Sosyal Medya

Makale

Toprak Kokusu

“Geçti mi aÄŸrıların” diye sesleniyorsun. AÄŸrılarım geçti mi, geçtiyse nasıl anlatırım, sesim nasıl ulaşır sana bilemiyorum. Ama “Toprak her acıyı alır” dermiÅŸ eskiler. Öyle ya, aÄŸrıyı da acıya da ancak toprak alıyormuÅŸ. Bilmiyorum, bu yüzden mi defnedilen bir yakınına herkes bir kürek toprak atmak için birbiriyle yarışır. Aslında toprak ölenin deÄŸil, belki de yakınlarının acısını alıyordur. Kabre atılan her toprağın, atanın acısından biraz aldığını düÅŸünüyorum. Ben, bana, kabrime bir kürek toprak atamadım ya…

Bir avuç toprak için düÅŸüyorum sokaklara. Gürültülü, daracık, kaldırımsız sokaklar… Åžehrin eski, asfaltın deÄŸmediÄŸi asırlık sokakları. AhÅŸap, cumbalı evler sokağın her iki yanında sıralanmış. Her evin önünde ufak bir bahçesi var. Bahçe içinde bir, iki aÄŸaç ve duvarları süsleyen sarmaşıklar. Toprak gibi evlerin duvarları da sarmaşıklar ile yeÅŸile bürünmüÅŸ. AÄŸaçlarda rengârenk çiçekler… KuÅŸ cıvıltıları musiki korusunu aratmayacak kadar ahenkli. Ä°nsan hayatı tabiat gibi ahenkli deÄŸil, hep iniÅŸli çıkışlı. Ya benim hayatım. Çıkışı olmayan bir sokak gibi.

Bir süre yürüdükten sonra sokağın sonundaki tepenin başında duruyorum. Derin bir nefes alıyorum. Ancak her nefes alışımda sırtıma bıçak saplanırcasına bir aÄŸrı giriyor. Acı ve gerilim kalıcı bir ifadeye dönüÅŸmüÅŸ yüzümde. Sırtıma ve göÄŸsüme saplanan keskin bir aÄŸrı. Elimi göÄŸsüme bastırarak ancak nefes alabiliyorum. Çocukken ne kadar da hızlı koÅŸardım. Bayır aÅŸağı bıraktım mı kendimi erik ve elma aÄŸaçlarının arasından geçer yonca tarlasının altından akan çaya kadar durmadan koÅŸardım. Buz gibi akan çaya bir nefeste varırdım. Ya ÅŸimdi…?

Hastane kapısından içeri giriyorum. Uzun ve geniÅŸ bir koridor… Oldukça kalabalık. Hastalar sıra halinde dizilmiÅŸ banklarda yığılmışçasına oturuyorlar. Hasta yakınları kaygı ve telaÅŸla saÄŸa, sola koÅŸuÅŸturuyor. Kimi tahlil, kim röntgen peÅŸinde koÅŸtururken kimisi de sonuçları göstermek için doktorların kapısında sabırsız ve tedirgin bekleÅŸiyordu. EndiÅŸeli adımlarla içeriye yürüyorum herkes gibi. Daha ilk adımda kesif bir koku yüzümü yalıyor, elimle aÄŸzımı kapatıyorum. Hastaneyi de kokusunu da sevmiyorum, seveni var mıdır acaba?

Koridorun sonunda, saÄŸdaki üçüncü kapının önünde duruyorum. Bekleyen birkaç kiÅŸi daha var. Kapının sol yanında ufak bir masa konulmuÅŸ. Elim göÄŸsümde nefes alamıyorum. Babaannem ne güzel derdi “Üç gün yatak sonrası toprak.” dediÄŸi gibi de olmuÅŸtu. Doksanını geçmiÅŸti ama iki gün yataÄŸa dayanabildi. Üçüncü gün öÄŸlen olmadan benzi iyice solmuÅŸ, gözleri hafif kaymaya baÅŸlamış, göz kapakları da kırılmaya baÅŸlamıştı. Babam Kur’an okuyordu baÅŸucunda. Çocukları, gelinleri, damatları ve torunları hepsi nemli gözlerle dua ederken tamamen kapandı gözleri.

