egemenliÄŸini sürdürmekte. GerçekliÄŸi tahrif etmesine, hatta açıkça olanaksız bir durumu iÅŸaret etmesine raÄŸmen, sözkonusu anlayışın böylesine ‘doÄŸal’ kabul edilmesi; Anadolu insanının toplumu nesnelleÅŸtirirken devleti özneleÅŸtiren bir yönetim altında fazlaca uzun yaÅŸamasıyla iliÅŸkilendirilebilir…’[7]

 

 

 

3.      Türk Siyasal Kültürünün OluÅŸumu ve Kaynakları:

‘Bir toplumda siyaset ve siyasal sistemle ilgili inançlar, deÄŸerler ve davranış kuralları nasıl belirlenir, nereden gelir?” sorusuna yanıt arandığında karşımıza çok boyutlu bir yapı çıkmaktadır. Öncelikle toplumun deÄŸerlerinin, o toplumun maddi ve manevi ihtiyaçlarından soyutlanamayacağı gerçeÄŸi bilinmelidir. Siyasal kültür, toplumsal kültürün diÄŸer ögelerinden ve uluslararası kültür hareketlerinden ayrı tutulamaz; onları etkiler ve onlardan etkilenir. Siyasal kültürü, siyasal sistemi yönlendiren kadroların düÅŸünceleri ve eylemleri de biçimlendirmektedir. Ayrıca somut tecrübeler de siyasal kültürü etkilemektedir. Sonuç olarak siyasal kültür; bir toplumun maddi koÅŸulları, toplumsal kültürün diÄŸer boyutları, siyasal sistemi yönetenlerin tercihleri ve toplumsal olaylar ve tecrübeler tarafından etkilenmektedir.’. [8]  

Osmanlı Klasik dönemindeki siyaset; devlet aygıtının kısıtlı kadrolarına yönelik geniÅŸ bir aday grubunun rekabeti ÅŸeklinde tezahür ediyordu. Siyaset, merkezde bulunan oyuncuların merkezi yönetmeye yönelik ikbal arayışlarındaki bir tür eÅŸitlerin rekabetiydi. Bu oyuncuların kahır ekseriyetinin devÅŸirme oluÅŸu, kapıkulu mantığını taşıyor olması[9], saray fideliÄŸinde yetiÅŸmiÅŸ[10] ve sosyal arka planlarının bulunmayışı nedeniyle siyasi rekabet ve çatışmalar ‘çevreden arındırılmış merkez içi’ yapısındaydı.

Siyaseten ortaya konulan itiraz ve talepler sadakat olgusu doÄŸrultusunda zinhar padiÅŸaha yönelik deÄŸil, padiÅŸahı etkileme noktasında padiÅŸah haricindeki erke yönelikti. Bu yönelim, liyakat ve ehliyetin sorgulanması noktasında tezahür etmekteydi. PadiÅŸaha yönelik olmayan itiraz ve talepler, mülkü yönetmeye yönelik diÄŸer bir hanedan üyesinin iradesinin mevcut olması durumunda hanedana yönelik olmayan itiraz ve taleplere dönüÅŸüyordu.

Bu incelikli merkez içi siyasi faaliyetler daima can yakıcı, can alıcı sonuçlara yol açmaktaydı. Siyasi tarihimizde bu rekabetin sonuçları doÄŸrultusunda siyasetin meÅŸruluÄŸu daima tartışma konusu olmuÅŸtur. Siyaset gömleÄŸi ile kefenin eÅŸ anlamlı tutulduÄŸu siyaset meydanında ‘haddini bilme’ her ÅŸeyi yerli yerinde görmek isteyen bir anlayışın tezahürüdür.

Nimeti ve külfeti dağıtma tekelini elinde bulunduran devlet aygıtına yönelik çevrenin itiraz ve talepleri, merkezi bürokrasinin ‘devlet (bürokrasi) dili’ marifetiyle baÅŸkalaşım geçirmekteydi. Bu baÅŸkalaşım; devlet aygıtının merkez ve taÅŸra teÅŸkilatlarındaki ekonomik örüntülerinin oluÅŸturduÄŸu ve dayandığı zeminin yapısına göre geliÅŸmekteydi. Merkeze yöneltilmiÅŸ çevrenin itiraz ve taleplerinin zemine göre çarpıtılarak, aşırı önemseme ile abartılarak, önemsenmeyerek, görmemezlikten gelinerek baÅŸkalaşım geçirmesi, çevre- merkez iliÅŸkisinde derin parçalanmalara ve çatışmalara yol açmıştır. Siyaset can ve mal güvenliÄŸinin tehlikede olduÄŸu bir alan olarak görülmüÅŸtür.

Özgün çevre-merkez iliÅŸkisi karşılıklı yükümlülüklere dayanıyordu. Bu karşılıklı yükümlülükler çerçevesinde cereyan eden siyasetin basit mantığı, çevrenin siyasete müdahil olmasını gerektirmiyordu. Fetihlerle ele geçirilen topraklar, çeÅŸitli sebeplerle yerinden kopmuÅŸ nüfusa veriliyor, buralar ÅŸenlendirilmek üzere iskâna açılıyordu. Toprağın kullanım hakkı kendisine devredilen ahali bunun karşılığında elde etmiÅŸ olduÄŸu üründen ayni ve nakdi vergisini ödüyordu. Merkez (devlet, devlet aygıtı, otorite, mülkün sahibi, iktidar alanı, kamusal alan, karar vericiler, artık ürüne el koyan) oluÅŸturulan bu dirliÄŸi düzene sokuyordu. Merkez yükümlülük olarak; dirlik ve düzenin devamını gözetiyor, adaleti ve can güvenliÄŸini saÄŸlıyordu. Çevre (üreten, artık deÄŸerine vergi olarak el konulan, alınan kararlardan direkt etkilenen, kitle, ahali, iÅŸ gücü topluluÄŸu) yükümlülük olarak; kullanım hakkının devredildiÄŸi toprağı boÅŸ bırakmıyor, etkin bir tarım ve hayvancılığın devamını saÄŸlıyor, vergisini ödüyor, oluÅŸturulan dirlik ve düzene itaat ediyordu. ‘Osmanlı kanunları incelenirse görülür ki, her yerde bürokrasinin bilinçli olarak takip ettiÄŸi politika, reayayı himaye etmektir. Himaye (patronage-proteetion) temel bir devlet siyasetiydi. Çünkü Osmanlı Devletinde servet yaratan esas kaynak tarımdı. Nüfusun %90'ından fazlası tarımla uÄŸraÅŸmaktaydı. Sipahi ordusunun dayanağı, köylüden aldığı resimlerden ibaretti. Tarımın verimli iÅŸlemesi için de köylünün himayesi lâzımdı.’[11]

