Makale
Kerbela Vakası: Sultanlığa Karşı İmametin Kıyamı
“Ãœmmetin ortak derdi”, “içler yakan yara”, “Ä°slam tarihin gördüğü-göreceÄŸi en büyük zulüm, ihanet ve katliam”, “düşmanın düşmana reva göremeyeceÄŸi muamele” gibi sözcüklerin bile anlatmaya ve anlamlandırmaya kifayetsiz kaldığı bir olguyu; Kerbela vakasını, akıl ve iman perspektifinden, biraz kanaat biraz da tarihin ibret alınması gerektiÄŸi mantığından hareketle yorumlamaya çalışacağız bu yazımızda.
Yazıda Rıza-i Ä°lahi’ye uygunluklar; Rabbül Alemin’in, her kulunu muhatap alarak lütfettiÄŸi ve vahiy ile aynı membanın insana inayeti olan aklın ürünü, yanlışlıklar ise duygularımızın eseridir.
Ä°nsanlık tarihinin en buhranlı dönemlerinden birinin yaÅŸandığı ÅŸehirlerden biri olan Mekke’nin, sosyal, ekonomik, siyasal ve dini yaÅŸantısının, M.S. 610 öncesi ahvalini irdelemek, yazı içinde tamamen açıklayabilme imkanı olmasa da bir özetini çıkarmak, anılan tarihten sonraki süreci doÄŸru anlamaya ve hakiki bir muhakeme yapma imkanı sunacağına inanıyorum.
Hz. Adem’den beri varolan Kabe’nin etrafına yayılmış ve yaklaşık 10.000 nüfusun yaÅŸadığı Mekke Sitesi’nde, sosyal yapı tam bir kabile asabiyetine dayalı, çoklukla övünen, eli silahlı kiÅŸi sayısı çok olan kabilenin diÄŸer kabilelere tahakküm ettiÄŸi, yılın dört ayı hariç olmak üzere (bu da büyük oranda ekonomik kaygılardan kaynaklıdır) bitmez tükenmez bilmeyen savaÅŸların sürdüğü kör bir “cahiliye muhafazakarlığı” sürmekte idi. Nüfusun büyük ekseriyeti ise köle ve cariyelerden oluÅŸmaktaydı.
Ekonomik hayat ise ziyadesiyle, yılın belli dönemlerinde düzenlenen panayırlara dünyanın dört bir yanından; Ä°ran’dan, Çin’den, Türkistan’dan, HabeÅŸistan’dan, Yemen’den, Hindistan’dan Åžam’dan, Bizans’tan gelen ticaret kafilelerinin mal takası yapmakla ortaya çıkan bir alış-veriÅŸ, ayrıca deve ve koyun ticareti ile birlikte bölgeye gelen tüccarlara satılmak üzere imal edilen sarraflık ürünleri üzerine kurulduÄŸunu söyleyebiliriz. Ayrıca, Mekke’nin ortasında bulunan ve civar beldelerden, Arabistanın coÄŸrafyasına mensup kabilelerince yılın mutat dönemlerinde ziyaret edilen Kabe, ziyaret edenler açısından bir ibadet, ev sahibi Mekke OligarÅŸisi için ise vazgeçilmez bir gelir kaynağı oluÅŸturmaktaydı.
Siyasal yapı tamamen, Kuran-ı Kerimin geçmiş topluluklara ait kıssalar üzerinden ya da direk lakap ve karakterlerini beyan ederek işaret ettiği gibi birden fazla çetenin hükmettiği, güçlü ve kalabalık kabile reislerinin koalisyonundan oluşan mutlak bir oligarşik yapı arzetmekteydi.
Toplumun geri kalan kısmı diğer bir ifade ile dezavantajlı kesimleri (köleler, cariyeler, eman dileyenler, kadınlar, çocuklar, kimsesizler v.s. ki kahir ekseriyet bunlardan oluşmakta idi.) bu oligarşik sistemin iradesine mutlak bir teslimiyet içinde idi.
