Makale
Milliyetçiliği Anlamak
The New York Times, gündemdeki bir dizi tartışmalı konuyu ele alan The Interpreter adlı bir programı yakınlarda yayınlamaya başladı. 2018 yılının Şubat ayında yayın organının sitesinde "Ulusal kimlik bir kurgudur" başlıklı bir video içeriği paylaşılmıştı. İçerikte verilmek istenen mesaj ise gayet netti: ulusal kimlik modern dünyayı inşa eden bir mittir, fakat aynı zamanda diktatörlük, ırkçılık ve soykırım gibi belalarında bizatihi müsebbibidir. Peki bir kimsenin sahip olduğu ulusal kimliğin bir kurgu ya da mitten ibaret olduğunu iddia etmek sahici bir yaklaşım mıdır? Pek tabi ki hayır.
Kurgu addedilen milliyetçi kimliÄŸin insanları ırkçılık ve soykırıma yönlendirdiÄŸi düşüncesini yeniden kritik etmeliyiz. Gerçekten de ulusalcılık denen “bela” bizleri bu ve daha kötü ÅŸeylere sürüklüyor mu? Ya da baÅŸka bir açıdan bakarsak ulusalcılık sadece böylesi olumsuzluklarla mı anımsanıyor? Seçme ve seçilme hakkı ulusalcılık fikrinin bir neticesi deÄŸil miydi?; veyahut Maryland’da oturduÄŸum ve hiçbir zaman Florida’da bulunmadığım halde okulda saldırıya uÄŸrayan tanımadığım çocuklarla ilgilenmem ve haklarında endiÅŸe duymam da ulus düşüncesinin bir telkini deÄŸil midir?
Çalışmanın tamamı boyunca vermek istediğim mesaj tam olarak ulusalcılığın bu doğasıyla alakalı; zira milli kimlik basitçe nerede doğduğunuz ve nerede yerleştiğiniz ile ilgili değildir. Aksine ulus kimliği henüz çocukluktan itibaren edinilen ciddi temelleri olan düşünce ve kanıların bir ürünüdür. Bu yüzden denilebilir ki ulusalcılık kabaca bir siyasi ideoloji veya fikir değildir, sosyal bir psikolojidir. Birbirlerindenhabersiz ve farklı arka planlara sahip insanların ortak bir aidiyet duygusu etrafında sosyal dayanışma ve refah arzusunu güttükleri, aynı zamanda demokrasinin de temel yapı taşlarından biri olan müşterek bir ünsiyettir.
Ulusalcılığın psikolojisi ise milli fikir ve duyguları iÅŸleyen saÄŸ, sol ve merkez siyasi hareketlerin eÄŸilimlerine göre deÄŸiÅŸebilmektedir. Demagogların dillendirdikleri üzere milliyetçiliÄŸi sadece belirli grupların yayılmacı ve emperyal gayeleriyle baÄŸdaÅŸtırmak gerçekçi deÄŸildir, milliyetçiliÄŸi iÅŸgal ve koloniyel sömürüye karşı insanların ortak toplanma sahası olarak kullanan siyasi liderler de olmuÅŸtur. Abraham Lincoln ve BenitoMussolini ateÅŸli birer milliyetçiydiler; tıpkı 1789 Fransız devrimcilerinin veya Ä°spanyol diktatör Francisco Franco’nun Nazi partisinin de milliyetçi olması gibi. Yahut Theodore Roosevelt ve George Wallace’in örtülü ÅŸekilde milliyetçiliÄŸi desteklemeleri gibi.
Ulusalcılığın yöneldiÄŸi siyasi eÄŸilim politikacıların ve siyasi hareketlerin halihazırda var olan milliyetçi argümanları nasıl ve niçin kullandıklarıyla iliÅŸkilidir. Bu argümanları göz ardı eden veya kabaca bunları Amerika ve Avrupa örneÄŸinde olduÄŸu gibi sadece aşırı saÄŸ partilerle baÄŸdaÅŸtıran politikacılar aslında kaçındıkları bir ulusçuluk anlayışını desteklemiÅŸ olmaktalar. Bu tam da Almanya’da aşırı AfD, Ä°sveç’te popülist Demokratlar ve Amerika’da Donald Trump örneÄŸidir.