Özgün çevre-merkez iliÅŸkisinde devletin kendince faaliyetleri bu iliÅŸkinin devamı için bu iliÅŸkiden bağımsızdı. Üreten kesimden asker almıyor, saraya, hizmet ve yönetim kademelerine dâhil etmiyordu. Bütün bir devlet aygıtının askeri (seyfiye) sayıldığı sistemde üretici olan çevreye askeriye, mülkiye ve ilmiye kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Devlet aygıtının (ekseriyetle) askeriye dâhil en alt kademelerinden en üst kademelerine kadar ihtiyacı olan iÅŸ ve beyin gücü, devÅŸirme usulü ile tedarik edilen kapıkullarından saÄŸlanıyordu. ‘Patrimonyal Devlet, hükümdar ve onun iktidarını temsil edenler ile onun için vergi toplayan gruplardan oluÅŸmuÅŸ belli organizasyondur… aslında Devletin üzerinde yükseldiÄŸi zemin, yani toplum, iki büyük sınıfa ayrılmaktaydı. Birisi, ulemayı da kapsayan askerî sınıf; ötekisi, sivil toplum dediÄŸimiz reaya, tüccar ve esnaftan oluÅŸan üretken (productive) sınıf. Gizli veya açık çatışma, bu üretken, vergi veren sınıf ile devlet arasındaydı. Devlet, o zaman askeri grubun kendisiydi, devletin çekirdeÄŸi olarak milletten veya milletin iradesinden, ülkesinden sözetmek mümkün deÄŸildi. Ülke ve reaya, devlete hizmet eden, bağımlı araçlar durumunda idi. Devlet, hanedandan, hanedan iktidardan ibaretti.’[12]

Çevre-merkez iliÅŸkisi, siyasete çevreden arındırılmış merkez içi bir özellik veriyordu. Bu iliÅŸki ve bu iliÅŸkiden doÄŸan siyaset, çevrenin itiraz ve taleplerini de sınırlıyordu. Ä°tiraz;  mevcut iliÅŸkideki suiistimallerin adalet duygusunu zedelediÄŸinde bu adaletsizliÄŸe karşı ortaya konulan itiraz ÅŸeklinde tezahür ediyordu. Talep ise; adaletin yeniden tesisi yönündeydi.  Yönetsel alana ortaklık ÅŸeklindeki bir talep tabiatı gereÄŸi ‘tehdit’ olarak algılanıyordu. Bu tehdit algısı zamanla olması olaÄŸan itiraz ve taleplere de ÅŸamil kılınınca çevre-merkez iliÅŸkisi gittikçe tek yönlü bir iliÅŸki haline dönüÅŸmüÅŸtür. Ana fikir; her ÅŸeyin olması gereken yerde, olması gereken ÅŸekilde bulunmasıydı.

Osmanlı Devletinin çevre-merkez iliÅŸkisindeki devletin eylemlerindeki  bağımsızlığı,  kadim “devlet aklının” bir tezahürüdür. ‘"Hikmet-i hükümet" kiÅŸilerden bağımsız bir kurum olarak varolan devletin icaplarını, menfaatlerini anlatan bir deyim. Devletin "âli menfaatleri" burada söz konusu olan. KiÅŸisel, hatta toplumsal çıkarlarla, bağımsız bir zâtiyet olan devletin çıkarları çeliÅŸtiÄŸi zaman devleti önceleyen mantığı ifade ediyor bu deyim. Uzun ve köklü bir devlet geleneÄŸine sahip ülkelerde "raison d'etat’nın kuvvetli olduÄŸu ve bilhassa dış politikayı bu aklın yönlendirdiÄŸi görülür… Osmanlı devletinin uzun tarihine bakıldığı zaman, saf devlet aklının sayısız tezahürleri ile karşılaşılır. Örnekler çoktur ve sanıyorum diÄŸer kadim devletlerle karşılaÅŸtırıldığı zaman devlet aklının en kesif ve tutarlı hâliyle bizim tarihimizde somutlaÅŸtığı görülür. Bunun sebebi, Batılı kadim devletlerde, feodalite-monarÅŸi ve kilisenin oluÅŸturduÄŸu merkez-kaç güçlerin devleti sıkıştırmasına mukabil, bizde sınırlamalardan azade bir otoritenin gölgesinde devlet aklının özgür ve hükmünü icrâ eden bir alan sahip olmasıdır… SaÄŸlam, tutarlı ve uzun ömürlü bir devlet kuran Osmanlıların sırrı, sahip oldukları devlet aklında aranmalıdır. Hiçbir sınırlamaya ve önyargıya kapılmadan son derece pragmatik bir çabayla Osmanlılar mükemmel bir devlet inÅŸa ettiler. Devletin bu kadar saÄŸlam ve mükemmel olmasının basit sebebi, her alanda ona öncelik tanınmasıdır. Devlet herÅŸeyin önündedir; akla gelecek herÅŸeyin.’[13]