Åžimdi yatağında ölmek kimseye nasip olmuyor. Aslında insanlara bu imkân verilmiyor. Herkes hastasına iyi bakılsın diye yakınlarını hastanelerin bodrum katlarında ki penceresiz odalara hapsediyor. Buralarda yalnız bırakılan insanlar, ölümü karşılarken dünyadaki son demlerinde yakınlarından mahrum kalıyorlar. Son kez göz kapakları düÅŸerken kimseyi göremiyorlar. Kur’an’dan birkaç ayet dinlemek çok görülüyor. Galiba bende korkuyorum, bir hastanenin yoÄŸun bakımına bırakılmaktan veya…

KoÅŸarak çıkmak istiyorum hastaneden. KoÅŸabilmek artık benden uzak gibi. YokuÅŸ aÅŸağı iniyorum yavaÅŸ yavaÅŸ. Sabahın serinliÄŸinde evden çıkmıştım. Daha sıcaklar bastırmamış. Baharın ilk günleri. Arada bir duraklıyor, çiçek kokusunu ciÄŸerlerime çekiyorum ve her seferinde aynı aÄŸrı aynı yerde. GittiÄŸim her hastanede tetkikler, tahliller yapılıyor ama her ÅŸey normal gibi görünüyor. Bu durum tedirginliÄŸimi biraz daha artırıyor. Sonra tekrar yola koyuluyorum. Bahar coÅŸkusu her yanı sarmış. Caddeler, sokaklar insan kaynıyor. Kasvetli kış havasından sıyrılan insanlar kendini dışarı atmış. Baharın canlılığı tabiat gibi insanların da yüzüne yansımış. Ama benim baharım daha gelmedi. Gelir mi? diye aklımda geçirecek oluyorum ki “umudunu kaybedersen geriye neyin kalır” diye bir ses duyuyorum. Dönüp bakıyorum kimse yok, bahar da…

Masanın arkasında kayıt iÅŸlerini yapan görevliye çıkışanlar oluyor ara ara. Anlaşılan doktor hayli gecikmiÅŸ. “Hastalık insanı zayıf düÅŸürüyor, takat bırakmadığı gibi sabrı da alıyor” diye mırıldanıyorum, Sol tarafımda duvara yaslanmış bir hasta yakını anlamsızca gözlerini dikmiÅŸ bana bakıyor. Beklemeye devam ediyorum ancak doktor hala yok ortalarda. Nihayet doktor yanında asistanı ile koridorun başında görünüyor. Uzun boylu esmer tenli, sevecen biri… Selam verdikten sonra, görevliye döndü “Sırayla al, hastalarımızı daha fazla bekletmeyelim.” dedi. Doktorun bu babacan tavrı gerilimli havayı dağıtıyor. Sıram gelsin istemiyorum. Dilimde dualar, kalbim hızla çarpıyor. Yine sırtımda ki o aÄŸrı ve sırtıma saplanan o bıçak…

Sokaktan yürüyerek ÅŸehrin en büyük caddesine çıkıyorum. Caddede durup bir süre hızla akan insan selini izliyorum. Kadın, erkek, genç, yaÅŸlı herkes telaÅŸlı ve hızla yürüyor. Bu kadar insan nereye gider. Bu telaşın sebebini anlayamıyorum. Sırtına geçirdiÄŸi çantayla okula doÄŸru ilerleyen cıvıl cıvıl çocuklar. Kepenklerini açan esnaf, dükkânının önünü süpürüyor. KöÅŸe başında birkaçı, meyve kasalarını birleÅŸtirip sofra kurmuÅŸ, kahvaltı yapıyor. Kahvecinin küçük çırağı elinde çay tepsisiyle kahvaltı sofrasına yanaşıyor. “TavÅŸankanı çaylar!” diye bir nara atıyor. Ä°çlerinde yaÅŸlıca olanı “Yine kopardın yaygarayı be evlat” diye takılıyor. MaÄŸrur bir edayla elindeki tepsiyi sallayarak uzaklaÅŸan çırağın yürüyüÅŸü izlemeye deÄŸerdi. Ya benim çocukluÄŸum. Benim çocukluÄŸum, diye düÅŸünüyorum…

