Makale
Hak Derdimizdir
İslâm çağrısının özelliğinde tartışmasız gerçekler vardır. bunların başında Allah'tan başka hiçbir kimsenin ilahlık ve Rabb'lık hakkına sahip olmamasıdır. Bundan dolayı Allah'tan başkasına bağlılık yoktur. Allah'tan başkasına dindarlık yapmak yoktur. Allah'tan başkasına boyun eğmek ve ondan başkasına itaat etmek yoktur. Bu temel hakikatin ilan edilmesi zorunluluktur. Karşıdaki muhalefet ne olursa olsun, hangi tehdit altında bulunursa bulunursun inkarcıların tepki ve tavırları ne olursa olsun bu yolun meşakkat ve tehlikeleri ne kadar çok olursa olsun bu ilan zorunluluktur. Allah'ın hakkını, hatırını her şeyin üstünde tutmak imani bir vazifedir.
Bilinçli müminin tek bir taassubu vardır. Hak-Hakikat. O hakikatin hatırını onun bunun hatırından üstün tutar.
Allah'ı birlemek ve insan'ın Allah'a kulluğu, bu dinin özü, dindarlığın eksenidir. İslam inançlarının en başta gelen ilkesi ve İslâm’ın giriş kapısıdır. Böylesine önemli olduğu için İslâm’ın, tevhit ve kulluğu Allah'ın doğal hakkı saydığını görüyoruz. Allah insana hayatın devamını sağlayan maddi ve manevi gereklerini ihsan etmekle buna müstehak olmuştur. İnsana sunduğu maddi nimetler bahsettiği ''güvenlik'' nimeti dolayısıyla Allah, insanın onu uluhiyette ve kullukta birlemesine hak kazanmıştır. Dindarlık, insanın temel ihtiyaçlarından gerektiği gibi yararlanması esası üzerinde yükselir, çünkü dindarlık ilahi nimetlere bir şükürdür. Bu zaruri ihtiyaçları gideren nimetleri bahseden lutfu ilahiye karşı şükürdür.
İnsan Hakları
İnsan hakları konusunda İslâm’ın, Avrupalıların koyduğu bu terimi aşarak, insanın iman ve hukukuna saygıda, hukuk mertebesini aşarak bunları zaruretler kabul edip 'farizalar' arasına kattığını görüyoruz.
Yeme, içme, giyinme, oturma, güvenlik, inanç, düşünce ve ifade özgürlüğü örenim hakkı toplumun genel düzeninin oluşturulmasına katılım ve yöneticileri gözetim, sorgulama hakkı. Bütün bunlar İslâm’ın nazarında insanın isteyeceğini elde etmek için çaba harcayan çoğu engelleyenlere karşı olunacağı haklarından ibaret değildir. Bunlar aynı zamanda, insanın boynunun borcu olan görevlerdir.
Bu ilkeler birey ve toplumun tümünden veya bir kısmından feragat etme hakkına sahip bulunduğu soyut haklar değildir. Bunlar ister bireysel ister toplumsal olsun insani zorunluluklardır. İnsanın bunlara sahip olmaksızın, hayat demeyi, hak edecek bir hayat sürmesine imkan yoktur. Sonra bunlara sahip çıkmak, insanın yalnızca hakkı değil aynı zamanda görevidir de. İnsanla bu zaruretlerin arasına giren herkes suçlu olduğu gibi. Bu husustan ihmalkar davranan birey veya toplumda suç işlemiş olur. Bunlar hayatın asıl anlamının gerçekleşebilmesi için bulunması insanın yararlanıp kullanması gereken zorunluluklardır.
İslâm, insanın kadrini yüce tutmuştur. Diğer medeniyetlerin hak olarak tanıdığı şeyleri - vacip insani zaruretler - mertebesine çıkarmıştır. Diğer medeniyetlerin yaptığı gibi hukuk düzeyiyle yetinmemiştir.
İslâm insan haklarına sahip çıkmada doruk noktadadır. Dahası, İslâm insan haklarını sadece haklar olarak telakki etmeyip ilahi farizalar ve şer’i yükümlülükler olarak görmektedir. İşte bu meselede İslâm’ın seçkinliği ve üstünlüğü bu inceliktir.