Merkezin çeÅŸitli çevre unsurları ile el altından yapmış olduÄŸu çoÄŸu zaman menfaate yönelik iÅŸ birliÄŸi fiili bir durum arz etmesine raÄŸmen garip bir ‘kanunsuzluÄŸu’ barındırıyordu. Bu kanunsuzluk durumu, çevre ile girilen iliÅŸkinin fiili bir durum oluÅŸturmasına raÄŸmen çevreyi merkeze taşımıyordu. Ä°ÅŸin ilginç tarafı bu kanunsuzluk durumunun ve duygusunun çevre tarafından da hissediliyor olmasıydı. Siyaset sosyolojimizde çevre içindeki ‘ahali-eÅŸraf’ çeliÅŸkisi ve çatışmasının temelinde;  nimet-külfet dağılımına matuf adaletin zedelendiÄŸine yönelik bir duygusunun oluÅŸması yatmaktadır. Tebaada adalet duygusunun hissediliyor olması, Osmanlı Devletinin siyasal düÅŸüncesinin ana unsurlarındandır. FarklılaÅŸma ve özerkleÅŸme eÄŸiliminde olan eÅŸraf, hem adaleti zedeleyen bir unsur olarak görüldüÄŸü hem de yerelin merkeze karşı yönetsel bir iddia potansiyeli barındırdığı için sürekli denetlenmiÅŸ ve bastırılmıştır. ‘Hükümdarın, hükümranlığının eksiksiz olduÄŸu, kimsenin bu hükümranlığı kendisiyle paylaÅŸmadığı ilkesi, rejimin temel deÄŸerleri arasında yeralır. Bunun en yüksek ölçüde saÄŸlanması için hükümdarın çevresinde toplanan "memurların", ülkenin stratejik güç kaynaklarına egemen olmaları gerekir. ÖrneÄŸin, "eÅŸraf' ve taÅŸranın iletiÅŸim sistemi merkezce kontrol altına alınmalıdır. Patrimonyal yönetim, herhangi bir kümelenmeye göz yumduÄŸu anda kolayca yara alabileceÄŸi için, çabalarını topluluk üstündeki denetimini korumaya çevirmiÅŸtir. Rejimin parolası, sosyal hareketleri denetim altında tutmak, sosyal kümelenmeleri izlemek ve topluluÄŸa sürekli olarak "düzen" vermeye çalışmaktır.’[14]

Fakat merkez ile giriÅŸilen fiili iliÅŸkiler, bu iliÅŸkilerden doÄŸan çevre içi çeliÅŸki ve çatışmalar siyasi bir itiraz ve talebe dönüÅŸemiyordu. Çevre hiçbir zaman siyasetin tarafı olmamıştır. Siyasi alanı oluÅŸturan Merkez, çevresini oluÅŸturduÄŸundan mülkün sahipliliÄŸi üzerinden deruhte ettiÄŸi bir kamusal alan sahipliliÄŸi vardır. ‘Osmanlı, ana sınırını, aralarındaki muhtemel kamusal iletiÅŸim imkânlarını politik araçlarla kısarak, yani her bir kültürel daireyi yek direÄŸine göre yalıtarak yaÅŸatmaktaydı. Bu anlamda Osmanlı'nın kültürel zenginliÄŸinin politik-kamusal bir kısırlıkla atbaşı gittiÄŸini söyleyebiliriz. Sosyal iliÅŸkiler ekonomik kıstaslara göre deÄŸil, politik zorunlulukların güdümündeki kültürel kıstaslara dayalı olarak belirleniyordu. Anasırın sivil otonom bir yapısı yoktu. Tanık olunan yegâne otonomi, unsurların merkezkaç hareketliliÄŸinin onlara saÄŸlayabileceÄŸi gizlenme ve kendi içine kapanmakla elde edilebilen ve Gramsci'nin kavramı ile belirtecek olursak kamusal pratiklerden yoksun gevÅŸek nitelikli bir otonomi idi. Bu otonomi kültürel kardeÅŸlik baÄŸlarından temellenen ve yoksulluk erdemi üzerinden sürdürülebilen kültürel komüniteryen bir otonomiydi. Burada deÄŸer üretimi üzerinden bir sosyal varoluÅŸ deÄŸil, kendi kendisine yeterlilik ilkesi üzerinden ve de kısır ve kıt kaynakların kaba bir eÅŸitlik kıstası üzerinden paylaşımına dayalı bir sosyal varoluÅŸ ilkesi geçerli olmaktaydı.’[15]

Bu sahiplilik tüm devlet aygıtına sirayet etmiÅŸtir. Devlet aygıtı içinde rol alan unsurların içselleÅŸtirdiÄŸi ve ikbalini aradığı devleti ‘sahiplik’ üzerinden tanımladığından bu alanı korunması gereken mahrem alan olarak görmesi normaldir. Merkezin siyaseti tekelinde bulundurmasının meÅŸruiyeti, mülkü elde tutabilme ve bu mülkün kullanım hakkını devredebilme becerisinden kaynaklanmaktadır. Fakat bu beceri, Avrupa merkezli geliÅŸmeler ve klasik dönem dinamizmin bozulmaları ile krize girmiÅŸtir.

