Sosyal Medya

Makale

Hâl Mahâl İlişkisi

Aksakallıyla muhabbetin tadı bir başkaydı. Ama onunla olmak aynı zamanda yaptığı işe mani olmaktı. Zira o, dost ziyaretlerinde işine ara veriyordu. Onun üretmesi gerekiyordu. Zira ümmetin onun hikmetli eserlerine ihtiyacı vardı. Bu ikilemin hüznü, aksakalının Cumaları bir üniversite öğrenci yurdunda sohbet ettiği haberiyle birden sevince dönüştü.

Aksakallı, namaz sonrası Cuma şuuruyla yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazlını aramayı salık veren ayeti böyle anlamlandırıyordu. Cumaları ekmek teknesini kapatıyor, çay, simit, zeytin, karperi, hoş ve hikmetli bir sohbete meze kılıyordu. Üniversitenin bıktırıcı ve sılaya mahkûm edici yalnızlığına karşı, edebiyattan, sanattan, sinemadan, insanlıktan, tarihten, dinden, imandan, masal tadında, yormayan ve ezmeyen cümlelere şahit olmak bazılarına okulu astırıyordu. Aksakallı, ders vermiyor, birilerini kötülemiyor, ötekileştirdikleri üzerinden kendini ve eserlerini övmüyordu. O, gençleri yeni yetişen filizler olarak görüp üzerlerine titriyor, temiz bir geçmişe sahip olmanın önemini bıkmadan usanmadan örneklendiriyordu. Sohbette katılanlar, akıllı(!) telefonuyla oynamayı unutacak kadar etkileniyor, Cumanın bereketi o hâl üzerinden mahâli sarıp sarmalıyordu.

Bu sohbetin yapıldığı yurda ait salonun bir adı yoktu. Ama öğrenciler o mekanı,yıllarca onlara emek veren hâlin adıyla anar olmuşlardı. Yurda yeni gelen gençler, salona adını verenin kim olduğunu sorduklarında onunla muhatap kılınıyorlardı. İbrahim Sadri’nin Kuş Hatıralarında  “Muammer Karaca’nın adına bir tiyatro binası yoktu, bizzat kendisi vardı”  dizesi benzeri... Yani ‘hâl ile mahâl’ buluşmuştu. Mâhalin isminin o hâl olduğuna bütün gönüller şahitti.

Liberal politikaların dinle harmanlanıp modern beyinlere sunulduğu bu tüten son ocakta, tüm muhafazakar birliktelikler, rejimin de desteğiyle modern mahâller inşa etme yarışına giriştiler. İnşa edilen kültür komplekslerinin, lokallerin, okuma salonlarının, kütüphanelerin depreme dayanıklı inşaatı ve mimari estetiği görsele yönelikti. Üstelik bunlara ve içindeki mahâllere bugüne kadar hor görülmüş önemli şahsiyetlerimizin isimleri veriliyordu. O isimler bir hali çağrıştırıyordu ama  hali yansıtmayan mahâlleri isimlendirme işgüzarlığı, postmodern bir yaklaşımdan öteye gidemedi. Mahâllerin, hâlleri ihmal edercesine hızla çoğalması ‘miş gibi’ yapılmasını da beraberinde getirdi. Kuran ve Sünnet konusunda yapılan kapsamlı(!) yoğun seminer programlarına rağmen takvayı esas alan sorumluluk bilinci yerine üstünlük ve hamaset edebiyatı yaygınlaştı. Yani çoğalıyoruz zannıyla azalanlardan olduk.

Resulullah’ın (sav) inşasında taş taşıdığı mescitte, insanları kardeş kılan takva esas alınıyor ve o mahâle “haydin kurtuluşa” diye çağrılan insanlar, hâl ile yani sünneti seniye ile karşılanıyordu. İşte bu sahici bir o kadar da sade ‘hâl mahâl’ ilişkisini anlamayan bedevilerin genişletme ve imar adına Mescidi Nebevi’yi imha çalışması sürüp gitmekte…

Hocam Ahmet Sarıoğlu’da Muradiye camiine, çay ocağı, okuma ve toplantı salonu ekletmişti. Muradiye camiinin bu derme çatma eklentilerinde, birçok genç kulluk şuuru noktasında eğitim aldı. Burada bilinen tedrisatın yanında bir de görünmez tedrisatın eğitimi büyük dikkat ve rikkatle sürdürüldü. Hocamın hâli Muradiye camiini mahâl tutmuş, bölünmez bir bütün oluşturmuşlardı. Ta ki hocamın vefatı sonrası Laz ve Balkan göçmeni TÖRE’ristler bu takvayı esas alan hâli hatırlatan camiyi yerle bir edene kadar. Üstelik yerine ruhsuz bir ucubeyi dikmenin huzuruyla gönendiler! Kıyamını hatırlatan mahâli yıkılmış Ahmet hocamın hâli ise kalplerimizi mahâl tuttu ve bize sorumluluklarımızı hatırlatıp durmakta…

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.