Halbuki ırkçılık ve soykırımın müsebbibi olarak addettiÄŸimiz tek taraflı ulusçuluk fikri, ikinci dünya savaşının bir neticesidir. Savaşın ardından galip güçler, Ä°talya, Almanya ve Japonya örneÄŸinde olduÄŸu gibi dünya egemenliÄŸi fikrini Nazilerin uyguladığı soykırım ve benzeri bir dizi insanlık dışı politikayla baÄŸdaÅŸtıran agresif milliyetçiliÄŸin son kalıntılarını da ortadan kaldırmaya karar vermiÅŸlerdi. Böylece Avrupa’da ve bir nebze ABD’de, ulusalcılığı çaÄŸrıştıran anahtar kelimeler aÅŸağılayıcı ve küçük düşürücü ifadeler olarak görülmüştür. Hatta bir kimseyi milliyetçi diye nitelemek onun Nazi veya faÅŸistlere bir yakınlığı olduÄŸunu ima etmekti.
Milliyetçiliğin bu kalıntılarını da ortadan kaldırmak için galip güçler, etnik ve ulus temelli milliyetçilik fikrini bastırmak ve milliyetçi söylemlerin temin ettiği dünya egemenliği söylemini bertaraf etmek için bir dizi bölgesel ve küresel organizasyonlar tasarladılar. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF ve Avrupa Ekonomik Topluluğu bunlardan bazıları olarak zikredilebilir. NATO, Sovyet Varşova Paktı ve Comecon dahi bir bakıma ulusalcılığın yıkıcı tecrübesinin tekrar palazlanmasını engellemeye yönelikti. Bu kurumlar vasıtasıyla yeni bir dünya savaşının önüne geçilmiş oldu; yaklaşık yarım yüzyıl boyunca hissedilecek ekonomik bir ilerleme ve refah dönemi temin edildi ve ikinci dünya savaşının çıkmasında milliyetçi fikirlerin öne sürdüğü birçok argümana yaşam hakkı tanınmadı.
Bütün bu geliÅŸmelerin cesareti ve soÄŸuk savaÅŸ döneminin nihayete ermesiyle ABD ve Avrupa’daki birçok politikacı 1999’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başında bir dizi yeni küresel organizasyonun önünü açtılar ve öncesinde kurulan kurumların etki sahalarını geniÅŸlettiler. GloballeÅŸme adı altında küresel ekonomik entegrasyon desteklendi ve ulusal hakimiyet düşüncesinin hudutları aşılarak uluslararası düzen ön plana çıkarıldı. Amerikan BaÅŸkanı Bill Clinton yaptığı bir konuÅŸmasında tüm Amerikalıları “küreselleÅŸmenin durdurulamaz doÄŸasını kabul etmelerini” istiyordu. Ä°ngiltere BaÅŸbakanı TonyBlair ise “Bazılarının küreselleÅŸmeye karşı şüphe ve tepkilerinin olduÄŸunu duyuyorum. Åžunu söylemeliyim ki güzün geliÅŸi yazdan bellidir”demiÅŸti.
Elli yıllık bir geniÅŸlemenin ardından Avrupa Ekonomik TopluluÄŸu, Avrupa BirliÄŸi’ne dönüştü ve kıta Avrupa’sındaki birçok üye ülke ortak bir para biriminde anlaÅŸtı;AB kaideleri bütçe açıklarını kısıtladı ve işçilerin birlik içerisinde serbest seyahatine olanak saÄŸladı. Europe’sOrphan adlı kitabın yazarı ekonomist Martin Sandbu’nunFinancial Times’a yazdığı gibi “Tarih boyunca bu kadar büyük ölçekte ulusal hakimiyet ve çıkarlardan tavizleri içeren Avrupa Ä°ktisadi ve Para BirliÄŸi gibi çok az organizasyon mevcuttu”. AB, bütün bir kıtaya, ister Alman isterse Fransız olsun, hepsinin üzerinde Avrupa vatandaşı olma idealini bu ÅŸekilde aşıladı.