Bu krizden çıkılması için yapılan tüm teÅŸebbüslerin uÄŸrağı kimlik olgusu olmuÅŸtur. Kimlik sorunu evvela Osmanlı Devletinin kendisini sorgulaması ile ortaya çıkmıştır. PadiÅŸahın, tüm devlet aygıtı ile birlikte daha çok muhayyel bir mülk olarak gördüÄŸü Osmanlı siyasi varlığı, II. Mahmut ile birlikte modern sayılabilecek bir ‘devlet’ fikrine kavuÅŸmuÅŸtur. Klasik döneminde siyasi ve fiziki sınırları sürekli geniÅŸleyen Osmanlı Devletinin dayandığı evrensellik ülküsünde, belirli bir toprak parçası üzerinde inÅŸa edilebilinecek ‘devlet ve vatan’ fikri yoktu. Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan TürkmenliÄŸin konargöçer vasfı sürekli iskân politikalarının etkin bir ÅŸekilde iÅŸletilmesini kolaylaÅŸtırırken son tahlilde yerleÅŸik hayata geçiÅŸ noktasında sürekli bir ertelemeyi gündeme getiriyordu. Osmanlı Devletinin vurucu gücünün çekirdeÄŸini oluÅŸturan fetih/gaza/bahadır ideolojisi, ‘yurt tutma’ fikrini, akınlarla hep bir baÅŸka bir sınıra taşıyordu. Fethedilen toprakların hukuki durumunun bir tür kamu mülkiyeti olan ‘miri’ mahiyet taşıması, sahiplilik üzerinden bir baÄŸlılığı mümkün kılmıyordu.

Kaldı ki; Ä°slam’ın vazettiÄŸi ‘bu dünya hayatının geçiciliÄŸi ve bir imtihan vesilesi olması’ Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Türkmenlerin menÅŸei olan Maveraunnehir ve Horasan illerinin Ä°slam sonrası kültür havzası içinde karşılık bulmuÅŸ ‘Ä°slami okumalarında’ temayüz eden en önemli unsurdur. Tasavvufi bir mahiyet taşıyan bu Ä°slami okumalarındaki basitlik ve yataylık vurgusu, birey-toplum-devlet iliÅŸkilerinde karmaşık örüntüler barındıran dikey iliÅŸkilere yani siyasete karşı bir kapalılık oluÅŸturuyordu.

Anadolu Erenleri denilen Maveraunnehir kaynaklı Ä°slami okumaların taşıyıcıları mutasavvıflar, kurmuÅŸ oldukları tekke ve zaviyelerinin etrafında ‘yurt tutma, dirlik ve düzen oluÅŸturma’ öÄŸütleri ve hedefleri ile konargöçer nüfusu, yerleÅŸik hayata geçiriyorlardı. Devletin iskân politikalarının en mühim ayağını oluÅŸturan bu tekke ve zaviyeler, aynı zamanda devlete karşı daha doÄŸrusu devlet katında deruhte edilen siyasete karşı bir tür sivil alanı da oluÅŸturuyorlardı. Anadolu yerleÅŸmesinin ve nüfusun fethedilen yeni topraklara sevk edilmesi hususunda en etkin rolü üstlenen bu yapıların siyaset ile olan iliÅŸkileri uzak durma ile açıklanabilir. Bu uzak durma; devlet iÅŸlerinin yürütülmesinde müdahil olmama durumunu sergilerken, aynı zamanda devletin ideolojisinin oluÅŸmasında bir meÅŸruiyet kaynağı olarak iÅŸlev görüyorlardı. Bunun karşılığında ise bir tür otonoma sahiptiler. Etraflarında kümelenen ahalinin, devlet otoritesinin eylemlerine karşı gösterdiÄŸi tepkisi ve bu tepkinin neticesinde oluÅŸan itiraz ve talepleri bu otonom yapı içinde yumuÅŸatılıyordu. ‘Dinî-sosyal organizasyonlar olarak tarikatların rolü bu geliÅŸmeler içinde belirgin hale gelmiÅŸtir. Tarikatı, bir din kurum; bir sosyal örgütlenme yahut sosyal bir hareketin, ihtiyaçlarına, ideallerine tercüman olan bir kurum olarak ele alabilirsiniz. Tarikat inançlarıyla sosyal ihtiyaç ve hedefler arasında bir paralellik ve bir dayanışma bulabilirsiniz. Belli bir sosyal sisteme tercüman olduÄŸu, onun ihtiyaçlarını aksettirdiÄŸi için, tarikatler ÅŸehirde, kırsal sektörde yahut göçebe toplumlarda, farklılık göstermiÅŸtir.’[16]

Devlet otoritesi yanında ‘sivil bir alana’ iÅŸaret eden bu yapılar, siyasete yön verecek, siyaseti oluÅŸturacak ve siyaseti yeniden üretecek bir kimliÄŸin oluÅŸumunu mümkün kılmıyordu. Çünkü siyasetin oluÅŸtuÄŸu devlet katı ile direkt veya dikey bir temas söz konusu deÄŸildi. ‘Osmanlı’da sivil toplumu teÅŸkil edecek unsurlar merkeze baÄŸlı kalmışlardır. Bu bağımlılık ekonomik, kültürel ve idari temellere dayanmıştır. Batı Avrupa’nın siyasal tarihinde devlet otoritesi karşısında nispi özerkliÄŸe sahip olan ve kendi deÄŸerleri üzerinde bir bütünsellik gösteren sivil toplum unsurlarını Osmanlı’da göremiyoruz. Varlıkları baÄŸlamında bu unsurlarla karşılaÅŸmak mümkündür; ancak merkeze idare karşısındaki durumları itibariyle kendi normları ve salt kendilerine özgü kurallar ve iliÅŸkiler geliÅŸtirmeleri mümkün olamamıştır. DeÄŸiÅŸik sivil toplum unsurları ÅŸu ya da bu ÅŸekilde resmi otoritenin birer sacayağını oluÅŸturmuÅŸlardır.’[17]

