Makale
Reklam ve Halkla İlişkiler Parantezinde Hakikatin Kaybı
Her şey, reklam ve halkla ilişkiler parantezinde sahip olduğu hakikatinden vaz geçmek zorunda kalıyor. Ne meşum bir cinayet, tüyleri diken diken eden bir cinayet ne de en ağırından bir kaza, kaza. Dijital medya sayfalarında gözümüze takılan bir dram haberini tıkladığımızda bizi mesut ve bahtiyar bir hayata davet eden bol yıldızlı, gür yeşillikli konut reklamı, hoyrat bir cüret ile arzı endam ederek vicdanımızın sızlamasına dahi fırsat vermiyor.
Her ÅŸey buram buram reklam ve halkla iliÅŸkiler kokuyor. BaÅŸta haber dili olmak üzere, uzman görüşünden sokaktaki adamın söylediklerine, olayların perde arakası diye dayatılan analizlerden hava durumu raporlarına kadar her ÅŸey reklam; hatta sıradan bir manzara resmi dahi…
Oturmalarımızı kalkmalarımızı, gülümsemelerimi ağlamalarımızı, konuşmalarımızı susmalarımızı, uyumalarımızı uyanmalarımızı, yemelerimizi içmelerimizi, sevmelerimizi nefretlerimizi inceden inceye inşa eden reklam ve halkla ilişkiler faaliyetlerinin hem kobayları hem de kurbanlarıyız.
Hakikatin ne olduÄŸuna dair kanaatlerimizi artık bir çift reklam sloganı, üzerimize boca edilen söz ve imge saÄŸanağı belirliyor. “Kamuoyu” kavramı, farklı fikirlerin uzlaÅŸarak ortak bir paydada buluÅŸtuÄŸu makul bir düşünüşü anlatmıyor artık. “Mutlak taraftar” olma üzerinden iÅŸleyen sözü olanın deÄŸil sesi gür çıkanın fikri ve eylemi belirlediÄŸi bir tür kıstırılmışlık haline dönüşmüş.
En büyük reklam ve halkla iliÅŸkiler faaliyeti; bilinçaltlarımıza süpürdüğümüz süfli beklentilerinizin ulvi bir tema dâhilinde seslendirildiÄŸi siyaset alanında yaÅŸanıyor. Siyasetin bizatihi kendisinin bir reklam, bir tanıtım ve halkla iliÅŸikler faaliyeti olduÄŸu dolaysızdır. Hangi tarafta yapılıyor olursa olsun siyaset sadık müşterilerini oluÅŸturmaya çalışan “marka”lardır.
Alnımızın tam ortasında “barkodlarla” kamusal alanlarda dolaşıyoruz. Kimin tarafında olduÄŸumuza dair “alametifarikalar” taşıyoruz. Kimi dost tutacağımız, kimi düşman belleyeceÄŸimiz, neyi okuyacağımız ya da okumayacağımız, neyi seyredeceÄŸimiz ya da seyretmeyeceÄŸimiz, kimi seveceÄŸimiz, kimden nefret edeceÄŸimiz sürekli olarak barkodlarımıza yükleniyor.
Bırakalım bir hüküm cümlesini, en basit bir cümle kurarken dahi sözümüzün nereye varabileceÄŸini tartıyoruz. Yanlış anlaşılmaktan sürekli endiÅŸe ediyoruz. Esasa dair konuÅŸamadıkça ve bu konuÅŸamamaları gönüllü olarak yaptığımızı zannettikçe içimizde büyüyen huzursuzluÄŸumuzu bastırabilmek için “markalara” sığınıyoruz. Tam bir kısır döngü…
Siyasetçilerin, bürokratların, analistlerin, stratejistlerin büyük bir ÅŸehvetle aktardıkları “fırsatları” ulvi perdeler örttükçe, hakikate, aÅŸikâr olabileceÄŸi zamanı beklemek düşüyor. Hakikatin önünde sonunda aÅŸikâr olmak gibi bir zorunluluÄŸu var. Mesele; bedel ödemeden ve mazlumlara bedel ödeterek onların “ahını ve günahını” yüklenmeden hakikati kılavuzumuz kılabilmektir.
Biliyorum bu yazı da erbabı tarafından not edilecek, neyi amaçladığı analize tabi tutulacak, hangi tarafın “adamı” olduÄŸuma dair fikirler yürütülecek. Hakikat kavramı ulvi temalı… Büyük ihtimal bu tema üzerinden bilinçaltımdaki süfli beklentilerim de didiklenecek. Varsın olsun, canları saÄŸ olsun. Elbet bir gün, hakikate dair derin bir sükûnet ve engin bir gönül hoÅŸnutluÄŸu ile sohbet edebilme imkânına kavuÅŸuruz. Vesselam.
Henüz yorum yapılmamış.