Doktorun kapısında dua ediyorum, kötü hastalık çıkmasın diye. Ä°nsanoÄŸlu en çok zor anlarında duaya yöneliyor. Ne biliyorsam, nasıl biliyorsam, dua niyetine doÄŸal, doÄŸaçlama zamanla yarışırcasına peÅŸ peÅŸe sıralıyorum. Sıram geldi mi hatırlamıyorum, doktorun karşısında duruyorum. Dizlerimin bağı çözülmüÅŸ, beni taşımıyor, nerdeyse yere yığılacağım. Sırtımda ki ter, damarlarımda ki kan gibi akıyor. Doktor elimdeki filmleri ve raporların olduÄŸu poÅŸeti alıyor, oturmam için yer gösteriyor. Raporları uzun uzun inceleyen doktorun yüzü geriliyor. O an yeniden keskin bıçak saplandı sırtıma. Bir sızı dolaşıyor içimde, sonra gelip yine aynı yere saplanıyor. Bir ÅŸeyler konuÅŸuyor doktor ama kulaklarımdaki uÄŸultudan bir ÅŸey anlamıyorum. Biliyorum, tesellinin faydası yoktu artık. Ne geliÅŸen Tıp’ın ne de iyi doktorların…

Aklıma onlarca düÅŸünce akıyor, hepsi de içinden çıkılması zor türünden. Nereye gideceÄŸimi bilmiyorum. Caddenin öbür ucunda aÄŸaçlarla çevrili camiye doÄŸru yürüyorum. Küçük kubbesi, kısa minaresi ile gösteriÅŸten uzak mütevazı cami Selçuklulardan miras. Ä°nci gibi dizilmiÅŸ küçük kırmızı tuÄŸlalı duvarlarıyla zamana direniyor. Zaman içinde birçok onarım görmüÅŸ. Ama belli ki ehli olmayan ustaların elinde kalmış. Etrafında kalan yeÅŸil alana belediye birkaç tane bank yerleÅŸtirmiÅŸ. Camii avlusunun önü biraz düzenlenip çiçek ekilmiÅŸ. Parkın gerisi düzensiz, pek de temiz deÄŸil. Bankların etrafına sigara izmaritleri ve çekirdek kabukları atılmış. Büyük bir aÄŸacın altındaki boÅŸ bir banka oturuyorum. Ya hayatımdaki boÅŸluklar…

Park sakin, sessiz, sabah namazından sonra oturan birkaç yaÅŸlı sohbet ediyor. Sohbetin konusu malum, görmeyen gözler, sızlayan dizler… En önemlisi yaÅŸlılık ve yalnızlık… YaÅŸlıların arada bir öksürmeleri sessizliÄŸi bozuyor. Parkın bir ucunda tezgâh açan simitçi hem caddeden gelip geçenleri hem de parkta oturan ihtiyarlara göz gezdiriyordu. Simitçi, küçük bir çocuk, daha ilkokul çağında. Ayağında kara lastik, üzerinde emanet duran büyük bir hırka. Başındaki siyah bereyi kulaklarına kadar çekmiÅŸ. Simit tezgâhının arkasında müÅŸteri bekliyor. Kara gözleri, ürkek bakışları ile etrafa bakınıp, arada bir kısık sesle “Simit, sıcak simit’’ diye bağırıyor. Ben de bir bağırabilsem diye içimden geçiriyorum. Ama ne diye bağıracağımı bilebilseydim…

Tekrar yola düÅŸmek için kalkıyorum. Beni taşımayan, zayıf dizlerime yüklenerek ilerlemeye çalışıyorum. Åžehrin en büyük caddesine yöneliyorum. Hayat gibi, kalabalık hızla akıyor üzerime. GirdiÄŸim caddenin sonu görünmüyor, bir duvara yaslanıp bakıyorum. Her ÅŸey hızlı ancak keÅŸmekeÅŸ bir ÅŸekilde akıyor. Kendi mecrasında akan sadece tabiat. Tıpkı benim gibi, bende akıyorum ama… Elimde bir poÅŸet, poÅŸetin içinde röntgenler, raporlar. Aslında her ÅŸeyin içinde olduÄŸu bir poÅŸet, geçmiÅŸim, geleceÄŸim ve ölü… Åžimdilik eksik olan bir avuç toprak. Belki de onun ardına düÅŸmüÅŸüm yollara, bilemiyorum. Beyaz, kırmızı, kara, kil, kül renkleri ile toprak çeÅŸit çeÅŸit. Bir de toprağın kendi ismi ile olanı yani toprak rengi var. Toprağın hangi rengi yakışır insana? Åžair “Benim sadık yârim kara topraktır.” demiÅŸ. En iyisi ÅŸairi dinlemeli… YaÄŸmur almış toprak kokusu alıyorum, toprak kokusu… Erik ve elma aÄŸaçlarının arasından koÅŸuyorum ama yonca tarlasının altındaki çaya varamadan...

 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.