Makale
Ä°slam ve TebliÄŸ
İnsanoğlunun tarih sahnesine çıkışından günümüze her zaman bir hak-batıl savaşı olagelmiştir. Bu savaşın bir tarafında yeryüzünde ıslah için çaba sarf eden, adaleti bulunduğu toplumun normlarına uygun bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan, garibe kol kanat geren, kimsesizlere arka çıkan, gönülleri ihya ederek muhabbeti daim kılmaya çalışan, merhametle harmanlanmış bir adaletin insanın kalbinde tatminkar bir imanla yeşermesini sağlayan, insanın her açıdan hür olması için mücadele veren Hakkın erleri varken; diğer tarafta halklar üzerinden gayri meşru yollarla iktidarını kuran, "biz de ıslah ediciyiz" bahanesiyle yeryüzünde fesadı yayan, insanları köleleştiren, nefsinin kölesi olan, garibanları ve kimsesizleri umursamayan, zayıf olanı kolayca harcayabilen ve sürekli insanları iktidarı için kontrol etmeye çalışan şeytanın taraftarları vardır. Bu mücadele genelde her milletin, özelde ise her insanın tecrübesinde sürekli kendini yenileyerek devam etmiştir.
Alemlerin Rabbi Kerim olan kitabında Adem-şeytan kıssası örnekliğinde insanoğlunun kadim mücadelesini bize anlatmaktadır. Bu kadim mücadelede şeytanın nasıl kibrine yenik düştüğünü, insanın amansız bir düşmanı olduğunu, Allah'ın insana öğrettiği doğru yolunun üzerine çöreklenip onu yolundan saptıracağını, ona önünden-arkasından, sağından ve solundan saldırıp ayağını kaydıracağını söyleyerek bizi ona karşı uyarmaktadır. Hz Adem ve eşinin şeytan tarafından aldatılışıyla insan kadim mücadelenin mahiyetini fark eder. Adem ve eşi, Rablerinden aldıkları kelimelere sığınarak tövbe ederler ve tövbeyle gelen bir diriliş ve bir arınma başlar. İşte bu diriliş ve arınma daha sonraki hak-batıl mücadelelerinde Alemlerin Rabbi tarafından insanlara peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği vahiylerle desteklenmiş ve hatırlatılmıştır. Böylece onları arınmaya teşvik etmiştir. Nitekim Kerim olan Kitap'ta Allah arınanları sevdiğini söylemektedir.(Tevbe/108)
Yeryüzüne birbirlerine (insan-şeytan) düşman olarak inmelerine rağmen insanoğlu Rabbi ile olan fıtrat sözleşmesini bir çok kere unutur ve nimetlerine karşı nankörce bir tavır sergileyerek ve şeytanın ayartmalarına ve tuzaklarına kapılarak "ed-din el-islam"dan uzaklaşır ve yeryüzünde fesadı yaymaya başlar. Alemlerin Rabbi ise her dönem için kulları arasından seçtiği peygamberlerle insana fıtrat(islam) hatırlatmasını yapar ve onun eylemlerinin iki ana kaynağı olan takva ve fücuru tekrar ve tekrar hatırlatır ki eylemlerinin sorumluluğunun olduğunun farkına varsın.
Allah takva sahibi, fıtratını koruyan, arınan veya arınmak isteyen insanoğluna "islam"ın ilkelerini tarihin çeşitli evrelerinde peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği vahiylerle anlatır. Bu vahiylerle bir mücadele rehberliği, yol haritası sunan; hayata dair fıtrî bir bakışı, insanın doğasını anlamaya yönelik bir okumayı, şeytanın ve onun yandaşlarının metotlarını, zaaflarını ve onların saldırılarına karşı nasıl korunmamız gerektiğini açıklayan hatırlatmalarla zihnimizin ve kalbimizin sürekli dikkatli olmasını murad eden Allah, bu şekilde insanoğluna yol göstererek ona nimetini(vahyi) bahşeder.
Fakat ilahi rehberliğin ve fıtrat dininin(el-islam) ilkelerinin mahiyeti kadar bu ilkelerin kimin, nasıl bir tarzda ve hangi şartlarda tebliğ ettiği de çok önemlidir. Bu noktada genelde Kerim olan Kitap'ta bize anlatılan peygamberlerin kıssaları ve özelde peygamberimizin örnekliği üzerinden tebliğinin nasıl olması gerektiğine dair belli başlı çıkarımlar yapabiliriz. Bu çıkarımların başında ise kullanılan dil gelmektedir. Musa nebi Firavunu uyarmak için karşısına çıkarken Allah ona yumuşak bir üslup kullanmasını -ve böylece bir ihtimal sözü dinlemesi ya da daha fazla ileri gitmemesi umulur- (Taha/44) öğütler. Ya da dinin esasları konusunda peygamberin mesajına yeni gönül vermiş kişilerin zafiyetlerini sertçe eleştiren ashabından bir kısmına peygamber, siz de daha önce bilmiyordunuz Allah size merhamet etti ve sizi uçurumun kenarından kurtardı, öyleyse kardeşlerinize karşı müsamahalı olun minvalinde öğütler de bulunarak dostlarını uyarıyordu.