Dini yapı ise, “klasik öğreti”nin aksine, ekonomik yapı bahsinde isimleri zikredilen devlet ve toplumlarda var olan bütün dini anlayışların biri birini etkileyen, kendine müntesip bulan (azınlıkta olsa) bir yapının yanında, Hristiyanlık, Yahudilik, Hanif Dini’ne mensup olanlar ile birlikte putperestlik (çıkar-iktidar gruplarının sembolü) ÅŸeklinde tezahür ediyordu. Bütün bu anlayışlara ait olmamakla birlikte, Mekke OligarÅŸisi ve baÄŸlılarınca vazgeçilmez ibadet ÅŸekli diyebileceÄŸimiz ritüeller olan, namaz, hac, 1/40 zekat, kabeyi tavaf (hac), hacılara su ve yemek dağıtma, kurban kesme ile birlikte ilahlar panteonu ve bu “panteonun” en başında bulunduÄŸu iddia edilen Allah’a da inandıklarını yine Kitabullah’tan öğrendiÄŸimiz bir itikadi düzen üzerine kurulu idi.
Özetlemeye gayret ettiÄŸimiz bu taÄŸuti, zalim, gayr-i insani bir zümrenin, diÄŸerlerini kulları gibi gördükleri sisteme, Miladi 610 yılında Hz. Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerine olsun) elçiliÄŸiyle Ä°lahi bir müdahale gerçekleÅŸti.
23 yıllık Nübüvvet süresince yukarıda zikredilen bütün sapmalarla yapılan mücadele ve mücahedede, sermayesi vahyin önderliÄŸi ve Resül_i Ekrem’in öğretmenliÄŸi-örnekliÄŸi ile pıratize edilmiÅŸ olan, asıl maksadı adalet, rahmet ve merhamet olan Ä°slam Dini, Kelamullah’ın ifadesiyle muzaffer oldu; ortağı, benzeri, oÄŸlu, kızı, doÄŸuranı olmayan ve alemlerin tek Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah dinini tamamlamıştı. Ezilenleri, köleleri yeryüzünün varisleri ve önderleri yapmak isteyen ilahi vaad gerçekleÅŸmiÅŸti. Zulmün, haksızlığın, sömürünün, tefeci bezirganlığın, her türlü ayrımcılığın, imtiyazlı zümreler tahakkümün yerinde yeller esiyordu. Velid bin Müğire gibi kodamanların, “senin dinini kabul edersem bana ne var?” sorusuna verilen cevapta olduÄŸu gibi: “Bilal’e ne varsa sana da o” anlayışı hayatın her alanına hakim kılınmış, insanların insanlara kulluÄŸu anlayışı yerle bir edilerek, herkes sadece Allah’ın kulu olmuÅŸtu. Allah-ü Ekber, Lailaheillallah, Leh-ül Mülk kavramlarının pratiÄŸi yaÅŸamın bütün alanlarını yeniden inÅŸaa etmiÅŸ, insanlıkta denklik ve Din’de kardeÅŸlik anlayışına sahip bir ümmet meydana gelmiÅŸti
Kuran-ı Kerim’in sahibi olan Allah, bu yeni anlayışın devamı için temel ilkeler koymuÅŸtu; adelet, liyakat, emanet, ehliyet, ÅŸura, istiÅŸare, meÅŸveret v.b. YaÅŸayan Kuran olan Resül-i Ekrem de irtihalinden önce bu ümmetin başına ne bir yönetici tayin, ne de vasiyet etmemiÅŸti. Bu iÅŸ tamamen zikrettiÄŸimiz temel ilkeler ışığında ümmete bırakılmıştı.
Kanaatimizce bu, Allah’ın, yarattığı insanın aklına verdiÄŸi deÄŸer, güven ve bu ikrama uygun davranmasını insandan istemesi ve dolayısıyla insanın temel yaratılış gayesi olan “imtihan”ın bir parçası haline getirmesi bir Murad-i Ä°lahi olsa gerek.
