Sosyal Medya

Makale

Nereden Başlamalıyız?

Yaşadığımız bütün bu süreçlerden sonra yine kadim soruya geri dönmeliyiz. Nereden başlamalıyız? Bu soru elzem ve bıkmadan sormamız gereken bir soru… Çünkü yaşadığımız süreçte bu soruya verdiğimiz farklı cevapların uygulamalarını ve sonuçlarını yaşıyoruz. Ve sanırım aklı başında hiç kimse bugününden mutlu değil! İktidarda olmaya rağmen, küresel siyasette önemli bazı başarılara rağmen bu böyledir. Yani Müslümanlık dediğimiz şey bireyde ve toplumda tezahür edemiyorsa bu soruya verdiğimiz cevapların uygulanma alanlarında bir sorun var demektir. O zaman yeniden bu soruyu sormalıyız: Nereden başlamalıyız?

Başlangıç her zaman sonucu içinde taşır. Bu yüzden Siyasal İslamcılığın iktidar olarak başlamalıyız tezi son örneği de dâhil birçok örneklerini de sayabiliriz ki olumlu sonuç vermemiştir. Yani işin özünü nesneleştiren bütün yaklaşımlar, asıldan bizi uzaklaştıran bir özelliğe dönüşmektedirler. Öteki üzerinden yapılan her başlangıç; yani bilgiye sahip olma, teknolojiye sahip olma, iktidara sahip olma vesaire gibi başlangıçlar bizi davamızdan uzak tutmakta ve yanılgımızı artırarak bizi bize karşı yabancılaştırmaktadır. Demek ki iki temel noktanın altını çizmeliyiz: ilki, nesneleştirme, ikincisi ise nesnelleştirilmeye dayalı olarak yabancılaşma… Hâlbuki davamızın temeli ise karşılıklı tanışıklık olmalıdır.

Mevcudun bulunduğu zemini oluşturan unsurlara sahip olma dürtüsü aslında bizi mevcuda dönüştürmekten başka bir noktaya taşımıyor. İktidarın dönüştürücü gücünü görmezden geldiğimizde nasıl bir değişime maruz kalıyorsak bugünü oluşturan kültürel paradigmalara dayalı isteklerimizin bizi dönüştüreceğini bilmeliyiz. Kimlik siyaseti yaptığınızda veya modern teknolojiye hayran olduğunuzda farkında olmadan sizi nasıl dönüştürdüğünü gözlemlemek mümkün!

Dolayısı ile kendimizi ifade ederken karşıtlarımız üzerinden tanımlama yaptığımızda da benzer sorunları yaşayacağımızı bilmeliyiz. Ve bütünlükler üzerinden oluşturulacak her türlü mühendislik faaliyetlerinin kurucu nesnelliğini aşmamız her zaman kolay olmuyor. Ve nesneleşmeye başladığımızda ise kendimiz olmaktan çıktığımızı yalanlamanın bize hiçbir katkısı olmayacaktır.

Tevhidi karşıtı üzerinden değil değer üzerinden ve bu değere sahip olması gereken biz üzerinden tanımlamaya başladığımızda bir anlam kazanacaktır. Çünkü salt bir teori meseleyi çözüme kavuşturmayacaktır. Dava, bu anlamı ile teorik bir çerçeve değil yaşamın öne çıkardığı bir süreçtir. Ve önemli olan bu süreçte değerden kopmadan reel olanı değere uyumlu hale getirme çabasını sürdürmektir.

Demek ki başlangıç noktamız ‘biz’ olmalı…

Bu biz hem değeri ve hem de bu değeri taşıyan insanı içinde taşır. Yani tek başına birini değil ikisini aynı anda ve birlikte taşır. O zaman soru şu: bu ‘biz’ nedir ve neye tekabül eder? Bu noktada müracaat edeceğimiz kaynak tabii ki Kuran ve onun yaşayan tanığı Resulün pratiğidir. Kuran’ın ilk emri okumaktır. Burada okumayı anlamadan ve yaşamadan bağımsız olarak algılamak bizi bizden uzaklaştıracak ve modern hastalığa düşürecek bir vasatı kendi elimizle inşa anlamına gelecektir. Okumak, iki yönlü ve onu anlama, anlamlandırma ve bu anlaşılanı hayata tekabül ettirme çabasıdır. O yüzden ilk emir önemli… Bir karşıtlık önermesi değildir. Bizzat biz’in oluşumunun ilk temelini oluşturuyor. Ne ile okuyacak? Rabbin ismi ile… Niçin okuyacak? Çünkü Rabbi kerem sahibi ve onu ilgi ile yaratmıştır… Rabbine kulluk edebilmesinin esaslarını öğrenmek ve yaşamak içinNeden okuyacak? Kendisine tevdi edilmiş sorumluluğu yerine getirmek için… Nasıl okuyacak? İman edecek ve takva sahibi olarak okuyacak ki okuduğu vahiy onu nurlandırsın… Niye okuyacak? Teklife muhatap olduğu için…

Kuran, müminlerin özelliklerini sayarken, inanç ilkelerinden çok eylemlere dikkat çekmektedir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, namusunu korumak, hırsızlık yapmamak, adil olmak vs. Yine Maun suresinde Kitap, dini yalanlamaya dair ayetlerinde yetimi ve miskine yardım etmemeyi dinin inkârına örnek olarak vermektedir.

