Sosyal Medya

Makale

Manifestom

Felsefenin insanın anlam arayışında bize yol gösterici bir vasıf taşımayacağını hem okumalarım hem de bu alanda yapılan tartışmalara baktığımda oluşan bir kesinliktir. Hem epistemik olarak hem de ontolojik olarak öne çıkardığı argümanlara sürekli yeni argümanlar ekleyebileceği gibi öne çıkarılan her argümanın yanlışlanma ihtimalini ve bugün doğru olan argümanın da yarın yanlışlanabileceği ihtimali bu bakışımı derinleştirdi.

Dinin ortaya koyduğu ilkeleri yanlışlanamayacağı ve doğrulanamayacağı gibi bir sav üzerinden insanın kendisinin sahip olduğu aşkınlığı göz ardı eden bu yaklaşım aynı zamanda metafizik yerine kendi metafiziğini inşa etme çabasından da uzak durmuyor. Bu durum da benim felsefi olana yönelik şüphemi çoğaltmaya yarıyor.

Eleştiri ve şüphe eyleminin kendisi bize ahlak ve değer üretemez. Bu kesinlik (yani yakini bilgi düzeyinde) kazanmıştır... Çünkü eleştiriden ve şüpheden nasibini almayacak herhangi bir durum ve bilgi yoktur. O zaman kesinlik diye algıladığımız şeyin de bir yanılsama olduğu açıktır. O zaman sözün sahibinin değer kazandığı bir zemine yaslanma ihtiyacı doğuyor. Din, insanın Yaratıcısı olan Kudret ve Bilgi sahibi varlığın kendisine bir lütuf/ikram olarak gönderdiği bilgiyi bir çıkış ve anlam arayışının kendisine yol gösterici olarak düşünmesinden daha makul bir konum düşünülemez…

Bu bilgi türünün reddedilmesinin anlamlı olabilmesi için daha büyük bir gücün sözünün ortaya konması gerekir. İnsan ve onun taşıdığı aklı öne çıkarmak yeterli bir delil olarak kabul edilemez… Ahlaki anlamda da sözün değerinin kıyas kabul etmez özelliği üzerinden de durum budur.

Bir değerin ve ahlaki bir duruşun ortaya konması için yeterli bir sabit ve kesinlik oluşturan bir ontolojinin varlığına ihtiyaç vardır. Salt görünürlülükten hareketle bunu gerçekleştirmek muhaldir. Bu yüzden eğer gerçek anlamda bir değer ve ahlaki yapı arzulanıyorsa Ed- Din olan İslam’ın öne çıkardığı ‘dünya görüşü’nün dikkate alınması kaçınılmazdır. Din üzerinden yapılan tartışmalara veya dinin kendi içinden yapılan tartışmaların dahi bu temel tezi sadece güçlendireceğini ve hakikatin reel olana dair bakışının çoğul boyutunun asli olanı muhafaza ederek fani olanın dinamikliğinin sağladığı değişimi de doğru okuma imkânı doğuracaktır.

Son dönemde, Ak Parti’nin iktidar sürecinde meydana gelen siyasi ve sosyolojik değişimden hareketle devletin siyasal rejiminin din ve inanç ilkelerine dayanmaması gerektiği görüşü, dinin ve inancın istismarının yapıldığı söylemi üzerinden temellendirildiğini gözlemliyoruz. Bize bu konuda önerdikleri ise laiklik ve dolayısıyla seküler yaklaşım olduğu açıkça dile getirilmese de açıktır. Yanlış uygulama veya toplumsal yozlaşmaya istinaden bunu savunmanın makul ve meşru bir zemini olduğuna bizi ikna etmeleri gerektiği gibi hangi ahlaki ilkeye uygun olacağını da anlatmaları elzemdir.

Bu noktada Müslüman aydın ve entelektüel olma çabası içinde olan arkadaşların sürekli din ile siyasetin ayrıştırılması gerektiği tezi de buraya not edilmelidir. Öteki ile birlikte yaşamanın formülünü bulma adına Müslümanlığı katletmenin makul bir izahına da ihtiyacın varlığı kaçınılmaz olacaktır.

İslam’ın laik ve seküler bir toplumsal düzen kurmasını düşlemek bizzat İslam’a ihanet olacaktır. Ayrıca Müslüman olan insanın uyması gerekli olan helal ve haram ile iyi ve kötü ile güzel ve çirkin şeylerin varlığı ontolojik olarak sosyal düzeni dinin inanç ilkelerine dayandırmaktadır. 