Dünya Ticaret Örgütü 1995 yılında çalışmalarına baÅŸladığında tek tek ülkelerin üstesinden gelemeyeceÄŸi ticari ihtilafları gidermek ve sadece ticari kota ile vergilere sınır koymak için deÄŸil aynı zamanda sanayi ve ihracat üzerinde devletlerin nüfuzunu da kısıtlamayı amaçlamıştı. 2001 yılında Amerika’nın güçlü desteÄŸiyle Çin, bu kuruma üye olmaya davet edildi. Avrupa kıtasında ise, AB, Demir Perde’nin ardında Sovyet nüfuzundaki ülkelerle iliÅŸki kurmaya baÅŸladı; NATO’nun etkinliÄŸi Rus sınırlarına deÄŸin uzandı. Nihayetindeyse çok uluslu ÅŸirket ve bankaların gölgesinde büyüyen yeni nesil tek bir ülkeye aidiyet zincirlerinden kurutuldu ve küreselleÅŸmeye ayak uydurdu. ExxonMobil icra kurulu baÅŸkanı Lee Raymond’a daha fazla Amerikan petrol rafinerisi inÅŸa edip etmeyecekleri sorulduÄŸunda Raymond “Ben bir Amerikan ÅŸirketi deÄŸilim ve Amerikan’ın çıkarları doÄŸrultusunda kararlar vermek istemiyorum” ÅŸeklinde cevap verecekti.
Bu küreselleÅŸme süreci boyunca hem Avrupa hem de ABD, sınırlarını mülteci ve göçmenlere açtı. George H. W. Bush ve Bill Clinton yıllık yabancı giriÅŸ kotasını ve yeni misafir işçilerin sayısını arttırdı. Bununla beraber AB, birlik üyelerinin arasındaki sınırların kaldırmasının yanı sıra Balkan ve daha sonra OrtadoÄŸu ve Afrika ülkelerinden göçmenleri de kabul edecekti. 2004 yılında Avrupa BirliÄŸi’ne çoÄŸunluÄŸu DoÄŸu Avrupa’dan olan 10 üye ülke daha dahil edildiÄŸinde Ä°ngiltere, Ä°sveç ve Ä°rlanda birliÄŸe yeni dahil olan ülkelerden gelecek olan göçmenlerin kendi topraklarında bulunmalarını 7 yıllık geçiÅŸ sürecine baÄŸlayan kanun engelini dahi kaldırdılar.
Hem ABD hem de AB’de önde gelen siyasiler ve düşünürler, ulusal aidiyeti göz ardı eden daha üstün ve kozmopolit bir demokrasi anlayışını benimsemeye baÅŸladılar. Mary Kaldor, David Held ve DanieleArchibugi gibileri “çok uluslu demokrasi” anlayışına tutkuyla öncülük eden isimlerdendi. Held’e göre vakti geldiÄŸinde egemen devlet anlayışı yitirilecekti. Kolombiya Ãœniversitesi’nde siyaset bilimci SaskiaSassen post-ulus ve milli kimlikten arındırılmış bir vatandaÅŸlık düşüncesinden bahsediyordu; Kanadalı felsefeci Charles Taylor ise “egemen devlet” yerine “egemen dünya” fikrini geliÅŸtirmiÅŸti.
