Makale
"Buğday mı, Nefes mi?": Toprağa Ne Kadar Yakınız?
GeçtiÄŸimiz günlerde uzun zamandır gitmediÄŸim bir bölgeye düşürdüm yolumu. Hani sıklıkla kaybolan deÄŸerlerimizden dem vuruluyor ya kimse kimseyi arayıp sormuyor, ziyaret etmiyor artık deyu. Bu böyle olmayacak, olmamalı sâikiyle harekete geçtim. Elbette evvelen Nebiyi Muhtereme kulak vererek hasta olan bir akrabamızın evine vardık ailecek. UlaÅŸtığımız semtin ismi Hasköy. Hem has hem de köy, ne kadar da insana hitap ediyor deÄŸil mi? DoÄŸrusu Samsun'da en yaÅŸanılası yerlerden birisi olarak düşünürdüm yakın tarihe kadar. O akraba ziyareti sonrası bu düşüncem parçalandı. Sadece düşüncem deÄŸildi parçalanan, beraberinde çocukluÄŸumun, ilk gençliÄŸimin, okul yıllarımın hatıraları da birer birer uçuÅŸuverdi havada. Zira artık Hasköy deÄŸil Haskent olmuÅŸtu bölge. Tabi bu haslık ne kadar insana hitap eder onu bilemedim. Benim içim daraldı. Başımı kaldırıp ÅŸehrin tepe noktalarından birisinde gökyüzüne doya doya bakamadım. Çünkü kadrajımda sevimsiz devasa binalar vardı. Åžehir merkezine en yakın ormanlık alandaki meÅŸe aÄŸaçlarının ne kadar azaldığını bir çoÄŸunun yerinde yeller estiÄŸini fark ettim. TopraÄŸa deÄŸil de betona basmak yeÅŸile deÄŸil de yapay renklere mahkum olmak karmaÅŸasında kalakaldım. O sırada zihnimde "biz insanı topraktan yarattık" ayet-i kerimesi yankılandı. Bu manaya, bu hakikate ne kadar yakınız? Topraktan gelen insan topraÄŸa ne kadar yakın? Tüm bu mesafeler arasında bir uçurum vardı ve gittikçe de büyüyordu. Çünkü birileri sürekli bir ÅŸeylerle uÄŸraşıyor, kimyasını bozuyor, dengeleri alt üst ediyordu.
Bu karamsar döngüye teslim olmayarak yanı başımda topraÄŸa basarak yürüyen yeÄŸenimin eline sıkı sıkı tutundum. Gökyüzüne baktık, daÄŸlara baktık sonra da. Toprak, gökyüzü, daÄŸ ve çocuk, ÅŸahidi olduÄŸumuz tüm karamsarlıklara raÄŸmen kalbimizin umut dengesiydi zira. Lâkin öte tarafta usul usul büyüyen bir korku vardı. Korku büyüyordu çünkü artık çocukların bile bildiÄŸi bir GDO gerçeÄŸi ile hemhâl oluvermiÅŸtik. Bu hemhâl oluÅŸ halini içselleÅŸtirmesek de ahtapotun kolları gibi her tarafımızı kuÅŸatmasına engel olamıyoruz malesef. Hem de ülkenin SaÄŸlık Bakanlığı'nın yayımladığı yönetmelik ve Gıda GüvenliÄŸi gibi hareketler var iken oluyor tüm bunlar. Akıllar bir araya geliyor ve kimsenin engel olamadığı planlarını tıkır tıkır iÅŸletiyorlar. Ortaya genetiÄŸi deÄŸiÅŸtirilmiÅŸ organizmalar çıkıyor bir anda. GDO'nun kısa tarihine kısaca baktığımızda ise ilk uygulamanın Amerika BirleÅŸik Devletleri tarafından mısır ekilerek yapıldığı bilgisi çıkıyor karşımıza. Tabi ki ÅŸaşırmıyoruz. Çünkü onlar tahribat ve tahrifatı iyi bilirler.