Demek ki ‘biz’ içinde de muhatap olan ilk kişinin ‘ben’ olduğunu açıklıkla belirtmeliyiz. Bizin içinde ilk muhatap ben olunca bu noktada ben ile biz arasındaki ilişkiyi de ayrıca düşünmeye başlamalıyız. Biz hem Müslümanları içinde taşıyan bir temel oluşa sahiptir. Hem de bütün insanları içinde tutan bir bütünlüğe sahiptir. İnsan olmada eşit ve aynı haklara sahip olduğumuzu düşünüp kendime tanıdığım hakların o insana da bir hak olduğu bakışı beraberinde kavga ve çatışma yerine birlikte yaşamanın imkânlarını oluşturmanın zeminini inşa ettirir. Mesele, ilişkilerdeki zorbalık ve haksızlığa karşı çıkmaktır. Yoksa onun kendisi için kabul ettiği değeri ve yaşamı reddetmek değildir. Eğer bizi yaratan Allah dileseydi zaten hepimiz bir ve aynı olurduk sorun da çözülmüş olurdu. Modern kültür bunu denemeye çalışıyor ve tek boyutluluk, mekanik bir dünyayı gözümüze sokuyor. Bu sadece yabancılaşmayı artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bizin teorik bir şey değil yaşam sürecinde ortaya çıkan bir eylemlilik olduğu görüşünü düşünmeliyiz. Bütün insanları kendimiz gibi olmaya davet edemeyeceğimize göre onlarla birlikte barış içinde yaşamayı öncelemeyi kabul etmeliyiz. Bu kabul bizi birlikte yaşamaya sevk edebilir. Öbür türlüsü zaten insanlık tarihi boyunca yaşadıklarımızdır. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki herkes kendisinden sorumludur. Biz, kendimizden sorumlu olduğumuz gibi ben de biz içinde salt kendisinden sorumludur. Ve bu yüzden emir ve nehiy öncelikli olarak ben ve daha sonra bize dairdir. Ama kendisi emir ve nehye uymayan birinin başkasını buna uymaya davet etmesi en hafifinden münafıklık alametidir. Sanırım bugün Müslümanların temel sorunu başkalarını kurtarma adına kendi kurtuluşunu ertelemeye çalışması veya buna vakit bulamamasıdır. Hâlbuki başkasını kurtarmanın yegâne imkânı kişinin kendisini kurtaracak bir inanç ve eyleme sahip olmasıdır. O zaman başkasını kurtarmanın bir imkânına dönüşebilir.

Müslümanları, kendileri olmaya davet etmeliyiz. Müslümanların başkaları üzerinden bir kimlik savaşına ihtiyaçları olmadığı gibi onları saptıracaklarını da bilmelidirler. Bu yüzden bütün peygamberlerin ortak özelliği olan iki şeyi bugünün davetçisi de benimsemelidir: ilki, gönderilmiş emir ve nehiyleri öncelikli olarak kendi nefislerine uygulamaları ve bunu yaşadıktan sonra başkalarına anlatırken, aktarırken ve onlara şahitlik ederken de herhangi bir ücret istememeleridir.

Dinler, Felsefi inançlar ve Mezhepler arasındaki farklılıkları salt zenginlik ve sorumluluğun asıl sahibinin bizzat kişinin kendisi olduğu gerçeği üzerinden hesabını Allaha bırakmak birlikte yaşamanın zorunlu ilkesidir. Aslında aynı ilkeyi, her insanın kendi inanç ve eylem süreçlerini belirlerken ve kabul ederken kendi sorumluluğunu üstlendiğinden hareketle onunla insani ilişkiler kurmanın kolaylaştırıcı bir unsuruna dönüştürebiliriz…

Dünyayı değiştirmek onu elde edip hükümran olmakta değil, bu dünyanın bizden beklentilerini boşa çıkarmakta yatmaktadır. Yani dünya seni şekillendirmemeli, sen dünyayı şekillendirmelisin. Bunun ölçütü de önceliği kendi değişimine vermendir.

İnsan, kendi üzerine kurulacak tahakküme karşı çıkarken başkaları üzerinde de kendi kuracağı tahakkümden de vazgeçmelidir.

Tahakküm üzerinden kurulan biz mekanik ve doğal olmaktan çıkar. Biz’in biz olabilmesi için tabii olmalı ve herhangi bir tahakküme dayalı olmamalıdır.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.