Biz İslâmi modeli sunarken yalnızca batılı modelin benzeri aynısı veya eşi olarak sunuyor, batılı modeli aşan ondan üstün olan bir alternatif olarak sunuyoruz. Eğer hürriyet batılı insan için bir haksa bu İslâmi bir farizadır. Eğer batılı anlayışa göre insan hayatının korunması bir haksa İslâmi bakış açısına göre bu bir farizadır. Eğer siyasetle uğraşmak millet ve memleket meseleleriyle alakadar olma, siyasi destek veya muhalefet gibi siyasi uğraşlar batıda, haklardan bir hak ise aynı şey İslam da farizadır. Çünkü Müslümanların işleriyle alakadar olmayan onların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.
Batı düşüncesi insana Allah’ın kulu gözüyle bakmaz. Böyle bir gözle de bakmayınca onu ezilmesi ve sömürülmesi gereken bir obje olarak kabul eder.
Bu düşünceye göre insanla hayvan arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl ki doğada gücü yeten hayvan diğerlerini tereddütsüz mahvediyorsa insanlar ve toplumlar arasındaki münasebetlerde de aynı hal geçerlidir.
Ahlaksız bir güç firavunlaşır. Firavunlar, tarihin hiçbir döneminde insanı saygı duymamıştır, onları bilakis köleleştirip diktatörlüklerini sürdürmüşlerdir. Zamanımızın Amerikası, Rusyası, İngilteresi, İsraili....vs. tüm batılı ve onların jandarmalığını yapan emparyalistler insan hakları söylemini sömürgeciliğin maskesi olarak kullanmaktadırlar.
İslam düşüncesinde ise insan Allah'ın bir mucizesi ve Onun yeryüzündeki halifesidir. Allah, yalnız insanı bir imkanlar varlığı olarak yaratmıştır. Yani insan Rahmani yanını geliştirebileceği gibi şeytani yanını da geliştirebilir o durmaksızın gelişme halindedir. Olumlu ya da olumsuz anlamda da olabilir. Bu yüzden İslâmi anlayışta, insanın insanı ezmesine, güçlünün egemen olmasına izin verilmez. Zorbalık haklı çıkarılmaz. O adalet dağıtıcısıdır. İnsanları ekonomik alanda yağma ve gasp olan, siyasi alanda zorbalık ve baskıdan kurtarır. İnsan tabiatına göre ayarlanmıştır.
İnsan için vahyedilen İslam beşer tabiatını güzelleştirmek onun müsbet cephesini geliştirmek ister. Oysa batı uygarlığı insanın olumsuz cephesini geliştiren bu cephe üzerine inşa edilmiş bir uygarlıktır.
İnsanlığı kurtarmak iddiasında olan Kominizm, kinden, nefretten, doğmuştur. Yani insanın olumsuz cephesinden onun lügatinde, acıma kelimesinin yeri yoktur.
Batı uygarlığının öbür yarısı olan Kapitalizm ise insan sevgisinden erdem temelinden yoksundur. Materyalist yönde gelişmiş insanı ezmiş, şahsiyeti öldürmüştür. Erdem yarışının yerine eşya yarışına ikame etmiştir.
İnsanlık İslâm’dan uzaklaştıkça hakikatten, adaletten, feragat ve erdemden uzaklaşmıştır.
İnsanlığın başlangıcından bugüne kadar gelen hakikat ruhunu ve yolunu ancak İslâm’da bulabiliriz. Beşeriyete hak ile batılın, delaletle hidayetin ne olduğunu son büyük peygamber bir kez daha ve açıkça tebliğ etmiştir. İslâm’ın ruhu sadece söze değil işe, esere ve davranışa yerleşmiştir.
İnsan Hakları Söylemi Sömürgeciliğin Maskesi:
Siyasal alanda, ateistinden, solcusuna, sosyalistinden, ulusalcısına, kapitalistine, İslâmcısına herkes insan hakları eşitlik, hukukun üstünlüğü gibi söylemlere sığınıyor. Farklı dünya görüşlerine sahip bireyler, gruplar ve farklı siyasi modellere sahip ülkeler kendi konumlarını ve pratiklerini haklılaştırmak için her geçen gün bu kavrama daha sık başvurma ihtiyacı duymaktadırlar. İnsan haklarının bugün en azından söylem düzeyinde üstünlüğünü ilan ettiğini ve insan haklarına riayetin, bireyleri örgütleri ve devletleri değerlendirmede kendisine başvurulacak ortak bir kriter haline geldiğine söylemek mümkündür. Öyle ki, uluslararası alanda bu konuda en yoğun biçimde eleştirilen ülkeler bile genellikle, kendi ülkelerinde bu tür ihlallerin olmadığını ya da kendilerinin farklı bir insan hakları anlayışına sahip olduğunu ileri sürmektedir. Ama bunların hemen hiçbirisi artık insan haklarının ahlaki değerini veya siyasi meşruiyet kaynağı olarak önemini reddedememektedirler.