Hayatın olaÄŸan akışı, toprak üzerindeki geçimlik faaliyetler ile devlet-ahali iliÅŸkilerindeki karşılıklı yükümlülüklerin ‘dirlik ve düzen’ içinde bir birlerinden bağımsız yerine getirilmesi esasına dayanıyordu. Bu bağımsızlık durumu; yükümlülükler çerçevesinde bir bağımsızlık durumuydu ve çevreyi siyasetin dışında tutuyordu. Bununla beraber Osmanlı Devlet aygıtı, güvenlik ve ekonomik öncelikli endiÅŸelerinin saikiyle dini ve sosyal organizasyonlarla iliÅŸki içinde bulunmuÅŸlardır. ‘NakÅŸibendîlik, Osmanlı topraklarına son derece hassas ve kritik bir dönemde ulaÅŸmıştı. Bu, Osmanlı devletinin Ä°slâmi pozisyonunu, Türkmen toplulukları arasında devlet otoritesini tehdit eder derecede etkinlik ve yaygınlık kazanmış olan heterodoks senkretist derviÅŸlerle olan ittifakından, Sünnî ortodoksinin daha kararlı ve istekli bir savunucusu olmaya doÄŸru deÄŸiÅŸtirdiÄŸi bir dönemdi. Buna baÄŸlı olarak, Osmanlı yöneticileri Ortodoks SünnîliÄŸe sıkı sıkıya baÄŸlı olan NakÅŸibendîliÄŸi hoÅŸnutlukla karşılamışlardır.’[18]

Siyaset, gerçek kiÅŸilerin gücü ve otoritesi altında deruhte edilen bir eylemdi ve kimlik gibi tüzel kiÅŸilik kavramı bu olaÄŸan akışın içinde yoktu. Hem ÅŸehirlerde hem taÅŸrada hem de kırsalda kendi okumaları etrafında kümelenen siyaset dışı sivil alan, siyasetten bağımsız ama devlet merkezli siyasetin saÄŸladığı düzen içinde bir kültürün oluÅŸumunu saÄŸlamıştır. Daha çok meslek ve meÅŸrep birliÄŸine dayalı bu sivil yapılar içindeki göreceli yatay iliÅŸkiler ve ahlaki örüntüler, dikey iliÅŸkilerin serdedildiÄŸi siyaset alanına yönelik negatif bir tutumu besliyordu.

Hem Müslüman unsurların kendi içlerindeki yatay iliÅŸkileri hem de Gayrimüslim tebaanın millet sistemi içinde kendi aralarında yatay, merkez ile dikey bir iliÅŸkiler içinde bulunması,  parçalı bir kamusal alanın oluÅŸumuna neden olmuÅŸtur. Tarihsel olarak sivil toplumun kendisini ifade edeceÄŸi kamusal alanın parçalı olması; yukarıdan dayatılan hareketlenmelere karşı, ilk etapta gerekli olan tutarlı ve etkin bir sivil inisiyatifinin oluÅŸumunu engelleyen önemli faktörler arasındadır.

II. Mahmut, gerçek kiÅŸilikler üzerinden muhayyel bir siyasi varlık olarak görülen Osmanlı mülkünü, gerçek kiÅŸilerden ayrı bir kiÅŸilik olmak üzere tüzel bir kiÅŸiliÄŸe sahip ‘devlet’ olarak görülmesi yönünde reformlara giriÅŸti. II. Mahmut, devleti görünür ve iÅŸlevsel kılmak için Osmanlı bürokrasi aygıtını yeniden inÅŸa etti. Tebaanın bu tüzel kiÅŸi ile temasının sıklaÅŸmasının bir kimlik üreteceÄŸini ve üretilen bu kimliÄŸin bir dinamizm kazandıracağı umudu içindeydi. Tebaa, devlet iÅŸlerinin kendilerinden bağımsız iÅŸletilmesine alışıktı. Merkez ve taÅŸralarda tek tip olarak dizayn edilen devlet daireleri ile birlikte tebaa, devlet ile yüz yüze geldi. Özellikle taÅŸradaki ahali, devlet dairelerine resmi asılan padiÅŸahlarına alışmaya çalışıyordu.

II. Mahmut devlet iÅŸlerinden tebaanın haberdar olmasını istiyordu. Takvim-i Vekâyi  (ilk resmi gazete) gazetesi tebaa ile devleti buluÅŸturacaktı. Devletin tüzel bir kiÅŸilik olarak yeniden dizayn edilmesi ve bu dizayn edilme içinde oluÅŸturulan bürokratik aÄŸ fikri, devletin tebaası ile sık sık temasına dayanıyordu. Bu teması saÄŸlayan ‘memur’ yeni bir olgu olarak sivil hayatın alanına girmiÅŸtir. Merkezi siyaset saraydan çıkmış, memurları vasıtasıyla ülke topraklarına yayılmıştır.

Bu yaygınlık merkez-çevre çatışmasına yeni bir boyut getirmiÅŸtir. Çünkü devletin, memuru aracılığıyla konuÅŸtuÄŸu dil, çevrenin dili ile aynı deÄŸildi. Merkezi siyaset bu yeni bürokratik yapı ile yaygınlaÅŸtıkça meÅŸruiyet kaygıları da bu yaygınlaÅŸmaya paralel olarak artmıştır. ‘Devletin taÅŸralara sızmasıyla, merkezi destekleme konusunda duyulan geleneksel kaygıya yeni boyutlar eklendi. Böylece, devlet ile yurttaÅŸ arasında doÄŸrudan doÄŸruya iliÅŸki kurmayı amaçlayan bir giriÅŸimde bulunuldu. Sultan ile uyrukları arasında yeralan baÄŸlılıkların bulunmaması gerektiÄŸi ilkesine dayanan Osmanlı devlet adamlığı idealinin, bir bakıma, yeni bir biçim içinde canlandırılmasıydı bu. Reformun daha sonraki dönemlerinde, kredi kurumlarının kurulması ve baÅŸka kolaylıkların gerçekleÅŸtirilmesi, koruyucu bir baba olarak devlet fikrini bir gerçeklik haline getirdi. EÅŸraf ise, bu olanaklara el koyup kendi çıkarları için kullandığında, reformcu devlet adamlarının hoÅŸnutsuzluÄŸunu çekti.’[19]