Hz. Ebubekir’in seçimine Ensarın ve HaÅŸimoÄŸulları’nın dahil edilmemesi, ardından geliÅŸen ve kendini zekat vermeme ÅŸeklinde gösteren isyan hareketleri, Hz. Ali ve arkadaÅŸlarının bu seçime 6 ay biat etmemeleri, ardından büyük ekseriyetini HaÅŸimoÄŸulları ve Ensarın oluÅŸturduÄŸu grubun; Resülullah’ın sünnetine uygun olmadığını delil göstererek itirazına raÄŸmen Hz. Ebubekir’in vefatından önce yerine Hz. Ömer’ halife tayin etmesi, Hz. Ömer’in halife tayini seçtiÄŸi 6 kiÅŸilik heyetin içinde KureyÅŸ Kabilesi dışında hiç bir kabile mensubunun bulunmaması ve bu heyetin sonuçta Hz. Osman’ı halife seçmesi ve Hz. Osman tarafından tayin edilen vali ve bürokratların neredeyse tamamının mensubu bulunduÄŸu ÃœmeyyeoÄŸulları’ndan ve yakın akrabalarından seçilmiÅŸ olması gibi uygulamalar, Ä°slam Ãœmmeti içinde derin yaralar açtı. Hz. Osman’ın ÅŸehit edilmesi sonrası Hz. Ali Vali Muaviye taraftarları hariç olmak ümmetin biatı ile halife seçildi.
Resül-i Ekrem’in vefatından bir süre sonra(10-12 yıl), “Nebevi Ä°mamet" buna siyasi anlamda “Nebevi Hilafet”te denilebilir; yerini, eski cahiliye anlayışının depreÅŸmesi, kabile asabiyetinin hortlaması ya da büyük çoÄŸunluÄŸu Mekke fethi sonra müslümanlığı kabul etmiÅŸ olan cahiliye dönemi Mekke/KureyÅŸ/ÃœmeyyeoÄŸulları(ki Kuran-ı Kerim bu sınıfları muellefetül kulup-tuleka olarak tarif etmektedir) Aristokrasisinin kaybettikleri ayrıcalıkları yeniden elde etme arzuları diyebileceÄŸimiz hegemonik hezeyanlarına bıraktı.
Hz. Ali’nin tüm gayretlerine raÄŸmen, “Nebevi Ä°mamet”i tam anlamıyla yeniden inÅŸa etme arzusunun tahakkuku, gözünü iktidar ve hırs büyümüş, kitaba uymak yerine kitabına uydurmayı tercih eden, sözde aynı dine inanmış cuntaların darbeleri ile inkıtaya uÄŸratıldı. Lakin Nebevi Ä°mamet’i ihya etme ruhunu öldürememiÅŸlerdi.
Åžam Valisi Muaviye, tamamen siyasi bir mesele olan akrabası Hz. Osman’ın ÅŸehit edilmesi meselesini hukuki alana taşımak suretiyle ve kendi yarattığı paralel devletine meÅŸruiyet kazandırmak kasıt ve niyetiyle Hz. Ali’yi suçlamak gibi kara bir propaganda baÅŸlattı. Maalesefki önemli oranda da taraftar buldu. Halbuki Hz. Ali, oÄŸulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i silahlandırarak Hz. Osmanı korumak üzere görevlendirmiÅŸti.
Bundan sonraki mücadele artık bir iktidar kavgasından çok imamlık ile sultanlık mücadelesine evrilmişti.
Hz. Ali’nin “onlar Kuran-ın manasını lafzına kurban ettiler” diye tanımladığı, ve parelel yapılanmaların kullanışlı araçlarına dönüşen bir grubun(hariciler) kiralık katili tarafından ÅŸehid edildi.
