Sosyal Medya

Makale

Yeni Bir Dil Kurmalı…

Herhangi bir muhabbet ortamında söz dönüp dolaşıp iletişim kopukluğuna ve gençlere ulaşamadığımıza gelir. Bir kopukluk vurgusu herkes/im tarafından neredeyse aynı ağızdan yapılır. Yeni bir dile olan ihtiyaç büyük bir arzu ve iştiyak ile dile getirilir. Ama bu yeni dili hangi zemine yaslamak ve onun hangi düşünce evrenine sahip olması gerektiği konusunda farklılıklar izhar edilir. Aslında meselenin kendisi çok açık bir şekilde ortaya konulur ama mesele hakkında bundan öteye geçilemez. Hatta son dönemde yapılan ciddi istatistiki çalışmalar da var. Peki, bu sorunu nasıl çözümleyeceğimiz noktasına gelindiğinde herkes bir suspus haline bürünür.

Yeni olana yönelik ciddi bir tepkisellik vardır. Muhtemelen karşılaşılan tepkinin sağladığı tecrübe ile de bu noktada cesaret kırıcı bir işlevsellik kazanıyor. Ayrıca sahip olunan birçok şeyin kaybedilme riski de ortada… Bu yüzden sağlıklı bir değerlendirme imkânı elde edemiyoruz.  

Evet, bir kuşak farklılığının oluşturduğu bir yabancılaşma var. Ama bu durum sanki kuşak çatışmasını aşan bir boyuta sahiptir. Çünkü mevcut durum en temelden içinde bulunulan eğitim ve kültürel yapının sonucu oluşan bir algıdaki farklılıktır. Yani modern ve post modern dönemlerde farklı algıları besleyen bilgi ve yargılar vardır. Yani modern dönemin yargıları ile post modern dönemin yargılarını algılama konusunda zaaf oluşur. Ayrıca hala modernleşememiş birinin post modern kültürün çocuğu haline dönüşmüş birini anlamasını beklemek ise daha da işi zorlaştırıyor. Algıyı besleyen bilgi türü ve bu bilgi türüne dayalı algıyı doğru kavramadan bu algıya hitap edecek dili oluşturmak neredeyse imkânsızdır. Sadece bilgi değil içine doğduğu kültürün kodlarını keşfetmeden de o çocuğun veya kişinin algısını doğru anlamak çok zor olacaktır.

Bir diyalog sorunumuz var. Bu diyalog sorumuzun kaynağını doğru tespit edelim: algıdaki değişim ve bunun yargılara yansıması… Çözümü ise bu algıyı oluşturan epistemolojiyi kavramak ve bu epistemolojiye dayalı algının ürettiği yargıları doğru anlamak için bir çaba içine girmektir. Önce bizim bu algıyı ve yargının oluşumunu doğru bir şekilde öğrenmemiz gerekir. Bu öğrenme sürecinden sonra kendi düşüncemizin nasıl bir bilgi sistemi içerdiğini, algıyı oluştururken ve yargılarımızı belirlerken hangi ilkelerin belirleyici olduğunu dikkatle incelemek ve onu da doğru öğrenme zorunluluğunu hissetmeliyiz. Bu iki doğru anlama bizi çözümün nasıl gerçekleştirileceğine taşıyacaktır. O zaman mevcut algı ve idrake yönelik bir dili nasıl inşa edebilir ve bu dili hangi kavramsal çerçeve içinde konumlandırılabileceği aşamasına geçilir. Çünkü iki insan arasındaki iletişim kelimelerle yapılırken iki kültür arasındaki iletişimi ise kavramlarla yapabiliriz. Bu yüzden bizden kavramlara ihtiyaç vardır. Kadim kültürümüze dayalı kavramları yeni algının algılayabileceği bir kavramsal yapıyı harekete geçirme zorunluluğu kaçınılmazdır. Bu noktada yeni kavramlara ihtiyacımız yok ama eski kavramların yeniden içeriklendirilmesi sorunumuz olacaktır. Sevgi, her kültür ve algıda benzer bir anlamı taşır. Ama içeriği ve uygulama sahasına yönelik bakışı farklılaşabilir. İşte bu farklılaşabilmeyi doğru anlayabilirsek kendimizi de doğru bir şekilde anlatabilme imtiyazı elde edebiliriz. Böylece iletişim sorununun önemli kısmını çözümleyebiliriz.