II. Abdulhamid, bu kimlik oluÅŸturma gayretlerini devletin kendisini tarif ettiÄŸi alandan ileriye götürerek tabana yaymaya çalışmış, Osmanlı Devleti içindeki unsurlardan bir ‘ulus’ meydana getirme politikaları gütmüÅŸtür. II. Abdulhamid’in baskıcı rejimi, merkezi siyaset unsurlarının iktidar odaklı çatıştığı ve meÅŸruiyet aradığı kamusal alanda ‘tutarlı’ bir projenin hayata geçirilmesi için lazım gelen sükûneti saÄŸlamaktı belki. Fakat merkezi siyasetin dili, bu sükûnet isteÄŸini iktidar odaklı bir çatışmanın hesaplaÅŸmasına çevirmiÅŸtir. Bu çatışmanın ÅŸiddeti ve aleniliÄŸi çevrede zaten var olan siyasete yönelik negatif tutumu daha da derinleÅŸtirmiÅŸtir. II. Abdulhamid, dil, eÄŸitim, ulaşım, basın ve yayın, haberleÅŸme, bürokrasi, siyasal semboller ve kamusal alan ihtiÅŸamı üzerinden ortak duygu, yönelim, dinamizm ve aidiyet duygusu geliÅŸtirmeye çalışmıştır.[20] Ortak bir dilin ihdası, etnik temelli olmayan ortak bir vatan fikrinin iÅŸlendiÄŸi eÄŸitim, vatandaşına ulaÅŸmaya çalışan bir devlet olarak özellikle kara ve demiryollarının geliÅŸtirilmesi ve yaygınlaÅŸtırılması bu projenin ürünleridir.

Osmanlı Devleti aygıtının mülkü kurtarma giriÅŸimleri olarak baÅŸlattığı Islahat ve ModernleÅŸme hareketleri neticesinde merkezin siyaset alanı çevreye doÄŸru geniÅŸledi. Bu geniÅŸlemede çevre olduÄŸu yerdedir. Alan geniÅŸlemesinin tek taraflı oluÅŸu, geniÅŸlemenin çevre tarafından direnç ile karşılanmasına neden oldu. Bu direncin en büyük nedeni; yukarıda izaha çalıştığım karşılıklı yükümlülükler dengesinin çevre aleyhine deÄŸiÅŸmesidir. Devletin çevreden bağımsız kendince deruhte etmiÅŸ olduÄŸu faaliyetlerine artık çevrenin katılımı isteniyordu. Islahat hareketlerinin doÄŸurmuÅŸ olduÄŸu finansman yükü çevreye yükleniyordu. Nimet-külfet dengesi çevre aleyhine bozulurken siyaseti belirleyen merkezi unsurlar bu katılımdan çevrenin siyasete dâhil olmasını kastetmiyorlardı.

Merkezi siyaset unsurlarının grup kimliÄŸinden doÄŸan dinamizmi, toplumsal deÄŸiÅŸimi saÄŸlayacak derinlikten, dolaysıyla toplumsal arka plan gücünden yoksundu. Merkezi siyasetin çevreden arındırılmış yapısı bu deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸüme çevrenin siyasi katkısını sınırlıyordu. Merkez çevreyi dönüÅŸtürmek istiyordu. Bu dönüÅŸtürmenin dili ‘merkezi hükümranlık’ zihniyetinin alışkanlıklarından kaynaklanan hükmedici bir dildi. Kaldı ki; deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸüm hareketlerinin neden olduÄŸu kırılmalar, özellikle eÅŸraf eksenli ekonomik büyümelere yol açıyordu. Bunun tersi de söz konusuydu; klasik eÅŸraf örüntülerine sadık kalanlar bu kırılmalardan zarar görüyor, deÄŸiÅŸim hareketliliÄŸine karşı duruÅŸta eÅŸraf olgusu da yerini alıyordu. Çevre tarafından bu durum ‘sebepsiz zenginleÅŸme’ olarak görülüyor, yukarıda izaha çalıştığım çevre içi ahali-eÅŸraf çeliÅŸki ve çatışmasının temelinde yatan adalet duygusunun zedelenmesinin tepkisi, direkt deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸüm hareketlerine yöneliyordu. DeÄŸiÅŸimin ve dönüÅŸümün getirmiÅŸ olduÄŸu kırılmalardan beslenen eÅŸraf-merkez birlikteliÄŸi yeni bir kapıkulu sınıfının iÅŸaretini veriyordu. ‘Osmanlı siyasal kültüründe devlet, “zilullah-i fi’l-ard” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) olarak kabul edilirdi. Hükümran bulunduÄŸu tüm mülke Tanrı adına devlet hükmetmekteydi. Cumhuriyet döneminde bu durumun fazla deÄŸiÅŸtiÄŸini söylemek büyük iyimserlik olur. Ä°ÅŸçisi, memuru, iÅŸvereni, gazetecisi, öÄŸretmeni akademisyeniyle herkes dolaylı ya da dolaysız devletten beslenmektedir. Devlet bu bakımdan bir lütuf kaynağı olmaya devam etmektedir.’ [21]

 

4.      Türk Siyasal Kültüründe Ä°ktidara Odaklılık:

Aristokrat bir sınıfı olmayan Osmanlı Devletinde, yeniçerilerden sadrazama kadar olan tüm askeri ve bürokratik hiyerarÅŸi kapıkuluydu. ‘Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu, miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal beyler tarafından deÄŸil de merkezden denetlenen bir ordu kurmakta baÅŸarı göstermiÅŸti.’[22] Bir devlete derinliÄŸini veren yönetsel hiyerarÅŸik katmanlarının ‘hükmü ÅŸahıslığı’ padiÅŸah nezdinde tek elde toplanınca ‘mutlakiyetçiliÄŸin’ sınırları en alttan en üste kadar bütün yönetsel katmanları sarıp sarmalıyordu.