Bütün peygamberlerin tebliğlerinde esas, mesajın özünü muhatabının kalbinde yeşerecek şekilde, onun özünde olan hakikati ve takvayı ona fıtrat üzerinden uygun bir şekilde hatırlatarak ilahî iradeye teslim olmasını sağlamasıdır. Bu teslimiyetin gereği olarak bir müslüman bulunduğu durumda mücadelesini "islam"ın ilkeleri üzerinden yerine getirir. Bu mücadele bazen Musa peygamberin örnekliğinde olduğu gibi toplumsal bir başkaldırı, bazense Davut ve Süleyman peygamberlerin örnekliğinde olduğu gibi bölgesel dinamiklerde adil bir hakim ve söz sahibi olabilecek organizeli bir güç şeklinde gerçekleşebilir.
Yazının başında da söylediğimiz gibi kelimelerin kalpte yeşermesi asıl olandır. Tebliğinin ana ilkesi muhatabın kalbinde ilahî kelimeleri yeşertecek, ona özünü hatırlatacak, muhatabın kendisini kendi aynasında neyse o şekilde göstererek hatayı kendisinin görmesini sağlayacak bir üslupta olmasıdır. Ondan sonraki tercih kişiye aittir ve zorlanamaz. Kerim olan Kitap'ta Rabbimizin belirttiği gibi mesajı iletmek esas olandır, hidayet ise bize ait değildir çünkü biz insanlar üzerinde vekil değiliz.(Enam/107)
Tebliğ konusunda bir diğer önemli nokta ise tebliğinin kurumsal bir hareket olarak algılanmasıdır. İslam'da tebliğinin esası fıtrata (islama) çağrıdır ve hatırlatmadır. Fakat tebliğ günümüzde İslam'a çağrı adı altında kendi cemaatine, kendi tarikatına ve kendi İslam algısına çağrı olarak yapılabiliyor. Elbette müslümanlar, meşrebine uygun çeşitli gruplarda örgütlenebilirler fakat o grup islamın kendisinin temsilcisi ve vücut bulmuş hali değildir. Sadece bir müslümanın pratikte kendisini ifade ettiği bir gruptur. Yani dinsel bir olgu değil, sosyolojik bir vakıadır. O yüzden bu şekilde islama davet olarak yapılan tebliğlerin sonucunun nereye gittiği iyi düşünülmelidir. Bununla beraber herhangi bir dinî önder şahsiyetin islam yorumunun, "gerçek islam"ın kendisiymiş gibi algılanmasını esas alarak yapılan tebliğler de sağlıklı tebliğler değildir. Güzel ve ikna edici yönleri olsa da insanın islamî pratik anlamda ahlakını, kalbini, aklını ve eylemlerini hür bir şekilde fıtrata uygun olarak inşa edememesine yol açabilir.
Müslüman Türklerin Balkan fetihlerinde, erenlerin,dervişlerin ve ahilerin çok büyük bir rolü olmuştur. Bu rol gerçek fethin yani kalplerin fethinin gerçekleşmesini sağlamıştır. Gerek yaşamlarıyla, gerek komşuluklarıyla, gerekse ortak paylaşılan toplumsal alanlardaki aldıkları inisiyatifleri ile yapıcı ve ıslah edici katkılarda bulunarak bir örneklik oluşturmak hasebiyle aslında oranın ahalisine tebliğ de bulunuyorlardı. Aynı şekilde müslüman Arap tacirlerin, dürüstlükleri gibi insan fıtratına uygun örneklikleri Hint alt kıtasındaki insanları daha İslam'ın ilk yüzyıllarında etkilemiş ve gönüllerini İslam'a açarak o bölgede yayılmasını sağlamıştır.
Son olarak tebliğ, yeryüzündeki hak-batıl savaşının hem insanda hem de toplumlarda insanın kurtuluşuna yönelik ilahi muradın, gönlünde bu savaşı vermiş ve hala vermeye devam edip safını hakkın yanında netleştirmeyi arzu eden ve netleştiren insanlarca, gerek yaşantılarıyla gerekse sözleriyle fıtrat dininden yani islamdan habersiz olan insanlara anlatılmasına ve anlaşılmasına yönelik uzatılan bir eldir. Bu yüzden tebliğ aynı zamanda onu yapan insanı da kuşatır. Böylece tebliğ dönüşümlü bir etkiye sahip olur. Aksi takdirde 'diğer insanlara erdemi ve güzel olanı öğütlerken kendisi bunu uygulamayan kişilere yapılan uyarıyı üstümüze alınmamız gerekir': "...Hiç akıl erdirmez misiniz?" (Bakara/44)
(Bu Makale, Genç Öncüler Dergisinin 2017-115. Sayısında Yayınlanmıştır.)
Henüz yorum yapılmamış.