Makale
Mezhepçilik ve tarikatçılık
Mezhepler ve tarikatlar Ä°slam’ın zenginliÄŸi, kıyamete kadar bekasının en önemli iki dayanağı, dinin tabiatı ve insan fıtratının zorunlu sonucudur. Ama mezhepçilik ve tarikatçılık böyle deÄŸildir; tam aksine hem mezheplerin hem de tarikatların öldürücü düşmanıdır. Ne zaman mezhepler ve tarikatlar arasında müsamaha, kardeÅŸlik, “hepsi bir kutlu aÄŸacın dalları, hepsi aynı kaynaktan akan içimi farklı sular” anlayışı hakim olmuÅŸ ise Müslümanlar huzur ve geniÅŸ imkanlar içinde yaÅŸamışlar, ne zaman mezhep ve tarikat taassubu, tekelciliÄŸi, tekbenciliÄŸi, ötekileri dışlamacılığı, tek bir mezhebin veya tarikatın din yerine konması anlayış, propaganda ve uygulaması baÅŸ göstermiÅŸ ise arkasından tefrika, hatta çatışmalar gelmiÅŸtir.
Bu iliÅŸki biçimi Sünnî mezhepler içindir; diÄŸer Ä°slam mezheplerine karşı tavır da “din kardeÅŸliÄŸi ve ümmet birliÄŸi” ÅŸuuru içinde olmalıdır.
Bir iki yazıda bu girişi açmanın, yeniden hortlatılmak istenen mezhepçilik, tarikatçılık (ve ırkçılığın) teskini bakımından umarım faydalı olur.
Taassup: “Ä°lmî, dinî ve aklî olmayan âmillerin tesiri altında bir görüş, kanaat veya tarafa sımsıkı baÄŸlanmak, gerektiÄŸi halde ayrılmamak” demektir.
Taassubun karşısında tesâmuh, müsâmaha yâni tolerans, hoÅŸgörü vardır. Dinin çizdiÄŸi sınırlar içinde -meselâ Kitab, Sünnet ve Ä°cmâ’ın kesin hükümlerine aykırı olmayan görüş, fikir ve davranışları- hoÅŸgörü ile karşılamak müsâmahadır.
Bir kimsenin -başka türlü düşünenlere- cephe almadan onlara fâsık, sapık, kâfir demeden kendi kanâat, mezhep ve meşrebinde sebât etmesi muhafazakârlıktır ve zararlı değildir.
Dinin kesin olan ortak hükümleri; yani zarûrât-ı diniyye ve kat’i ahkâm üzerinde sebât ise dinî salâbet, saÄŸlam dindarlık, memduh bir davranıştır. Kötü ve zararlı olan, ictihâdî ve zânnî hükümler de taassuptur; bunlarda kendisi gibi düşünmeyenlere cephe almaktır.
Resûlullah (s.a.) müsâmaha ile gönderildiğini buyurmuş, taassup ve asabiyete dayanan kavgaları, yan çıkma ve taraf tutmaları yasaklamış, ancak kendi sünneti ile Râşid Halifelerinin sünnetine sımsıkı sarılmamızı öğütlemiştir.
Bu tâlimâtı en iyi bir şekilde anlayan ve uygulayan selef; yani sahâbe, tabiûn, müctehid imamlar... arasında taassuba rastlanmaz. Onlar Müslümanları ictihad ve ittibâa yâni delilini bilerek bir görüşe uymaya teşvik etmişler, birbirini takdir eylemiş, yekdiğerinden istifade etmiş, bir ilim âilesi halinde yaşamışlardır.
Ebû Hanîfe’nin (rah.a.) kabri civarında sabah namazı kılarken Ä°mam Şâfiî’nin -Ebû Hanîfe’ye hürmeten- kunûtu terketmesi, Ä°mam Mâlik’in Hârun Reşîd’e hitâben: “Muvvattâ’ı tek kanun haline getirme; çünkü ulemanın farklı görüşleri bu ümmet için rahmettir, herkes kendine göre sahih olana uymuÅŸtur, hepsi hidâyet üzeredir ve her biri Allah’ı (Allah rızasını) dilemektedir...” demesi bu ruh hâletinin parlak örnekleridir.
