Sosyal Medya

Makale

Yaşamın, İnsanın ve Gerçekliğin Yapısı Üzerine Deneme…

Gözlerim yorgunluktan kapandı kapanıyor. Aklım zonkluyor, yaşadığım şey o kadar kolay değil biliyorum ama yine de sanki başka bir şeyler gerekli diye çok zorluyorum düşünsel sınırlarımı… Mecalim kalmamış gibi savruluyorum. Hâlbuki neşeli ve dinç görünürdüm bakan gözlere… Yıkılmaya az kalmış bir görüntü veriyorum. Ama savaşmalı ve bu hali üzerimden atmalıyım. Yıkılmak insana yakışır bir şey değil!

Yaşam dediğimiz şey çok bilinmeyenli bir denklem! Ama bu denklem hep ucu bir bilinmeyene açılan cinstendir. Bu yüzden de tam emin olup parantezi kapatıyorum diyenler koca bir yalan dünyasına açılmış sayılabilirler. Ama nerde… İnsanlar genel itibarı ile bu duyguları çoğu kez fark etmezler bile… Niye? Çünkü insan, duygularının farkındalığını oluşturduğunda yaşamı kendisi için bir eziyete dönüşür ve bu durumdan kaçmak için genelde kör- sağırı oynar.

Duyguların yoğunluğu karşısında kelimeler kifayetsiz kalır. Her kelime kendi derinliğini yaşama taşır. Ama bu kelimeler aynı duyarlılıkla taşınmaz kişilere… Her derdin bir çaresi vardır derler. Ama bazı dertler gerçekten de çözümsüzdür. Çözümsüzlüğü ise yaşamın aynı zamanda bir çoklu dünya olmasıyla ilişkilidir. İşte kader diye sayıkladığımız bir dünya… İnsan başına gelen şeyi kendi dışına atma konusunda çok mahir. Suçu kendinde arama yerine dışarıda bulma arayışıdır da bu…

Duyguyu kaybedip hayat küskünlüğü içinde yaşamı bir işkenceye dönüştürme konusunda insandan daha çok çaba sarf eden başka varlık yoktur. Ya da duyguyu çok yoğunlaştırıp bir başka açıdan da işkenceye varabilir. Ama sonuç itibarı ile insan kendisine eziyet etmeyi seviyor. Duygu, insanı insan kılan en önemli şey! Ama bu önemli şeyin varlığını doğru konumlandırdığımızda belki bizi insan kılacak kıvama gelir. Nedir bu duygu? Kişinin karşılaştığı durum, konum ve ilişkilerin oluşturduğu keskinliği algılamak ve idrak ederek yeni durum ve konuma yükselmeye zemin oluşturacak bir karşılaşma zeminidir. İnsan hep içinde tartışır. Bu iç tartışmasını ise yaşamın kendisi kılarak varlığını kapalı hale getirir. Böylece kendi yalnızlığının mahpushanesinde yaşamaya yazgılı olduğu zehabı üzerinden bir duygusallık üreterek varlığının anlamını hiçler. Bu hiçleme aynı zamanda bir anlamsızlık girdabı oluşturarak varlığının anlamının yoksunluğunun oluşturduğu acıyı yaşar. İşte bu acıdır ki aklı mukayyet olmaya zorlar.  Mukayyet olmayan akıl ise kendini kaybederek dış desteğe ihtiyaç hisseder. Ama bütün bu olup bitenler hep bir gizli haznede gerçekleştiği içinde pek dışarıdan gözlemlenmez genelde…

Yüreği hoplayacak kadar atıyordu. Niçin attığı konusunda ise karamsardı. Kalbin ritminin bu kadar hızlanmasını hayra yormadı. Kalbinin aktığı bir mecra arıyor muydu, emin değildi. Kalbi bir yerlere yaslanmalı mıydı, onu da tam hissedemiyordu. Hâlbuki bir sığınak aradığını sadece kendisine söylemek istemiyordu. Bu arayışı güçlü bir sevgi ile beslemek ve belki de aradığı huzuru bulacağını düşünüyordu. Ama sevgi öyle kınında durduğu gibi durmuyordu. Akıp gitmek ve uzaklara sürüklenmek istiyordu. Sevgi hep doruğu ister ve hep en yükseklere ve derinlere dalmak için zemin yoklar. İşte bu durumun kendisi zorlayıcı bir yorgunluğun kapısını aralar. Teslim olmakla isyan etmek arasındaki derin farkı belki de ilk kez bu noktada hissedecekti. Sevgiye teslim olmak ya da sevgiyi reddetmek, boyun eğmemek… Bu bir tercih! Ama her tercih gibi insanı derinden sarsacak bir tercihtir.