Bu noktada içe kapanık sistemlerle dışa açık sistemlerin farklılığını gözardı etmemeliyiz. Örneğin, öznelliği merkeze alan bir kültürde sevgiyi de özne ve öznellik üzerinden okumaya tabi tutabilir ve davranışlarınız da bu merkezde gelişir. Ama dışa açık bir kültürde ise kendinizin yerine başkasını öncelediğinizden sevginizin tepkisi de buna göre şekillenir. Ve bu her iki kültürde sevgi kavramı aynı anlamı taşımakla birlikte kültürel farklılık birini öznel yoruma tabi kılarken diğeri nesnel bir yorumu önceleyecektir. Biri ben başkası için bir şey yaparsam ona olan sevgimi göstermiş olurum derken diğeri ise kendim için bir şey yaparsam ona sevgimi göstermiş sayılırım diye düşünür.

Şimdi ciddi bir tartışmayı başlatmak zorundayız. Öznelliği aşabilmenin vasatını oluşturmadan post modern kültür tarafından inşa edilmiş bir algıya ulaşma imkânımız yoktur. O zaman her iki kültürün neye tekabül ettiğini bilmek ve bu bilgi üzerinden algıya seslenmek iletişimi sağlayabilir.

Yeni bir dilin inşası ise kaçınılmaz olmalıdır. Ama bu dil, klasik düşünceden beslenmezse kendimiz olmaktan çıkarız. O yüzden kavramın güncellenmesine olan ihtiyacı kavramın topyekûn kaldırılması için kullanılmamalıdır.

Eşitlik ve hakkaniyet üzerinden kurulacak bir dil iletişimi kolaylaştıracaktır. Samimiyet ve sahihlik, bu dilin doğru anlaşılmasını sağlayacak vasatı inşa eder. Üstten bakıcı, inkâr edici ve küçük gören bir dil yerine diyalog öneren, saygınlık üreten ve ilişkileri değerli hale getiren bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.

Farklılıkları normal gören insani boyutu öne çıkaran ve zulme karşı duran bir dil ve bakış aslında diyalog kapısını sonuna kadar açacaktır. Sahicilik, ilişkinin niteliğini belirler, kişiyi ve ilişkiyi yabancılaştırmadığı gibi yakınlık kurmanın da zemini olur. O yüzdenbu dil parçacı, sığ, silik, sinik, ayrıştırıcı ve yok sayıcı olmamalıdır.

Bu dil özünde bütünleştirici ve örneklenebilir olmalıdır. Şahitlik yapıla bilinen bir dil ve düşünüş etkileyicilik kazanır. Müslümanlar, eğer yeni bir dile ihtiyaç hissediyorlarsa bu onların kendi düşüncelerinin şahidi olmaktan uzaklaştığını da gösteriyor. Mevcut kültür ve davranışların içinde kendi değerlerini kaybettikleri için sahici görünmüyorlar ve bu yüzden iletişim kopukluğu yaşanıyor. Eğer ailede ve cemaatte bir değer aktarımı olacaksa öncelikle bunun miras bırakılmasını sağlayacak bir vasata ihtiyaç vardır. Bu da ancak o değerin canlı şahitlerinin tavırları üzerinden aktarıla bilinir.

Hakkı gözeten, hakikati önceleyen, birleştirici ve doğruyu eksene alan, muhatabını dinleyen ve sadece gerçeğe yaslanan bir dil uygulanabilir olduğunu da ispat ettiğinde iletişim ve diyalog kapıları sonuna kadar açılacaktır. Meselenin özü, ayetin vurguladığı gibidir: ‘kişi kendi nefsindekini/özündekini değiştirmediği sürece onun üzerindeki de değişmez…’

O zaman iş başa düşüyor. Önce kendimizi şöyle bir silkeleyeceğiz, dökülmesi gerekenler dökülecek, kalanlar ile de yeni bir başlangıç için müzakere adabı belirleyeceğiz, kendi başımıza bu işin üstesinden gelemeyiz, kolektif bir şekilde yardımlaşarak bu meselenin çözümüne katkı sunabilecek kim varsa onun katkı sunmasının yolunu açık tutacağız ki çözümü kolaylaşsın…

Asıl büyük sorumluluk aydın ve entelektüele düşmektedir, ama ulemanın rolü ve Ariflerin katkısı sağlanamazsa hep bir eksik taraf kalır. Her eksiklik ise sürekli kendisini hatırlatır ve her hatırlatma ise kişiyi, olayı, olguyu ve düşünceyi yabancılaştırır.

Her meselede çözüm sorumluluk sahibi insanların sorumluluklarına müdrik ve sorumluluklarını üstlendiklerinde yol alınır ve çözüm yolları bulunur. 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.