Sosyal Medya

Makale

Seksenlerde İslamcılık tartışmaları...

İslamcılar, seksenli yıllarda ‘sistem içi mi sistem dışı bir mücadele mi’ daha değerli diye tartışırlardı. Bu tartışma İslamcıları önemli bir düşünsel serüvene yöneltiyordu. Aralarında yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Bazen çok sert geçiyordu bu tartışmalar. Ama düşünce dediğimiz bir şey vuku buluyordu. Bugün için sistem içi mücadele tartışmayı kazanmış durumda... Hâlbuki hala tartışılmayı bekleyen ise sistem dışı bir mücadelenin nasıllığı meselesiydi... Türkiye de siyasallaşma ikinci soruyu dışladı. Birinci sorunun cevabı ise çürüme olduğunu gözlemliyoruz... 

Belki daha derinden ve yeniden bu soruları tartışmayı göze almalıyız. Sistem dışı çabaların tekniği üzerine yeniden düşünerek insanlığın içinde bulunduğu sorunların çözümüne de bir katkı sunabiliriz. Batıdan yaşanan sorunlara çözüm arayışları tıkanmış durumda... 

Düşüncenin namusuna sahip çıkıp sistem dışına çıkma cüretinde bulunmalıyız. Mevcut düşünce sistematiğinin dışında da bilgi yolları ve yöntemleri bulunduğunu görmeliyiz. Cüretle, bu yolların en önemlisi olan İslam düşüncesi üzerinden çözümü tartışalım... Ama önce sağlıklı bir düşünce analizi yapmamız şarttır. İçinde bulunduğumuz zemini doğru kavradığımızı anlamamız ve ona göre geleneğe ve geleceğe bakarken geçici, parçacı çözüm yöntemlerini değil de asla dair olan asıl çözümlere yönelelim... Allahın yardımı o zaman gelecektir... Dün, bugün ve yarın ancak Allahın yardımını alabilirsek sorunlarımız çözülecektir... 

İslamcılar, seksenli yıllarda iki şeyi daha tartışmaya açmışlardı. İktidar olmak mı yoksa kültürel dokuyu değiştirerek hayatın Müslümanlaşmasını sağlamak mı? Sorunun biri Cemalettin Afgani’ye diğeri de Muhammed Abduh‘a aitti... Tartışmaların ana merkezi bu iki soruya verilen cevaba göre değişiyordu. 

 

MSP ve takip eden siyasi çizgi, iktidara gelmeyi ve değişimi yukarıdan aşağıya doğru yapılması gerektiği tezine yaslandı. Elbette ki farklı nedenler olmakla birlikte meşruiyetini bu zeminde buldu. Siyasal faaliyetler iktidar üzerinden bir değişimin mümkün ve meşru olduğu tezine dayandı.

İkinci görüş ise önce kişinin kendisini değiştirmesi ve sonra süreç içinde toplumun fertlerini süreç içinde iyiye, güzele ve doğruya yönelik değişime taşımaktı. Abduh üzerinden bu görüş Radikal İslamcılık diye tesmiye edilen boyutta önemli bir işlev gördü.

Daha sonra sanki bir el devreye girdi: mealcilik, gelenekçilik, modernist yaklaşım, sufilik, fıkıhçılık, tarikatçılık vesaire üzerinden meseleyi derinlemesine incelemeden balıklama düşünce dünyamıza boca edildi. Müthiş bir karışıklık ve karmaşa oluştu.

İşte bu karmaşada kazançlı çıkan siyaset oldu. Sürekli siyasi olana yönelik ilgi ve beklenti öne çıktı. İktidar dönemlerinde görülen fayda üzerinden siyasi olan daha baskın karaktere dönüştü.

Yirmi sekiz Şubat darbesi ise eğitim, kültürel değişim ve sivil çalışmaları geride bıraktı. Siyasi olana öncelik sağladı.  Her şey iktidara endeksli hale geldi.

Şimdi ise herkes şikâyet ediyor. Ama kimse niye bu hale geldik deme yerine bir başkasını suçlamayı gerek şart olarak öne çıkarıyor. Bu yüzden sahih ve kalıcı bir düşünce zemini oluşturulamıyor.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi sistem içi ve dışı tartışmasının bir devamı idi bu tartışmada ve birbirini besleyen bir durumu işaret ediyordu.

 Köklere dönüş İslamcılığın en önemli damarını oluşturuyordu. Burada da tarihselci ve evrenselci yaklaşımların gündemi sabote edişi üzerine yeterince konuşulamadı. Köklere dönüş bütün bir tarihsel müktesebatı yok kabul etmeye dönüşünce o sahabeyi dirilten ve derinliğine değişime taşıyan boyutunu bu zamanda ve bu topraklarda göremedik. 

