Makale
Yorgunum Dostum!
YaÅŸlı bir dünyada, yorgun bir asırdayız…
ÇoÄŸu zaman yorgunluÄŸumuzu gizliyor, kabullenmiyoruz… Ya da herkes yorgunluktan dem vuruyor ama dert etmiyor…
Önce sözlükler yorgunlukla ilgili ne diyor, ona bir bakalım:
“Çalışma ya da deÄŸiÅŸik nedenlerle bireyin ruhsal ve bedensel etkinlikler açısından verimlilik düzeyinin azalmasıdır yorgunluk.”
Patolojik, fizyolojik, psikolojik açıdan yorgunluÄŸu tanımlayabiliriz…
Aslında yorulmak insani bir durumdur; ancak yorgunluk bir yaÅŸam biçimine dönüşmüşse, kiÅŸi yorgunluÄŸun esiri olmaya baÅŸlamışsa tehlike o zaman baÅŸlıyor. Hatta yorgunluÄŸu seven, savunan, sahiplenen bir aÅŸamaya gelinmiÅŸse esas sorun orada ortaya çıkıyor…
Bireysel bir yorgunluktan bahsetmiyorum, toplumu tehdit eden salgın bir yorgunluktan endiÅŸe ediyorum…
YavaÅŸ yavaÅŸ yorgunluklar bizi yığınlaÅŸtırıyor, yılgınlaÅŸtırıyor ve yalnızlaÅŸtırıyor…
Yorgunluklar yılgınlığa… Yılgınlıklar ye’se… Ye’slerde yok oluÅŸa sürüklüyor…
Acı olan; üretirken, çalışırken yorulmadık, tüketirken, otururken yorulduk…
YorgunluÄŸumuz uzun yollar yürüdüğümüzden deÄŸil, yola çıkmadan yorulduk…
Yaşımızdan, yıpranmışlığımızdan, yoÄŸunluÄŸumuzdan kaynaklanan bir yorgunluk deÄŸil, bir tükenmiÅŸlik sendromu, yenilmiÅŸlik depresyonu…
Biz çetin kışlarda, soÄŸuk Åžubatlarda bu kadar yorulmadık, bahara neden yorgun çıktık, anlamıyorum…
“Sığ sulardaki yorgun gemiler” gibiyiz…
Nedir bu bıkkınlık? Bezginlik? Boş vermişlik? Bitkinlik?
Sanıyorum bizi yoran davanın yükü deÄŸil, dünyanın kasveti… Dünyalık korkular, kaygılar, kuÅŸkular kalbimizi kuÅŸattı… Ãœstümüze bir ağırlık çöktü… Yeryüzüne çivilenip kaldık…
“Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz?” sorusu her ÅŸeyi gözler önüne seriyor…
Arzularımız, asabiyetlerimiz, alışkanlıklarımız, ataletimiz bizi kötü vurdu…
Kas yorgunluÄŸu geçiyor, kalp yorgunluÄŸu geçmiyor…
Yüreklerimize ne yükledik ki bu kadar yorgun düştük? His, heyecan, hareket yok… Aksiyon, azim, aÅŸk oluÅŸmuyor…
Hangi günahlar bizi yormuş olabilir ki?
Niza, haset, gıybet, tecessüs, kin, nefret, buğz, kibir, enaniyet, zan, cedel, asabiyet, gurur, husumet hangisi acaba? Yoksa hepsi mi?
Yoksa ifratlar, tefritler, anlamsız tartışmalar, laubalilikler, şımarıklar mı yordu bizi?
Sakın, “…cılık, …culuk”larımız bizi yormuÅŸ olmasın!
Konjonktör, piyasa, pazar bizi feci yordu…
Vefasızlıklarda bizi az yormadı…
Artık ÅŸimdi sadece yolcu deÄŸil, yol da yorgun…
Mihrap, minber, minare, kürsü yorgun… Kalem, kelam, kitap, kelimeler yorgun… Sadece hatip deÄŸil, mikrofon yorgun… Dernek, vakıf, dergâh, mektep, medrese, cemaat, cemiyet yorgun…
Ezgi, marÅŸ, ÅŸiir, slogan yorgun…
Beyazıt yorgun… Saraçhane yorgun…
Zihin yorgun… Ruh yorgun… Yürek yorgun…
BaÄŸdat, Åžam, Kahire, Kabil, Kudüs, Mekke, Medine yorgun…
Peki, bu yorgunluk alın yazımız mı? Hayır!
Bu bizim yanılgımız…
Bu durumda bu yorgunluğu nasıl yenebiliriz?
Rabbimizi dinledikçe; dinleneceÄŸiz, dirileceÄŸiz ve direnebileceÄŸiz… Bekleyerek deÄŸil, harekete geçerek, yeni baÅŸlangıçlara karar vererek yorgunluÄŸu atabiliriz…
Kendimizi yenileyerek, kendimize geleceÄŸiz…
Åžimdi yüreklerimizi yoklama zamanı… Örtülü potansiyelimizi harekete geçirme vakti… Dönüşümün nesnesi olmaktan kurtulup, deÄŸiÅŸimin öznesi olma anı…
Yeni cümleler kurmalıyız… Cümlelerimiz önce bizi tutuÅŸturmalı… Bizi tutuÅŸturmayan cümleler baÅŸkasını hiç tutuÅŸturmaz…
Ä°nÅŸirah için, itminan için, intibah için… Önce istiÄŸfar, ittika, ihlas lazım…
Ä°tikâfta yorgunluÄŸumuzun ilacı olabilir…
Hz. Peygamber (sav), yorgunluk hissettikçe Hz. Bilal’e sesleniyordu:
“Erihna ya Bilal”
“Ey Bilal, bir ezan oku, namaz kılıp da rahatlayalım.”
Secdelerde, seherlerde, seferlerde kendine gelmek…
Henüz yorum yapılmamış.