Fakat yakın zamanda gerçekleÅŸecek bir dizi vakıa, yeni bölgesel ve uluslararası kurumların saÄŸladığı birliktelik ve konsensüsü sekteye uÄŸratacak ve “egemen dünya” düşüncesini yarıda kesecekti. Rusya, çok tabi öngörüleceÄŸi üzere, NATO yayılmasına karşı pozisyon aldı. Çin, Güney Çin Deniz’indeki askeri etkinlikleriyle bölgesel bir güç unsuru olarak belirmenin yanı sıra uluslararası ticaret ve para sisteminde küresel ekonomik bir aktör olma kabiliyetini de elde etmiÅŸti. ABD ve AB’deki milyonluk istihdamlar, ucuz iÅŸ gücü arayışındaki Amerikan, Japon ve Avrupalı firmaların fabrikalarını bu bölgelerden taşımalarıyla ve Çin mallarının ithalatıyla kaybedilmeye baÅŸlandı. Kanundışı ve yasal göçler ABD ve AB’de patlak vermiÅŸ; ve sürekli gündemdeki bir konu, “Ä°slami terör saldırıları”, ile toplumsal hafızalarda yer etmeye baÅŸlamıştı. Amerika ve Avrupa’nın hakimiyet alanlarını geniÅŸletme giriÅŸimleri sebebiyle OrtadoÄŸu, Güney Asya ve Kuzey Afrika’da patlak veren savaÅŸlar milyonlarca yeni mülteci ve göçmenin ABD ve AB’ye akın etmesine sebebiyet vermiÅŸti. 2008 yılında yaÅŸanan büyük ekonomik kriz ise ABD ve AB’nin refah vaatlerinin aslı astarı olmadığını gün yüzüne çıkaracaktı.
Bütün bu geliÅŸmeler uluslararası ekonomide yeni kazananlar ve kaybedenlerin olması kadar dünya barışına yönelik yeni meydan okumaların, yeni korku ve kırılma noktalarının oluÅŸmasına da sebebiyet verdi. On yıllar boyu toplumsal nüfuz alanı bulamayan antipatik söylemler ve ulusalcı argümanlar yeniden gündeme geldi; ve yeni siyasi oluÅŸumlar ile liderlerin milliyetçi söylemler vasıtasıyla ortaya çıkmasına vesile oldu. Amerika’da TeaPartyve Donald Trump; BirleÅŸik Krallık’ta AB karşıtı UKIP partisi; Fransa, Hollanda, Danimarka, Ä°sveç, Finlandiya, Norveç, Ä°talya, Avusturya ve hatta Almanya’daki popülist partiler; Macaristan ve Polonya’da AB’nin göçmen politikası ve liberal demokrasi dayatmalarına meydan okuyan milliyetçi siyasi oluÅŸumlar ve Putin’in yönetimi boyunca Rusya’da hızla ivme kat eden ulusalcılık aynı kategoride deÄŸerlendirilebilir.
ABD’deki liberaller ve Avrupa’daki sosyal ve Hristiyan demokratlar bahsi geçen partileri ve politikacıları her fırsatta yermekte. Tıpkı The New York Times video serisinde olduÄŸu gibi bu tür siyasi oluÅŸumlar faÅŸizmin veya Nazizmin ayak sesleri ya da ABD örneÄŸindekiKluKluxklanvari beyaz üstünlüğü ırkçı düşüncesinin mirası olarak görülüyor. Elbette bu partilerin ve siyasilerin çoÄŸu tepkisel bir zemin üzerine kimliklerini oturtuyorlar ve milliyetçi söylemleri muhaliflerini bastırmak ve demokratik kurumları sarsmak için kullanıyorlar. Sıklıkla yaptıkları, Avrupa’da Müslümanlar, Amerika’da ise Latin Amerikalı göçmenler gibi toplum dışı olarak görülen kesimleri ÅŸeytanlaÅŸtırmak ve her fırsatta diÄŸer milletleri kışkırtmak. Fakat böylesi politika ve figürleri basitçe lanetleyen çok ulusluluk yandaşı kozmopolitan düşünce, bahsi geçen partilerin ve siyasilerin baÅŸvurdukları argümanların temellerini sadece göz ardı etmiÅŸ veya küçümsemiÅŸ oluyor. Dahası bu, milliyetçi argümanların provoke ettiÄŸi koÅŸullara nüfuz etmede ciddi bir baÅŸarısızlığa da sebep oluyor. Zira göz ardı edilen nokta, böylesi ivme kazanan milliyetçi söylemlerin sürdürülmesi mümkün olmayan ve yeniden inÅŸa edilmesi gereken eski düzenin çöküşünün hangi evresini yansıttıklarıdır.