İnsan haklarının üstün bir ahlaki değer haline gelişinin uzun bir geçmişi var insanın bir takım haklara sahip olduğu gerçeği ilk insandan bu yana dile getirilmiş ve özellikle kutsal metinler bu haklarla birlikte, bu haklara kaynaklık eden insan onuruna atıfta bulunarak bugünkü insan hakları kuramına felsefi altyapısını hazırlamışlardır. İnsan hakları kuramı aynı zamanda yüzyıllar süren çok çeşitli hak mücadelelerinin biriktirdiği bir temele oturmuştur.
Modern insan hakları kuramının bir doktrin olarak çerçevesinin aydınlanma sürecinde batı da Belirginleşmiş olması, onun evrenselliğine halel getirmemektedir. Batıda belirginleşen insan hakları kuramı ile Batı uygarlık ve kültürü sorunsuz bir bütünlük ya da sebep-sonuç ilişkisi içinde değildir. İnsan hakları ile özgürlük, eşitlik gibi ilkelerin ön plana çıktığı 20.yy. aynı zamanda tarihin en büyük insanlık acılarına şahitlik eden bir yüzyıl olmuştur. Batı henüz holokostla, soykırımlarla, kitle katliamlarıyla toplama kayıplarıyla gerçek anlamda yüzleşmiş değildir.
Dolayısıyla hem insan hakları kavramının evrenselliğini kabul etmek, hem de onun içinde geliştiği uygarlığın olumlu ya da olumsuz izlerini taşıyan boyutlarıyla ciddi bir eleştirisini yapmak insan hakları kavramını sahiplenmek ama aynı zamanda onun gerçekleşmesini sağlayacak olan temelde insanın en başta kendisiyle barışını tesis edecek bir felsefi arayışı unutturmayacak eleştirel bir perspektifi sürekli korumak zorunludur.
Günümüzde insan hakları söyleminin 20. yy. son çeyreğinde ulaştığı ayrıcalıklı konuma rağmen tüm dünyada insan hakları ihlalleri devam etmektedir.
Sağ ve sol, firavunist, faşist diktatör, oligarşik krallıklarla, cuntacı militarist yöntemlerle idare edilen emperyalist sistemlerin ürettiği çatışmalarda boşalan yeri, etnik, dini, siyasi, mezhebi vb. farklılıklara dayalı yeni çatışmalar yeni totaliterizm biçimleri olmaktadır. Batılı ülkeler uluslararası politikada insan hakları alanında kimi zaman olumlu ama sorunlu ilişkiyi kanıtlayarak ölçüde genellikle de olumsuz bir sınav vermektedirler.
Ortadoğu da, Afrika da, Doğu Avrupa da, balkanlarda, uzak Doğu Asya da, Kafkaslar da ve bizzat Amerikan’ın içinde yaşanan çatışmalarda (siyahilerin katledilmesi), ölen yüzlerce, onbinlerce insanın hayatıyla birlikte insan haklarının uluslararası düzeyde umudu da hasar görmüştür. Ne yazık ki insan haklarına uluslararası düzeyde koruma söyleyebilecek samimiyette ve güçte herhangi bir organda görünmemektedir.
Dünya insan hakları karnesi tanzim eden firavunist Amerikan’ın emperyalist bütününü, resmini görmek için 1996 yılında Kansas eyaletinde, eyalet senatosu açılışında Rahip Joe Wright'in yaptığı şu olaya bakınız;
''Biz fakiri istismar ettik ve buna piyango dedik
Biz tembelliği ödüllendirdik ve buna yardım dedik
Biz doğmamışlarımızı öldürdük ve buna seçim dedik
Biz kürtaja karşı olanlara ateş ettik ve bunu haklı bulduk
Biz çocuklarımızı disiplin etmeyi ihmal ettik ve buna kendine güven inşaası dedik
Biz dünyayı terörize ettik mazlumları terörist ilan ettik
Biz evimizi istismar ettik ve buna siyaset dedik.
Biz komşularımızın varlıklarına göz diktik ve buna azizm dedik
Biz havayı ahlaksızlık ve pornografiyle kirlettik ve buna kendini ifade etme özgürlüğü dedik
Biz atalarımızın zaman içindeki değerlerini alay konusu ettik ve buna aydınlanma dedik.''
