Ä°lk noktadan yola çıktığımızda kolonya, kola ve kek dağıtır, ardından yarım saatte bir otobüsü bir ucundan diÄŸer ucuna adımlayarak su servisi yapardım. Yolcu indiÄŸinde bagajı açar, iÅŸaret ettiÄŸi valizi, çantayı, dengi, koliyi teslim eder, orta kapıdan ilk basamaÄŸa adım attığımda solumdaki metal kısma pat pat vurup ‘devam et’ diye bağırırdım. Yaptıklarımın tamamı bundan ibaretti.
Hah. Bir de ‘ördek almak’ vardı. Nereye gittiÄŸimizi otobüsün ön camındaki tabeladan yahut ÅŸirket levhasından anlayan insanlar ellerini kaldırırlar; biz de ıhlaya tıslaya dururduk. Hemen orta kapıdan aÅŸağı iner, yolcunun elinde yük varsa bagaja yerleÅŸtirirdim.
Bazen bagajı daha yerleÅŸtirmeden ‘kaç para’ diye sorardı yolcular. Yolu kat etme mesafemize baÄŸlı olarak bölme iÅŸlemi yapardım hemen. Misalen yolun üçte birini gittiysek ilk noktadan son noktaya bilet parasını üçe böler, ikisini yolcuya fiyat olarak söylerdim yani. ‘Yahu, buradan ÅŸu para alıyorlar oraya’ diyene itiraz etmez, ‘buyrun’ der, yer gösterirdim.
Kasketi hafif yana devrilmiş kasabalı dayılar, ahretliği öyle tembihlediği için elindeki nuhnebiden kalma çantaya sımsıkı sarılan teyzeler, başı kabak köylü çocukları, asker ağalar... Bin türlü insan almışlığım vardır ördekte. Bakışları mutlu, mutsuz, umutlu, umutsuz, yorgun, kızgın, öfkeli... Bin türlü işte.
Ankara’dan Denizli’ye gidiyoruz ya da Mersin’den Kars’a, ne fark eder? Yoldayız iÅŸte. Abim sürüyor otobüsü. Turan amca, -hadi söylediÄŸimiz ismiyle yad edelim rahmetliyi- yani Toranaga uyuyor. Çakmışız yolcuyu. Otobüs paket. Hava günden geceye akmaya hazırlanıyor.
Taa ilerde belli belirsiz bir gölge gördüm. Elini kaldırmış, öylece duruyordu yolun kenarında. ‘Åžu ördeÄŸi alalım abi’ dedim otobüste yer olmadığını bile bile. ‘Nereye alacaz la?’ diye sordu abim. ‘Hostese oturturum ben’ dedim. ‘Sen?’ dedi, ‘basamakta giderim’ dedim.
Uzatmadı abim. Saniyeler içerisinde beşten bire alarak otobüsü durdururken ben de orta kapıya yürüdüm alışkanlıkla. Halbuki hostese oturtacaktım. Ön kapıdan alabilirdim.
Kapı açılınca bir bozkır ayazı saldırdı yüzüme. Tekerler tam durmadan atladım otobüsten. Uzaktan gördüğüm gölge hala gölge gibiydi. Siyahlar içerisinde, 18 bilemedin 19 yaşında bir kız. Yanında ne bir çanta ne bir valiz.
GideceÄŸi yeri söyledi. Sanki söyleyebileceÄŸi son kelime buymuÅŸ, bundan baÅŸka tek bir kelime söyleyemezmiÅŸ gibi geldi bana. Öylesi keskin bir yorgunluk gördüm o ayazın ortasında. ‘Hostes koltuÄŸunda oturacaksınız ama’ dedim. Omuzlarını silkti. ‘Param yok. Yurt kızıyım ben’ dedi.
Abimin yanına geldik. Ben kıza hostes koltuÄŸunu gösterdim. ‘Oraya sen otur, ben şöyle otururum’ deyip basamağı gösterdi kız. Vitesi ikiden üçe geçiren abim hafif göz iÅŸaretiyle ne olduÄŸunu sordu.
Bunu gören kız ‘yurt çocuÄŸuyum abi ben. Hiç param yok. Ä°n dersen inerim’ dedi hafif tedirgin bir sesle. Abim ‘otur ablacım ÅŸu koltuÄŸa’ dedi. Kız, hemen birazdan kalkacakmış gibi iliÅŸiverdi hostes koltuÄŸuna.
Teypten alçak sesle Neşet geliyordu kulağımıza. İncecik bir yağmur başladı sonra. Karşı şeritten gelen farların ışığında o siyah gölgeye baktım. Yağmurdan da incecik gözyaşları akıyordu çenesine doğru.
Anladım. Yorgunluk değil, küskünlüktü o. İnsanı bir kere küstürdün mü artık kalbini onarmak ne zordur.
kaynak: yenisafak.com