Siyaset karşılıklı tamamlayıcılık esasına dayanır. Siyaset bilimci CoreyRobin’in dediÄŸi gibi EdmundBurke’den Ronald Reagan’a siyasi saÄŸ, liberaller ve solun tarihi egaliteryan (eÅŸitlikçi) anlayışına karşı olarak var olmuÅŸtur. Benzer ÅŸekilde, Donald Trump, Macar ViktorOrban veya Alman AfD’nin saÄŸ merkezli ulusalcılık anlayışları Amerika ve Avrupa’daki çok ulusluluk ve küreselleÅŸme yandaşı liberallere yönelik bir tepkiselliÄŸin sonucuydu; hiçbirisi yumurtadan çıkmadı. TeaPartyTrump’ın öncüsüydü, tıpkı Pegida’nınAfD’nin habercisi olması gibi Orban da bir çok yönden Komünist Janos Kadar ve hatta MiklosHorthy rejimlerini anımsatıyordu. Her birinin baÅŸarı ve zaferleri ise (Donald Trump ve Orban örneÄŸinde olduÄŸu gibi) birçok açıdan liberal kozmopolitan muhaliflerinin aşırılık ve hatalarına yönelik bir itiraz durumuydu.
Bu çalışmanın bir tür savunma ya da müdafaa deÄŸil de bir analiz eseri olmasını amaçladım. Fakat ulusalcılığa dair böylesi bir çalışmayı ortaya koymamın nedeni hakkında çok kısa bir özet sunmak istiyorum. Ben Donald Trump ile aynı nesle aitim. Benim büyüdüğüm çaÄŸlar -bir tür vatanseverlik olsun diye söylemiyorum- bir maÄŸazaya bir ÅŸeyler satın almak için gittiÄŸinizde Amerikan’ın en iyi tişörtleri, kameraları ve arabaları ürettiÄŸi bir dönemdi. Trump’ın babası New York’ta bir emlakçıydı. 1950’li yıllarda iÅŸ dünyasının dışına çıkıp bir satıcı oluncaya dek Illionis eyaleti Elgin ÅŸehrinde maden kıyafetleri imal ediyordu. Kısa bir zaman içerisinde ise Amerikan mallarının raflardan kalkması ve bunun yerine Japon veya Güney Kore menÅŸeili televizyonların, güneydoÄŸu Asya bandrollü kıyafet ve giyeceklerin maÄŸazaları doldurması ve Amerika’nın batı ortasındaki büyük ÅŸehirlerindeki büyük fabrikaların güneye ve yurtdışına taşınması benim neslimde büyük bir ÅŸok yaratmıştı.
Basitçe Amerikan ÅŸirketlerinin artık tişört veya oyuncak üretimi satışı hususunda pazara egemen olmamasından dolayı üzülmüyordum; fakat endiÅŸelendiÄŸim nokta Amerikalılar artık bir panel ekranı deniz ötesinden satın almak zorundaydılar veya Amerikan otomobil ÅŸirketleri telaÅŸlı bir ÅŸekilde yerleÅŸkelerini Meksika’ya taşıyorlardı. Böylesi bir ortamda 1980’lerin politikacılarından DickGephardt veya David Bonior gibi adil olmayan ticaret anlaÅŸmalarına ve firari ÅŸirketlere sert politik muhalifliÄŸi güden isimlere sempati duyduÄŸumu hatırlıyorum.1995 yılına geldiÄŸimizde ise Michael Lind ile birlikte New Public’te “Yeni bir Ulusalcılık için” baÅŸlığı altında kiÅŸisel çıkarları politikanın merkezine alan siyasi yaklaşımı yeren bir manifesto yayınladık. Ardından siyaset bilimcisi RuyTeixeria ile “yeni sentezi grubu” denen bir organizasyon düzenledik ve Clinton Demokratları ile NewtGingrich Cumhuriyetçilerinin benimsedikleri serbest ticaret ve küreselleÅŸme politikası yerine ekonomik ulusalcılık denen yeni bir siyasi eÄŸilimi Demokrat Parti içerisinde oluÅŸturmayı umduk.
