Sosyal Medya

Makale

500 Yılda Bir Gerçekleşecek Hadise

Artvin Hopa'da etkili olan sağanak yağış nedeniyle sel baskınları ve heyelanlar sonucunda 8 kişi hayatını kaybetti, 3 kişi kayboldu 17 kişi yaralandı. 500 yılda bir görüleceği iddia elden yağışlar 12 saatte metrekareye 252 kg yağması neticesinde oluşan ani akışlar heyelanlara sebep oldu. Bu da yerleşim merkezlerinde su baskınlarına ve yıkıma sebep oldu.

 

Can kaybına ve derin yıkımlara neden olan bu yağışlar bir afet midir? Yoksa bu yağışı afete çeviren, dere yataklarına, heyelan bölgelerine ev yapan, derelerdeki çakılı izinsiz çekip satan, çöpünü dereye atıp buraların tıkanmasına yol açanlar ve izin veren merciler midir?

 

Eğer bütün bu yanlışlar yapılmamış olsaydı 500 yılda bir yağan yağmur derelerden akacak, yeraltı su kaynakları dolacak, heyelan sayesinde ölü toprak kayacak alttan yeni ve canlı toprak çıkacak bu da oraların yeşermesine yani berekete neden olacaktı. Mesela sıcak su kaynakları kaplıcalar ile içtiğimiz maden suyu denilen soda kaynaklarının yeraltından çıkıp kullanımımıza sunulmasının nedeni “Tektonik” hareketlerdir. Yani depremlerdir.

 

Birçok evin sel nedeniyle matem tutulan bir taziye evine dönüşmesi “felaket tellalı” medyayı olay mahalline davet etti. Televizyonlar, radyolar, gazetelerle dünyanın dikkati Artvin Hopa'da ki sel görüntüleri üzerinde kilitledi. Bu yazıda esas üzerinde duracağım konu sel ve oluşturduğu hasarlar veya bu olayda yitirilen masum canlardan çok bu afet(!) karşısında toplumca yaşadığımız anlam kaymaları üzerine ümit kıran gelişmelerdir.

 

“Hopa suda boğuldu” “Derenin intikamı acı oldu” “Sular taştı, bendini aştı” gibi gazete başlıkları kendini modern diye adlandıran güruha ait olduğu hepimizce malumdur. Önümüze sunulan senaryo ise “Küresel ısınma felaketi”dir. Bunlar her şeyi çatışma ve boyun eğdirme olarak görürler. (Yaklaşık 20 yıl önce baraj açılış konuşması yapan o dönemin enerji bakanı  ”Sulara gem vurduk ve artık bu nehirler bizim istediğimiz gibi akacak” demişti.) Bugün ise asla sorumlusu kendilerin olmadığının rahatlığıyla halkını aczini gösteren başlıklar atmakta gecikmediler. Her afet sonrası kendi insanının bir türlü çağdaşlaşamadığından dem vuranlar inançları gereği bize “doğayı” intikam alan bir tanrı konumunda servis edenlerdir. Modernliği hayat tarzı olarak seçmişler hep bir çatışma ortamı oluşturup, çatışmadan beslenirler ve asıl temayülleri, işgalci olmalarıdır. İnsanları mega kentlere tıkarak çağdaşlaştıracakları tezi ile hareket ederler. Halkına bir yığın veya kalabalık nazarıyla baktıklarından, şehri kendi insanının inancına ve yaşam tarzına göre planlamazlar. Buna karşı batının kötü bir kopyası (adeta western kasabası) kıvamında oluşturdukları şehirlerinde insanları yaşamaya zorlarlar.

 

Muhafazakârların değişmez başlığı “Takdiri İlahi”  senaryonun ismiyse ”Nuh Tufanı” dır. Bunlara göre Allah, yaptığı günahlar ve isyanlar neticesinde kullarını cezalandırmaktadır. Bu durum kaderdir, buna isyan Allah’a isyan sayılır. Ama düşünülürse görülür ki muhafazakâr jargondaki “Takdiri ilahi” Allah’a karşı yapılmış en büyük hakaretlerdendir. Bu zihniyettekiler, şehir planlamasıyla ile ilgili her hangi bir inşaat veya mimari düzenleme yaptıklarında her zaman fırsatçılıklarıyla ön plandadırlar. Bir afet yaşanmadığı takdirde, yaptıkları çarpık ve düzensiz yapılaşmaları, ilahi bir yardım ve rızık olarak görür ve zekâtlarını da veriyorlarsa bu helalin ta kendisidir diye düşünürler. İnşa ettikleri tek tip sitelerden oluşmuş şehirler güya mütedeyyin insanların inançlarına göre yapılmıştır. Bu tip insanlar her şeyi kabul eden ve makbul gören, oluşan her yanlışlığın sonunda “Takdiri ilahi” deyip hesap sormayan sessiz yığınlardan olmayı kader sananlardır.

 

İşte devamlı her afet sonrası ortaya çıkan, adeta Hacivat ve Karagöz gibi mücadele eden Modern işgalciler ve Muhafazakâr fırsatçılar bunu bir hayat mücadelesi sanırlar. Bence bu iki güruhun ıslahına çalışmadan, ne Müslüman’ca ne de insanca bir hayat sürdürülemez.

 

İşin aslı “Su her zaman en kısa yolu seçer”. Yağmurlar, toprakla veya kendisini denize ulaştıran dereler ile buluşamadığında kural gereği taşar ve zararlara yol açar. Ama bunun sorumlusu Allah değil onun emanetine sahip çıkmayan insandır. Bu, günahkâr kullarını cezalandıran bir ilahi takdir olmadığı gibi doğanın insandan aldığı bir intikamı da değildir. Mesela İstanbul’daki yoğun yağışlarda artık ne Kâğıthane ne de Alibeyköy’de gecekonduda yaşayan, modernler göre  “cahil” veya muhafazakârlara göre ”günahkâr” lardan hiç biri su baskınında ölmedi. Nedeni derelerdeki yapıların yıkılarak dereler ıslah edilme çalışmalarıdır.

 

Geçen yaz İstanbul’un su havzasında sadece %9 su kaldığı ve bunun şehre ancak 21 gün yeteceği yazılıp çiziliyordu. Küresel ısınmaya bağlanan bu kuraklık sorununu çözmek üzere yeraltından yüzlerce kilometre su borusu döşenerek Melen’den su İstanbul’un Anadolu yakasına getirilip, su havzalarına verildi. Ayrıca boğazın altından borular ile bu suyu İstanbul’un Avrupa yakasına geçiren proje milyonlarca dolar mal oldu. Bu verilerle düşünülürse Artvin ve Rize’ye bir günde, mevsim normallerine göre 3 ayda yağacak kadar yağmur yağdı ama bu su muhafaza edilemedi. Üstelik can ve mal kaybına neden oldu.

 

Şimdi bir daha bu modernlerden, muhafazakârlardan ve oluşmuş yanlış ezberlerden uzaklaşıp, gerçek bilimsel veriler ışığında, vicdanımızı ihmal etmeden bir daha düşünelim. Başımıza gelenler birer nimet mi yoksa birer afet mi? Allah’ın verdiği nimetleri hangi şeytani zihniyetler bir afet senaryosuna dönüştürüp bizi ürkek bir sürü durumuna getirmeye çalışıyor?


Biz, gökten belli bir ölçüde su indirdik de (faydalanmanız için) onu yeryüzünde tuttuk. Bizim onu tamamen gidermeye de muhakkak gücümüz yeter.(Mü'minûn/18)

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.