Ardından Hz. Hasan’ın da, Åžam Valisi Muaviye tarafından görevlendiren bir kontra katile tarafından zehirlenerek ÅŸehid edilmesi neticesinde artık, istiÅŸare ve ümmetin tamamının katılımı ile gerçekleÅŸen bir iÅŸ iken imamet, kılıçla, zor ve kanla ele geçirilen bir melikliÄŸe-sultanlığa dönüştü. Bu tam anlamıyla “Nebevi Ä°mamet’in zıddına inkilabı demek olan krallıktı.
Fıtrat ve hilkatte bir tarağın diÅŸlileri gibi eÅŸit yaratılan insanların farklı tarafları olan “liyakat” ve “kabiliyet”lerini hem cinslerine karşı tahakküm aracına dönüştürmemeleri için Allah Teala’nın vaaz ettiÄŸi “adalet öğretisi” ve bu öğretiyi tebliÄŸ ile görevli öncü kadrolar olan peygamberlerin pratiÄŸi, yerini ÅŸiddete, babadan oÄŸula devreden bir krallığa bırakmıştı maalesef.
Ä°slamın “adalet öğretisi”ne göre, Yaradan karşısında insan toplulukları “fıtrat” açısından düz bir çizgi üzerindedirler. Kuran- Kerim’de insan ve melek toplulukları için hep müspet anlamda kullanılan “saff” nitelemesi düz çizgiden neyi kastettiÄŸimizin delilidir. Adelet öğretisinin hakim olduÄŸu bir toplumun fertleri “zulüm düzenleri”nde olduÄŸu gibi birbirlerinin omuzuna ya da kafasına basarak yükselme yerine, kendi ayakları üzerinde durarak hayırda öne geçme yarışı verirler.
O günkü Ä°slam toplumunda, adalet nizamı yerini zulüm düzenine bırakmış, fertlerin üzerinde bulunduÄŸu “düz çizgi”(saff) kamburlaÅŸmaya baÅŸlamış, saff halindeki toplum kendisine tahakküm edilen bir yerinden kırılarak piramitleÅŸmeye baÅŸlamış, dolayısıyla toplumdaki hayırda öne geçme yarışı, yerini baÅŸlara basarak piramidin tepesine ulaÅŸma yarışına dönüşmüş, artık her başın üstünde bir ayak, toplumun tüm baÅŸları Allah’a baÄŸlı iken “baÅŸ baÅŸa, baÅŸ da padiÅŸaha baÄŸlı” bir hale gelmiÅŸti.
Böylesi bir toplumda üsttekilerin konumlarını muhafazaları, alttakilerin baÅŸlarını kaldırmamalarına baÄŸlıdır. Bunu temin etmek için yukarıdakiler aÅŸağıdakilere bilinçli bir istiz’af(sürüleÅŸtirme) sürecine tabi tutarlar. Bunun için yalan hadis uydurma, ayetleri iÅŸine geldiÄŸi gibi yorumlama, kitaba uyma yerine deyim yerindeyse artık kitabına uydurma kullanışlı bir argüman haline gelir.
Paralel yapılanmanın başı, Åžam Valisi, Ä°bni Ebusüfyan Muaviye’nin oÄŸlu Yezid’i ölmeden yerine kral tayin etmesi tamda böylesi bir yönetim anlayışı ve bu anlayışa uygun bir düzenin baÅŸlangıcından daha ileri bir aÅŸamaya gelindiÄŸinin ispatı olmuÅŸtur.
AÅŸağıdakilerin-aÅŸağıya düşürülmüşlerin (mustaz’aflar) ya izzet ve ÅŸereflerini feda edip baÅŸları üzerinde ayak taşımaya mahkum bir durumda yaÅŸayarak hem dünyalarını hem ahiretlerini heder etmek(Sebe: 31-33, Nisa: 97) ya da zulme ve zillete rıza göstermeyip yeryüzünün varisleri olmak (Kasas: 5) gibi bir tercihte bulunmak zamanı gelmiÅŸti.