Abbâsî halifelerinden Me’mun zamanından (198/813-218/833) itibaren kökleÅŸmeye baÅŸlayan mezhep taassubunun doÄŸurduÄŸu zararları şöyle özetleyebiliriz:
Önce dini zararlarına birkaç örnek verelim:
1.Hak ve gerçeÄŸin baÅŸka mezhebde olduÄŸu ortaya çıkmasına raÄŸmen eski kanaat ve mezhebinden ayrılmamak: Bu mevzûda Sultânu’l-ulemâ diye anılan büyük Şâfiî fıkıh bilgini ve müctehid Ä°bn Abdisselâm’ı (v. 660-1262) dinleyelim:
“Hüküm (din kuralı koyma) yalnızca Allah’ın yetkisindedir. O, ancak kendisine kulluk etmenizi buyurdu” (Yusuf:12/40) mealindeki âyeti delil tutarak: Bir müçtehidin bir diÄŸer müçtehidi veya sahabeyi taklid etmesi (kendi ictihad etmeyip onların içtihadına uyması) gibi taklid edilmesi buyurulmamış bir kimseyi taklid etme hakkı ve cevazı kimse için yoktur. Bunun istisnası, ictihad edecek kadar ilmi olmayan avamdır (sıradan müminlerdir). Bunların taklidden baÅŸka din bilgisine ulaÅŸma yolları olmadığından taklid ederler; ancak… bir müçtehidi taklid ettikten (bir mezhebe göre amel ettikten) sonra bir baÅŸka müçtehide geçip onun içtihadı (mezhebi) ile de amel edebilirler. Dört mezheb ortaya çıkıncaya kadar sahabe devrinden beri Müslümanlar böyle yaparlardı ve muteber hiçbir alim de bunu uygunsuz görmezdi… Ayrıca en üstün olanı taklid mecburiyeti de yoktur… Åžaşılacak ÅŸeydir ki müctehid olmayan fıkıhçılar, imamlarının bir görüşünün zayıf, mesnedinin çürük olduÄŸuna vâkıf oldukları ve takviyeye de imkân bulamadıkları halde -gene de- onu taklit ediyorlar. Kitab ve Sünnetin te’yid ettiÄŸi karşı görüşü kabûl etmiyorlar, imamlarını müdâfaa için uzak ve sapa te’vil yollarına sapıyorlar (Kavâ’id, Kahire 1980, c.II, s. 158-159).
2.Mezhebe uymayan sahih hadîsleri tenkid ve reddetmek: MeÅŸhur ve sahih hadîs kitaplarının mukallid fıkıhçılar tarafından yapılan bâzı ÅŸerhlerinde bunun zengin örnekleri vardır. Bu gibi şârihler, kendi mezheplerine uyan hadîsleri -zayıf da olsa- takviyeye; mezhebine uymayan hadîsleri ise -sahih de olsa- za’fını isbata gayret etmiÅŸler, üzücü taassup örnekleri vermiÅŸlerdir.
3.Ä°slâm’ın âlimlere tanıdığı ictihâd hürriyetini kısıtlamak ve ictihadlarıyla bazı mezhep hükümlerini kabul etmeyen âlimlere cephe almak, onlara eziyet etmek ve ictihad hareketini engellemek.
4.Mezhep müdafaası uÄŸruna, Ä°slâm’ın rûhuna aykırı davranışlarda bulunmak, maksadı vâsıtaya fedâ etmek: Hanefî fukahâsından Bâbertî (v. 786/1384) Hanefî mezhebinin tercihi konusunda kaleme aldığı bir risâlede Şâfiî ve Hanefî mezheblerinin bâzı hükümlerini mukayese ederken sıra “büyük günah iÅŸleyen veya küçük günahta ısrar eden halîfenin düşüp düşmeyeceÄŸi yani in’izâl” hükmüne gelince: “Şâfiîlere göre mün’aiz olur yani düşer. Hanefîlere göre düşmez” dedikten sonra zamanının hükümdarına şöyle hitap ediyor: “Ey dikkatli ve uyanık Melik!.. Bu mezhebi taklid yâni ona uymak, benimsemek gerekli olur mu olmaz mı?!” (Fâtih ktp. no: 2269, vr. 115/a. )
Bâbertî’nin sözlerinden çıkan mânâ ÅŸudur: “Ey Melik, bizim mezhebi tercih et; çünkü bu sâyede hem günah iÅŸler, hem de saltanat sürersin.”
(Taassubun dînî-ictimâî zararları ile devam edeceğiz)
kaynak: Yeni Åžafak
Henüz yorum yapılmamış.