Fakat bu giriÅŸimlerin hiçbirisi umduÄŸumuz gibi neticelenmedi. 2002 yılına geldiÄŸimizde Teixeria ve ben TheEmergingDemocraticMajority adlı bir çalışma yayınladık. İçeriÄŸinde öngördüğümüz ÅŸey, önümüzdeki on yılın sonuna doÄŸru Demokratlar, kadınlar, uzmanlar ve azınlıklarla birlikte eski Yeni Düzen yasası beyaz işçi kesiminin yüzde 40’ndan oluÅŸan bir çoÄŸunluk elde edeceklerdi. Bill Clinton’ın yeni demokratik anlayışının bir tür geniÅŸlemesi olarak öngördüğümüz bu çoÄŸunluk siyasetini biz “ilerlemeci merkez siyaset” olarak tanımlamıştık. Geriye dönüp baktığımızda Demokratların merkezci politikaları ve çoÄŸunluÄŸun birleÅŸtirici rolünü elde ederek 2006 yılındaki kongrede ekseriyyeti, 2008 yılında ise Beyaz Saray seçimlerini kazanacağı konusunda haklı çıkmıştık. Fakat ummadığımız nokta, kısa bir zaman içerisinde beyaz orta kesim ve işçi sınıfının kitleler halinde Cumhuriyetçi kesime kayması ve Cumhuriyetçilerin kongre seçimlerini ardından 2016 yılında da Donald Trump’ın baÅŸkanlığı elde etmesiydi.
Trump ile ilk kez 2015 yılı AÄŸustos ayı New Hampshire mitinginde karşılaÅŸtım, yani Lind ile manifestomuzu yayınladıktan tam yirmi yıl sonra. Trump’ın dili Meksikalılar ve Müslümanlara yönelik kışkırtıcı bir üslubu barındırıyor; konuÅŸmalarının içeriÄŸi ise eski baÅŸkanlar Jeb Bush ve Obama’ya karşı uzun azarlar, saçma ÅŸekilde ifade edilen dış politika vaatlerini (“Irak petrollerini almalıydık!”), Amerikan işçi kesimini sersemleÅŸtiren ticaret anlaÅŸmalarını ve kayıtsız davranan ÅŸirketlerin eleÅŸtirisini kapsıyordu. Ekonomik ulusalcılık tam da böylesi bir ortamda yeniden doÄŸdu, fakat saÄŸ popülist siyasi söylemin bir parçası olarak. Trump’ın ticaret ve ÅŸirketlere yönelik bakış açısı baÅŸkanlık seçimleri boyunca kampanyasının ana temasını oluÅŸturdu ve batı orta Amerika ile güney kentlerinde mesleklerinin çoÄŸunu kaybeden işçi kesimler arasında ciddi bir karşılık buldu. Bana kalırsa Trump’ın bu baÅŸarısı eski bir atasözünü haklı çıkarttı: “ Ne dilediÄŸin konusunda dikkatli ol, zira ona sahip olabilirsin”.
Eğer bu çalışma belli başlı siyasi bir gündemi ortaya koymak istiyorsa bu, milliyetçi söylem kadar ikinci dünya savaşı sonrası neslin liberal enternasyonalist söylemi içerisinde de neyin işlevli ve geçerli olduğunu saptamaya yöneliktir; ve bunun kapsamı sınırsız bir dünya hayali kuran kozmopolit liberaller kadar göçmen ve toplumdışı grupları ötekileştirip yalnız kendi uluslarının refahını güden sağ aşırı popülist partilerdir de.
The Nationalist Revival: Trade, Immigration, and the Revolt Against Globalization
John B. Judis / Columbia Global Reports (October 9, 2018)
Çeviren / Dücane Demirtaş
Henüz yorum yapılmamış.