Tam bu aÅŸamada Kasas: 5 emrinin bayraktarlığını üstlenerek, saltanat çizgisine karşı “nübüvvet” çizgisini temsil etmek üzere Ä°mam Hüseyin bin Ali çıkar tarih sahnesine… Bilatereddüt bu uÄŸurda ÅŸehid olmayı, kendisine teklif edilen sınırsız dünyalıklara tercih ederek, dedesinin iÅŸaa ettiÄŸi toplumu yeniden ihya etmek üzere…
Ä°ÅŸte bütün bu deÄŸerlendirmeler neticesinde Kerbela olayını bir sembol olarak alıp, Ä°mam Hüseyin bin Ali’nin mücadelesini bu temel bakış ile ele deÄŸerlendirmediÄŸimiz sürece, bu mücadeleyi bir takım mersiyeler gölgesinde bırakacak edebiyat söylencelerine kurban etmek, Peygamber torununun, kendisinden sonraki kuÅŸaklara bırakmak istediÄŸi “Ãœsve-i Hasane”sinden bütün bir ümmeti mahrum bırakmak mukadder olur. Bu mücadele-mücahede rehberliÄŸinin tek gayesi, ifade etmeye çalıştığımız gibi baÅŸa geçmek deÄŸil, baÅŸa zor ve kılıçla geçmiÅŸleri hizaya, saff düzenine getirmekti. Bu tevhid mücadelesinin zorluÄŸunu anlayabilmek için, Hz. Ali’nin hutbelerinden birinde (Nehc-ül BelaÄŸa) irat ettiÄŸi: “Hz. Peygamber, kitapsız müşriklerle mücadele etti, biz ise “kitaplı müşriklerle” mücadele etmekteyiz sözünü hatırda tutmak, her türlü politik, mezhebi, meÅŸrebi ayrılıkların dayattığı her türlü öğretilerden azade bir akl-ı selim ile düşüncenin konusu yapmak mecburiyetindeyiz.
Ä°mamet Ä°le Saltanat Arasındaki karşıtlığı dolayısıyla Ä°mam Hüseyin’in temsil ettiÄŸi çizgi ile Kral Yezid’in temsil ettiÄŸi çizgiyi bir kaç satırda ifade etmeye çalışırsak;
İmamet, saf bir yürek temizliği ile bir araya gelen insanlardan oluşur. Saltanat ise bu özel bir maksada, kirli ve gizli bir çıkar ilişkisine dönüşür.
İmamette aslolan doğruluk (sıdk), yalansızlık ve herkesle paylaşımdır. Saltanatta ise bu gizli planlar kurma ve gurup menfaatine dönüşür.
İmamet, bir açıklık (aleniyet) ortamıdır, Saltanatta ise bu gizli saklı iş çevirmeye (necva) dönüşür.
Ä°mamette kapılar kapanmaz, herkese açıktır, Saltanatta ise artık kapılar kapanır, ‘gizli’, ‘özel’ toplantılar yapılır.
İmamet, ortaklaşma ortamıdır. Yar yanağından gayrı her şey ortaktır. Bunun için zengin-yoksul uçurumu giderek azalır ve hatta biter. Saltanatta ise zengin yoksul uçurumu giderek büyür. Çünkü o menfaat ortamıdır.
İmamet, paylaşım ortamıdır. Biri yerken diğeri bakmaz, bir açken diğeri tok yatmaz. Saltanatta ise biri yerken diğeri bakar, biri tok yatarken diğeri aç sabahlar.
Ä°mamet, bir eÅŸitlik ortamıdır. Ebedi makamlar ve rütbeler yoktur. Makamlar ve rütbeler iÅŸ bitinceye kadardır. Saltanatta ise ebedi makamlar ve rütbeler üretilir. Ä°ÅŸ olmasa bile o makamlarda oturulur, o rütbeler ebediyen taşınır. Herkes birbirine “BaÅŸkanım, PaÅŸam” vs. diye seslenir. Bir kez o görevi yapan hep onunla anılır.