Bu bir Amerikalı rahibin itirafıdır. Gerçekten insan hakları söylemi çağımızda tartışmasız şekilde sömürgeciliğin bir maskesidir.
İnsan hakları söylemini dilinden düşürmeyen Amerikan’ın suç dosyası kabarıktır. Başta Guantanamonun hesabını vermesini gerekir.
Evet bizler, 21.yy. dünya halkları Guantanamo çağında yaşıyoruz.
Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı Ebu Gureyb olmayacaktı.
İnsan hakları diye bir şey olsaydı, Afganistan da, Pakistan da, Filistin de, Suriye de, Irakta, soykırımlar katliamlar olmayacaktı. Gazze tutsaklar kanununa çevrilmeyecekti..
Eğer vicdani bir dünya olsaydı Keşmir de Müslümanlar katledilmeyecekti.
Bosna da binlerce Boşnak Müslüman kurşuna dizilmeyecekti.
İnsan hakları diye bir şey olsaydı, firavunist Amerika zenci insanlara ikinci sınıf yapmazdı ve onları polis kurşunlarıyla öldürmezdi. Hala Amerika da ne yazık ki siyahilerin giremediği ortamlar, mekanlar var.
Demek ki insan hakları söylemi büyük batılı şirketlerin söylemi.
Bu katliamlar bu soykırımlar bu vahşetler, vahşi Batının politik hafızasında yer almıyor. Çünkü İslâm’a mensup olan halklar onların gözünde, modern seküler tarihlerinde istatistik malzemesi olarak görünüyor. Bu haklar kavramı, maske kavramlar olarak kullanılmaktadır.
21. yy. ihanetler, katliamlar, hukuksuzluklar, hak ihlalleri, vahşetlerin tavan yaptığı, emperyalistlerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmaladığı yüzyıl olarak anılacak. Vatan hainleriyle onurlu ve özgür insanların çarpışmasına, özgürlük mücadelesine sahne olacak. Gelecek nesiller medeniyet merkezlerimiz Bağdat’ı, Şam’ı, Kudüs’ü; Amerikan İngiliz, İsrail sömürgecilerine teslim edenleri asla unutmayacaktır.
Tüm bu olumsuzluklara, hak ihlallerine rağmen her türlü zulmün kaldırılması ve yeryüzünde tüm haksızlıkların son bulması için çalışmak ise, insan olarak var olmanın ve insanca yaşamanın bir gerçeğidir. Bu konuda hiçbir ayrıma gitmeksizin kim tarafından ve kime karşı yapılırsa yapılsın her türlü haksızlığa ve zulme karşı çıkılmalıdır.
Allah’ın doğuştan hür olarak yarattığı insanı hiç kimse köleleştiremez, haklarını gasp edemez, doğuştan itibaren getirdiği, kendi iradesinin dışındaki, renginden, dilinden, vatanından, soyundan, sopundan dolayı kınanamaz ve aşağılanamaz. İnsan hakları hiçbir otorite tarafından geri alınamaz.
Herhangi bir siyasi toplumun meşruiyeti insanın insan olarak yaşamasının olmazsa olmaz şartı olan bu hakları tanımasına bağlıdır.
Vahşi Batının kendi başına insan hakları üzerinde tekel kurmaya ve kendi kavramsal modelini veya insan hakları politikalarını dünyaya dikte ettirmeye hakkı yoktur. Batılı ülkelerin bu konuda açık bir çifte standart içinde oldukları ve insan haklarını ekonomik ve siyasi amaçlar sömürgecilik, zulmünü maskelemek için kullandıklarını bilmemiz gerekir.
Şunu unutmamak lazım ki, etkin bir insan hakları mücadelesini geliştirmek bakımından insan haklarını ayrımsız bir temelde herkes için savunmak büyük önem taşımaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek içinde kim olursa olsun zalime karşı mazlumdan yana olmayı ilke edinen, çifte standartsız bir insan hakları perspektifine sahip olmayı zorunlu kılmaktadır.
İslâm’ın temel prensiplerinden biride mazluma kimliği sorulmaz kuralıdır.
İnsanlar bir tarağın dişleri gibidir gerçeğini ulu önderimiz, kurtarıcımız, peygamberimiz veda hutbesinde dile getirmiştir. Vahşi ve Barbar Batı ise insan hakları söylemini 1789 Fransız İhtilalİ akabinde dillendirmeye başlamıştır. Bu gerçeklikler İslâm medeniyetinin hak kavramına yaklaşımını, insanın mükerrem bir varlık olduğunun bir göstergesidir.
Henüz yorum yapılmamış.