PadiÅŸahı ile var olan, meÅŸruluÄŸunu padiÅŸahından alan ‘nihayetinde hukuksuz’ kapıkulunun özlük hakları, padiÅŸahın inayetine veya padiÅŸahın hışmına göre belirleniyordu. Bu durum padiÅŸaha yani devlete yakın olmayı sürekli gerekli kılıyordu. Kapıkulu velinimeti padiÅŸahı ile birlikte devleti (mülkü) sahiplenmek zorundaydı. Bu zorunluluk, kapıkulu mantığı içinde çevreden kopuk bir grup kimliÄŸi ve bu kimlikten hareketle bir grup dinamiÄŸinin oluÅŸmasına neden olmuÅŸtur. Bu gurup kimliÄŸi ve grup dinamizmi çeliÅŸki ve çatışmaları ile birlikte siyaseti merkezileÅŸtirmiÅŸtir.

Osmanlı bürokrasisinin siyaseti merkez içinde bırakma çabalarını göz önünde bulundurarak yapılacak tahlilin varacağı nokta; Devletin (mülkün) sahipliliÄŸi olgusu olacaktır. Ä°ktidar odaklı siyaset ve bu siyasetin oluÅŸturduÄŸu çeliÅŸki ve çatışmalar devletin sahipliliÄŸi etrafında dönüp durmaktadır. Merkezin sürekli ÅŸekillendirmeye çalıştığı ‘kamusal alan’ bu sahiplilik olgusunun meÅŸrulaÅŸtırıldığı örüntüler ile doludur. ‘Devletin siyasal ve ekonomik konulardaki denetim iddiası, kültür üstünlüÄŸü hakkıyla da destekleniyordu. Çevrenin ayrışıklığına oranla yönetici sınıf olaÄŸanüstü derli topluydu ve bu, her ÅŸeyden önce hir kültür olgusuydu. Burada biri olumlu öteki olumsuz iki öÄŸeyi birbirinden ayırabiliriz. Bir yanda, tüm devlet mekanizması Sultanın yüceliÄŸi mitosunun etkisindeydi; öte yanda, sıradan ölümlülere, resmî kültürün simgelerine ulaÅŸmalarını engelleyen kısıtlamalar konmuÅŸtu. Göçebe ya da yerleÅŸik olan, kırda ya da kentte bulunan halkın çoÄŸu için bu kültür ayırımı, çevrede yaÅŸadığını gösteren en çarpıcı özellikti.’[23]

Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroların tam bağımsızlık söylemi, toplumun geçmiÅŸini de içine alan çepeçevre kuÅŸatılmışlık vurgusu ile oluÅŸturulan düÅŸman algısı bu sahipliliÄŸin kamusal alanda meÅŸrulaÅŸtırma faaliyetlerine verilebilecek önemli örnektir.

DiÄŸer önemli bir örnek ise yakın siyasi tarihimize damgasını vuran Ä°ttihat ve Terakki Cemiyeti Tecrübesidir.

Ä°ttihat ve Terakki tecrübesi esasında siyasi zihnimizin bir haritası mesabesindedir. Ä°ttihat ve Terakki Cemiyeti taÅŸrada kurulmuÅŸ bir siyasi organizasyondu. Amacı devletin sahipliliÄŸini eline geçirmekti. MeÅŸrulaÅŸtırıcı söylemi ise devleti kurtarmaktı. Devleti kurtarma faaliyetlerini padiÅŸahtan bağımsız, hukuk ve bu hukuk çerçevesinde oluÅŸturulmuÅŸ dinamik müesseseler marifetiyle yerine getirecekti. Bütün bu söylemlerine raÄŸmen iktidarı boyunca tüm hukuksuzlukları göstermekten geri durmadı.

TaÅŸra kaynaklı bir örgüttü ve yönetsel kadroları alt ve orta bürokrasiden, sivil alandan müteÅŸekkildi. Ama merkezi siyaset açısından bir tecrübeleri yoktu. Devletin sahipliliÄŸi zihniyeti yönünde psikolojik olarak bu durumu sürekli bir meÅŸruluk sorununu olarak yaÅŸadılar. Ä°ttihat ve Terakki Cemiyetini temsil eden üst yönetim, çok kısa bir zaman zarfında tüm devlet ve bürokrasi teamüllerini altüst ederek en üst bürokratik unvanlar ile kendilerini donattılar.

Ä°ttihat ve terakki Cemiyetinin sembol ismi Enver paÅŸa genç ve tecrübesizliÄŸini saraya damat olma ile gidermeye çalıştı. Ä°ttihat ve Terakki Cemiyeti siyasi tarihimizde çevrenin merkeze yürümesine gösterilecek en ilginç örneklerden birisidir. Fakat iktidar odaklı siyasi zihin, merkeze yürümüÅŸ olan bu çevre unsurlarının yeni bir merkez oluÅŸturmasına neden olmuÅŸtur. Ä°ttihat ve Terakki Cemiyeti kudretine raÄŸmen dâhil olduÄŸu merkezin kadim devlet aygıtının gölgesini sürekli üzerinde hissetmiÅŸtir.