Yani İslam; doğumundan ölümüne insanın yaşadığı hayatı bütün katmanları ile belirleyen temel bir ilkeler yapısıdır. Salt hukuksal bir zemin olarak düşlemeden bunun ahlaki yapısını dikkate almalıyız. İnsanın yolculukta ihtiyaç duyacağı her şeyi nasıl yapması gerektiği konusunda ilke ve bir teknik bakışı sunmakta olan İslam ayrıca dışarıdan alacağı bir şeyin olmadığı gerçeğini de aşikâr kılmaktadır.

İslam’ın herhangi bir din veya felsefi sistemle eş değer görülmesi mümkün değil! Bunu yapan kişi; kendisini İslam’ın üstünde konumlandırdığı bedihidir. İslam ise Âdem as 'den Muhammed sav e kadar Allah tarafından gönderilen dinin adıdır. İsmi belirtilen Peygamberlere atfen söylenen farklı tanımlar; Yahudilik, Hıristiyanlık, Haniflik gibi özü itibariyle İslam, Taoizm, Hinduizm ve Budizm, Şintoizm, Mazdekizm ve alt kültürler ise daha sonra meydana gelen sapmaların da içinde bulunduğu müntesipliğe göndermedir. Son din ve kitabın korunduğunun tarihsel şahitliği ile bilinen Müslümanlık/İslam herhangi bir ırka değil bizzat tüm insanlığa gönderildiği ilan edilmiş bir hakikattir...

Felsefi veya siyasi sekülerliğin Ed- Din olan İslam ile bir bağı olmadığı gibi meşru bir zemini de yoktur... Düşünce ile felsefi yaklaşımı eş değer görmediğimi buradan açıkça ifade etmek isterim. Düşünce, sahih din algısının reel olana yönelik içtihat tekniği çerçevesinde sürekli yorumlanabilme özelliği ile hayatı karşılayacak istidadı taşımaktadır. Felsefeyi düşünce diyalektiği olarak tanımlayacaksak buna Müslüman bir şahsiyetin tepkisi olmayacaktır, bilakis bunu en çok o kullanacaktır. Buna yönelik yapılacak eleştiri ve itirazların makullüğü ölçüsünde kabulü de makuldür.

Akli bilimsel veya felsefi düşüncelerin dini alana yönelik zanlarının ve özellikle değer alanında ileri sürdükleri öncüllerin kesinliği bırakın ortak bir yapı ve insanın anlam arayışında da geçerliliği yoktur... Bugün bunu daha çok gözlemeye devam ediyoruz. Eğer ilahi din olmayacaksa bugün kuantum fiziği üzerinden öğrendiğimiz varlığın bir temelinin olmadığı bir zeminde hangi ontolojik güvenlikten bahsedebiliriz. Hâlbuki bütün karmaşalar, çatışmalar, kırılmalar insanın bu ontolojik güvenliğini sağlayamadığı algısına dayalı olduğu da bedihidir. Eğer birlikte yaşamak diye bir durum söz konusu olacaksa bu şüphe denizinde yalpalayan kişilerin sağlayacağı bir şey değil, durulmuş ve güven üzere olan kişiliklerin gerçekleştirebileceği bir şeydir…

Ben bir Müslüman olarak Allahın gönderdiği vahyi istikametim ve kılavuzum, O’nun seçtiği Resulü de örneğim olarak kabul ediyorum... İlk Müslüman nesillerin tecrübesini dikkate alarak yolculuğumu sürdürmeyi bir marifet olarak kabul ediyorum. Tarihsel süreklilikteki kırılmaların, yaşanan süreçlerin, iktidar, siyaset, iktisat ve hukuk alanında meydana gelen gelişmeleri de dersler çıkarılacak bir birikim olarak görmekteyim.

Kimin neyi seçtiği ile ilgilenmediğim gibi her insanın tercih hakkı olduğunu da inancım belirtiyor. Ve inancıma müdahil olunmayan bir ortamda her tutarlı ve makul düşünce, felsefi ve dini farklılığı olan insan ile makul ve toplumsal yozlaşmaya kapı aralamayan bir biçimde kardeşçe karşılıklı hukuk çerçevesinde birlikte yaşayabilirim...

Her türlü sapkın şeylerden ise buna modern sapkınlıklar da dâhil bir uzlaşma olmaz... Benden uzak oldukları sürece de hesabı Allah görücüdür… Allah’ın hesap görücü oluşu üzerinden çokça eleştiriye tabi tutulan her şeyi yargılama imtiyazı da ortadan kaldırılabilir bir imkâna dönüşür. Bu yüzden Müslüman hesap sorucu olan değil hesap verici olduğu gerçeğini bilendir…

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.