Aslında bizim kuşak; seksenli yıllarda Müslümanlıkla buluşan her genç tıpkı sahabe gibi saf ve temiz bir Müslümanlık ve ahlaki kaygıları çok öne çıkan bir bakışla hayata atıldı. Ama eğitim ve öğretim süreçlerindeki yetersizlik ve karmaşa, olgunun samimiyetini taşıma konusunda bir sürü engel ortaya çıkardı...

Göçün sosyolojik olarak bu duruma katkıları kadar okuduklarımızın temelsiz bir yönteme tabi olması da bu değişimi temellendirdi. Ayrıca örneklik çok zayıf ve cılız kalınca doğal olarak sukutu hayale neden oldu...

 

Seksenli yıllarda İslamcılar bir şeyi daha tartışıyorlar ve aralarındaki bu fark yüzünden farklı tercihlerde bulunuyorlardı. O da resmi bir kurum mu yoksa sivil bir yapı olarak mı varlık kazanmalıyız? İdi.

Bu soru o dönemde çokça tartışılan ve diğer tartışma alanları ile de ilişkili bir tartışma idi. süreç bu tartışmaları geride bıraktı ve aslında şimdi aynı çatı altına toparladı. Herkes resmi bir kurum altında işleyişini sürdürme durumundadır. 

Evet, yeniden bu tartışmaları daha sağlıklı ve derinlikli bir duyarlılıkla yapmalıyız. Kendimizi yeniden arındırmayı ve salt hakikate ayarlı bir zihne dikkatimizi yönelterek konuşmalıyız...

Amacımız bağcıyı dövmek olmamalı, üzüm yemek olmalıdır...

 

Bu tartışmaların bize göstereceği şey önemli ve bundan sonrası içinde yol gösterici olabilir:

1- Tartışmalar salt ideolojik ve idealler üzerine kurulu olduğunda realitenin baskın karakteri bunu çözebilir. Bugün bunu yaşıyoruz. 

 

2- Salt reel olana yönelik bir yaklaşımla işi yürütmeye çalışmak da sizi ideallerinizden ve değerlerinizden uzaklaştıracağı için sorunlu bir yoldur. 

 

3- Yeterli bir bilgi ile hareket edilmediğinde attığınız her adımda çuvallayabilirsiniz. Bunu da tecrübe ettik...

 

4- Bilgi yerine eylemi öne çıkardığınızda da mühendislik faaliyetlerine takılır ve yolunuzu kaybedersiniz. Bu da tecrübeye dâhil edildi. Organize ve para bilginin yerine ikame edilemez. Tam tersi bilgi, para ve organize ile desteklendiğinde anlamlı işler yapılabilir.

 

5- İdeoloji beklentileri karşılamadığı zaman yokluğa mahkûm olur. Bugün yaşanan şey budur. O zaman dinin kendi doğasını öne çıkarmak ve ideolojik yaklaşım ve yargılardan uzaklaşarak Müslümanların çoğunun ortak duygusunu yaşama imkânı kazanarak onlardan biri olabilirsiniz. Bu da şu demektir ki o da sizden biri haline gelir. İstenen ümmet olma şuuru da bu olsa gerek...

 

6- İdeolojik tamlığı isteme yerine farklılığı ve şüpheyi bir yöntem olarak kullanarak kendimizi bilgiye açık hale getirmeliyiz. Önce öğrenme, sahip olduğumuz bilgiyi denetleme ve yeterli eleştiriden geçtikten sonra ona uygun davranışlara yönelmektir. Bu sahih, sağlıklı ve kalıcı bir unsuru hayata geçirir.

 

7- Dinimin emirleri evvelemirde öncelikle benim için geçerli, başkası için değil, benim uymam ve uygulamam içindir. Benim şahitlik ederek başkasına sadece örneklik edeceğimi bilmem yeterlidir. Hep başkasının uymasını istediğimiz emir ve nehiylerin süreçle bizden uzaklaşarak yabancılaştıklarını ve uzaklaştığımızı da tecrübe üzerinden biliyoruz artık...

 

8- Dün benim doğrum herkesin doğrusu idi. Bunun birçok mahzurunu yaşadık. Otoriterliğin ve baskının nedeni bu bakıştı. Bugün ise artık benim doğrum bana aittir. Başkası bu doğrumu kabul ederse kardeşim, kabul etmezse de insan olarak benim sahip olduğum haklara sahiptir. Ona ilişmem doğru değil, ona güzel örnek olarak onun doğruyu bulmasına yardım etmeliyim. ona şefkatle ve merhametle yaklaşmalıyım, onun ateşe girmesini isteyemem, hele benim yüzümden girmesini ise hiç istememeliyim....

İşte yol işaretleri olarak bunları düşündüm, buna eklemeler yapılabilir, tashih edilebilir. Doğru her kesin malı, yanlış ise sahibinindir.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.