Kısaca iktidar odaklı siyaset; yukarıda izaha çalışılan merkezin çevreye olan bakış açısının kemikleÅŸmesi, çevrenin de bu bakış açısından doÄŸan çeliÅŸki ve çatışmalarının üretmiÅŸ olduÄŸu siyasetinin eylem ve söylemlerinde, kendi içinde bir merkez meydana getirerek bu bakış açısının yönetsel bir gereklilik olduÄŸunu içselleÅŸtirmesidir.

Bu zihin canlıdır ve sürekli siyasete yön vermektedir. Çevrenin siyasetindeki iktidar odaklılık, yüksek bir aidiyet duygusu ile oluÅŸabilecek bir kitleselliÄŸi mümkün kılamamaktadır. Çevrenin ancak ana kırılmalar ile dışsal olarak elde etmiÅŸ olduÄŸu kazanımları korumak ve kollamak haricinde bir siyasi duruÅŸu oluÅŸamamıştır. Kısaca iktidara odaklı siyasi zihin, çevreden koparttıklarını merkezileÅŸtirmektedir. ‘Demokratik ülkelerde “devlet” üzerinde baskı mekanizması oluÅŸturan sivil toplum kuruluÅŸları bizde devletin sadık hizmetçiliÄŸini yapabilmektedirler. Batıda bireylerin ufkunu açarak onları alternatif ve yaratıcı bir zihin dünyasına götüren aydın sınıfı bizde devletin bürokrasisinde, üniversitesinde ve devlet himayeli medyasında devletin resmi ideolojisini geliÅŸtirmek için alın teri dökmekte göz nurunu harcamakta, çırpınıp durmaktadır.’[24] 

(Devam Edecek)               



[1] Ozankaya, Özer, “Prof. Dr. Ä°nan Özer’in Siyasal Kültür, Demokrasi Ve Demokratik DeÄŸerler Adlı Makalesinin DeÄŸerlendirilmesi” Bkz. (www.liberaldt.com) EriÅŸim tarihi: 16.12.2011

[2] Ergil, DoÄŸu, Barışı Aramak, Dilde, Hayatta, Kültürde, Ä°stanbul 2010, s. 100

[3] Duverger, Maurice, Siyaset Sosyolojisi, Ä°stanbul, 2007,  s.  86-90

[4] Ortaylı, Ä°lber,  Devlet’e Nasıl Bakmalı?, Makale, DoÄŸu Batı DüÅŸünce Dergisi, Sayı: 1,  DoÄŸu Batı Yayınları,  Ankara, 1997,  s.13.

[5] Çaha, Ömer, AÅŸkın (Transandantal) Devletten Sivil Topluma, Ä°stanbul, 2007, s.1

[6] Türköne, a.g.e., (Siyaset) , s. 95. 

[7] Mahçupyan, Etyem, Modern Türkiye’de Siyasi DüÅŸünce, Dönemler ve Zihniyetler, 9. Cilt,  Ä°letiÅŸim Yayınları, 2009, s.273.

[8]Turan, Ä°lter, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, Ä°. Ü Ä°ktisat Fakültesi Yayınları, 1977, s. 33.

[9] Uzunçarşılı, Ä°smail Hakkı, Osmanlı Devleti TeÅŸkilatından Kapıkulu Ocakları I-II, Türk Tarih Kurumu Yayınları

[10] Uzunçarşılı, Ä°smail Hakkı, Osmanlı Devletinin Saray TeÅŸkilatı, Türk Tarih Kurumu yayınları

[11] Ä°nalcık, Halil, Tarihsel BaÄŸlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar, Makale, KüreselleÅŸme Sivil Toplum ve Ä°slam, Derleme, Vadi Yayınları, Ankara, 1998, s.77. 

[12] İnalcık, a.g.m., s.84-85.

[13] Türköne, Mümtaz’er,  Derin Devlet, Makale, DoÄŸu Batı DüÅŸünce Dergisi, Sayı: 1,  DoÄŸu Batı Yayınları,  Ankara, 1997,  s.47.

[14] Mardin, Åžerif,  a.g.e., (Türkiye’de Toplum ve Siyaset) s. 208.

[15] ÖÄŸün, Süleyman Seyfi, Türk Politik Kültürü,  Alfa Yayınları, Ä°stanbul, 2004, s.10-11

[16] İnalcık, a.g.m., s.80.

[17] Çaha, Ömer, AÅŸkın (Transandantal) Devletten Sivil Topluma, Ä°stanbul 2007, s. 149-150

[18]Åžeker, Fatih M., Cumhuriyet Ä°deolojisinin NakÅŸibendilik Tasavvuru, DerTayfun Atay, Batı'da Bir Nakşı Cemaati, Ä°st. Ä°letiÅŸim yay. 1996, s. 60-61; Mardin. "Türk tarihinde NakÅŸibendî tarikatı". 80-81; Metin Ä°zeti, Balkanlar 'da Tasavvuf. Ä°st. Gelenek yay. 2004, s. 81 (Aktarım)

[19] Mardin, Åžerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Derleme Makaleler, (Der. Mümtaz’er Türköne / Tuncay Önder) Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2011, s. 57.

[20]Tekin, Yusuf,  II. Abdulhamit’ten Cumhuriyete Miras, Bir Ulus Devlet Yaratma Projesi,  Gökkubbe Yayınları

 

[21] Çaha, a.g.e., (AÅŸkın (Transandantal) Devletten Sivil Topluma),  s. 3

[22] Åžerif, Mardin, (Türkiye’de Toplum ve Siyaset) s. 38-39.

[23] Mardin, Åžerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset (Bütün Eserleri 6- Makaleler 1, Der: Mümtaz’er Türköne) Ä°letiÅŸim yayınları, 2011, s.44.

[24] Çaha, Ömer, a.g.e., (AÅŸkın (Transandantal) Devletten Sivil Topluma),  s. 2

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.