Ä°mametin mescidine, gelen birisi topluluÄŸa “Hanginiz Muhammed?”diye sormak zorunda kalır. Saltanatta ise böyle bir soru abestir. Sultan bütün haÅŸmeti ile baÅŸ köşededir ve hiç kimseye benzemez.
Ä°mamette kiÅŸi topluluÄŸa hizmet eder. Saltanatta ise, topluluk kiÅŸiye hizmet eder.
İmamette hiyerarşi yoktur, insanlar yan yanadır. Saltanatta ise hiyerarşi vardır, insanlar alt-üst şeklindedir.
İmamette saf vardır, saltanatta ise kast.
İmamatte gizli/saklı işler çevirme (necva), yalan (kizb) ve biriktirme (kenz) büyük suç sayılır. Saltanatta ise açıklık ifşa, yalansızlık rakibe malzeme verme, infak/verme/dağıtma güçsüz kalma sayılır ve suç haline gelir.
İmamatte imtiyazlar (ayrıcalıklar) yoktur, herkes insanlık bakımından bir ve eşit görülür. Saltanatta ise ayrıcalıklar vardır; makam, servet, şöhret ve iktidar sahipleri ayrıcalıklı muamele görür.
İmamette kadın-erkek eşittir. Saltanatta ise erkekler kadınlardan sırf cinsiyetleri sebebiyle üstün görülür.
İmamette üstünlük ancak insanlara, doğaya ve çevreye zarar vermekten sakınma (takva) iledir. Saltanatta ise üstünlük makam, servet, şöhret ve iktidar sahibi olmakla ilgilidir.
İmamet, öksüzler, yoksullar, ezilenler ve muhtaçlarla ilgilenir. Saltanatta ise örümcek evine adam kazandırmakla uğraşılır, şahsi çıkar, mevki makam ve rant peşinde koşulur.
İmamlar halkın yaşadığı yerde ve halk gibi yaşar. Sulatanlar ise kaşanelere taşınır, korunaklı yerlerde yaşarlar.
İmamette adalet, eşitlik ve özgürlük çoşkusu vardır, saltanatta ise bu rant çoşkusu ve hizip taassubuna dönüşür.
İmamlarda kusur ve ayıpların üzerini örtme esastır. Sultanlar ise ayıp araştırma, dinleme ve fişlemede mahirdir.
İmam, zayıfın yanında durur, sultan güçlünün.
İmamın gözü altta, sultanın üsttedir.
İmam, meydanı sever sultan ara sokaklarda dolanır.
İmamın kavga tarzı mubâreze (düello), sultanın pusudur.
Ä°mam Ebuzer yetiÅŸtirir, sultan Karun
Ä°mamette Musalar yetiÅŸir, saltanatta Firavunlar.
Hüseyni mücadele bunların hangisini gerçekleştirdi? diye soracaksanız, kanımca hepsini. Buna onun canı şehadet etmektedir. Ve onun yaktığı meşalenin sönmemiş olması, söndürülemeyişinin de, o nun gibi canlarını imanlarına şahit kılanlar sayesindedir.
Kanatimizce o ruh, sevginin, merhametin, adaletin, eşitliğin, açıklığın, yalansızlığın ve paylaşımın olduğu yerden her dem yeniden doğacaktır.
İmam Hüseyin ve takipçilerinin önünde saygıyla, hürmet ile eğilirim. Onların yardımcısı Haşrda Allah, katillerinin de ise yardımcıları yoktur.
Son söz:
“UÄŸrumuzda canla baÅŸla cihat edenlere yollarımızı gösteririz. Allah güzel ahlak sahipleri ile beraberdir” (Kuran:29/69).
Henüz yorum yapılmamış.