Peki GDO'nun gerekçesi ne, böyle bir şeye neden ihtiyaç duyulur? İzah şöyle; dünya nüfusu her geçen gün artıyor, artan talep karşılanamıyor, o halde ivedilikle mevcut türlerdeki ürünler arttırılmalı. İnsan sağlığı, ekolojik denge, biyolojik çeşitlilik açısından zararlı olduğu kabul edilse de görmezden gelinmeli. Neredeyse elimizi uzattığımız her gıdada sinyal veren söz konusu tehdit ülkemizde ilk olarak 1998 tarihinde mısır, patates ve pamuk üzerinde gerçekleştiriliyor. Hükümet ve stk'lar kanalı ile yapılan tüm anonslara rağmen Türkiye'de hem GDO üretiminin yapılması hem de sayısı kayıtlara geçen miktarda GDO'lu besin ithal edilmesi serbest. Ancak tüm bunlarla beraber durumu vazife telakki edenlerin ısrarla medya kanallarından "şunları yemeyin, bu besinler ciddi tehlike oluşturuyor" tarzındaki açıklamaları hız kesmiyor. Sonuçta ne mi oluyor? "Yeryüzündeki helal ve temiz olan şeylerden yiyin" ayet-i kerimesinin muhatapları bu kadar net bir hitap karşısında çelişkiye düşüyor: Gıdalarda aslolan helal ve temiz olma şartına gölge düşüyor, acaba bu gıdada GDO var mı gibi postmodern dönem sorularına kafa yormak zorunda kalıyor.
Genetiği değiştirilmiş organizmadan söz açılınca Semih Kaplanoğlu'nun Buğday filmini es geçmek olmaz kanaatimce. Genelde filmlerinde sükunet ve sadelik hakim olan Kaplanoğlu, distopik bir dünyanın kurgulandığı Buğday'da çok farklı bir görselle çıkıyor karşımıza. İnsanın toprakla ve hakikatle ilişkisini konu alan filmin kilit sorusu "buğday mı nefes mi?" Hz. Musa ve Hızır (a.s.) arasında geçen yolculuk ise filmin üzerine bina edildiği kurgu. Zihnimde GDO ile nasıl bir çağrışım yaptığı sorusuna cevap olarak filmin kısa özetine bakmak yeterli olacak herhalde:
Yakın gelecek olarak isimlendirilen bir zaman diliminde iklim değişikliğinin ciddi sonuçları ortaya çıkmış, besin kaynakları tükenmiş, genetiğiyle oynanmış tohumların sürdürülebilirliği tehlikeye düşmüştür. Sınırlar yeniden tanımlanmış ve manyetik kalkanlarla korunan kentlere girebilenlerin dışındakiler çorak ve verimsiz arazilerde ölüme terk edilmiştir. Genetik mühendisleri tarafından geliştirilen yapay tohumlar insanlığa bir süre de olsa nefes aldırmış ancak onun tohumları da artık bozulmaya başlamıştır.
Hasılı Kaplanoğlu, Buğday ile "soru sor, kendini fark et, iç dünyana bak" şeklinde mesaj veriyor izleyiciye. Beraberinde eleştirileri de getiriyor elbette verilen bu mesajlar. Ancak ben oraya dair bir söz söyleyecek değilim. Konuya dair sinemacı arkadaşlar konuşuyor zaten, hem öyle olmalı hem de ilgilenenlerin kolayca ulaşması mümkün.
Tüm oluşlarla birlikte yaz bitti, şimdi sonbahar da biter. Hamdolsun yeni başlangıçlar ile tutunuyoruz hayata. Kışa girerken 'Her Anne Bir Okul' seminerlerimiz bir kez daha buluşuyor hanımefendiler ile. Bir kez daha yeniden tanımlayacağız kadının asıl kimliğini ve sırayla diğer başlıkları açacağız biiznillah. Her dem güncellenmesi gereken söylemimize yeni bir ilave ile önce kendimize sonra da muhatap olduğumuz her cana soralım madem "buğday mı nefes mi?"
Henüz yorum yapılmamış.