Yaşamak nedir? Bu soru aslında sevgi nedir sorusu ile eş değer bir sorudur. Ama sevginin ne olduğu en azından tecrübe ile bilinebilir. Ancak yaşamak tecrübe ile de bilinmez. Çünkü yaşamın kendisi çok bilinmeyenli ve bir ucu bilinmeze açılan bir kapıdır. O yüzden tecrübe üzerinden yaşamı öğrenemez ve hakkında bilgi edinemezsiniz. Eğer bir bilgiye sahip olduğunuzu düşünüyorsanız o size çok güçlü bir tokat aşkederek varlığını bir kez daha hatırlatır. Ve ben hiç böyle düşünmemiştim dedirtir.

Yaşamak çok fonksiyonlu bir tekniği çok boyutlu bir anlam dünyası içinde hazmetmeye çalışmaktır. Çünkü yaşam gerçek anlamı ile çok boyutlu ve çok katmanlıdır. Ve insan hayatı boyunca yaşamı bütün boyutları ve katmanları ile tüketecek bir vakte sahip değildir.

Ah! İnsan! Ne kadar aciz! Kendi duygularında boğulduğunda bile kendinden habersiz yaşamayı sürdürebiliyor. Bu insanın sahip olduğu gerçekliğin bir ipucu olarak tanımlanabilir. Çünkü bugüne kadar insanlığın sahip olduğu her türlü birikim üzerinden söyleyecek olursak dahi hala insana dair kapsayıcı bir açıklama ya da idrak oluşturulabilmiş değildir. İnsan kimdir sorusu hep muallâkta kalmaya mahkûm gibi görünüyor. Muhakkak insanın kimliğine dair yüzlerce tanım yapılabilir. Ama bu tanımların hiçbiri gerçek anlamı ile insanı tam olarak tanımlama yetisine haiz değildir.

Bir insan, bir duyguyu yaşadığı zaman kendi dışındaki her şeye körleşir. Başka duyguların varlığına vakıf olamaz! Bu da sadece kendisinin acı çektiğini düşünerek kendini daha çok bedbaht kılar. Hâlbuki insan, diğer insan tekleri gibidir. Ve eğer kendisi bir şey yaşıyorsa muhakkak başkaları da bu duyguyu tatmıştır. O zaman kendini insanlık ailesinin bir ferdi kılarak kendi duygusal boşluğunu doldurma konusunda bir imtiyaz elde edebilir. Ama ne yazıktır ki insan buna yönelmediği gibi yeltenmeyi de düşünmez! O zaman kendi acıları içinde çürüyüp gittiğini sadece kendisi fark etmez hale gelir. Dışarıdan onun niçin çürüdüğünü gözlemlemek ona fayda veremez! Bir faydanın varlığı o faydanın gözlemlenebilir olmasına bağlıdır. Hâlbuki kendi içinde kapanmış kendi duygularında gerçekliği yeniden inşa eden ve çektiği acıyı kutsayan kişiler aynı zamanda bakar kör olurlar.

Hâlbuki insan yaşamın geçici tabiatını fark ederek kendi geleceğinin garantisi yerine yaşadığı anın vacibini yerine getirerek kendi konumunu bir üst konuma taşıyarak varlığının anlamına yaklaşır ve bu yaklaşım ile de kendi değerinin karakteristik yapısı ile yüzleşerek varlığına yeni bir anlam yükleyerek geleceğini bugünden inşa edebilir. Geleceğe bakarak bu gün inşa edilemez. Çünkü gelecek bilinemez olandır. Bugün ise içinde yaşadığımızdan bilgi edinebileceğimiz bir konumdadır. Temel ilke ise arayışın bilinenden bilinmeyene yönelik olmasıdır. Yoksa bilinmeyenden bilinene yönelik her hamle sadece bilinemezliği çoğaltır. Ama bu gerçek de pek bilinmez!

Yaşam ile gerçek arasında birebir bir ilişki ve illiyet bağı vardır. Gerçek yaşamı oluştururken yaşam da gerçeği belirleyecek bir zemini ikame eder. Gerçek mi yaşam mı daha önemli sorusu ise muallâkta kalmaya mahkûm bir soru olacaktır. Çünkü yaşam ile gerçek birbirini besleyen ve bütünleyen iki temel gösterendir.

Kişi, duygularını yaşarken bir gerçeklik zemininde bulunmaktadır. Ama bu gerçeklik zemini yegâne gerçeklik zemini değildir. Sadece bu gerçeği bilmemek ve hatırlamamak kişiyi kendi zindanına mahkûm kılar. Hâlbuki insan, kendi zaafını bilse ve sürekli yardım alarak kendini gerçekleştirebileceğine kani olsa sorunu çözme konusunda ciddi bir adım atmış olacaktır. Ama insana, kendi müstağniliğinde yaşamak kolayına geliyor ve bunu itiyat ediniyor. Sadece kendisinin biricik olduğunu, aklının her şeye yettiğini düşündüğünü ve muhtaçlığı kendisine yediremediğini de itiraf edemez! O zaman da yenilgi üzerine yenilgi alır. Ama buna doymaz ve her yenilgi bir başka yenilginin mazeretini oluşturur.

İnsan, yaşam ve gerçeklik aynı düzlemde çoklu denklemler gibidirler. Bu kavramlar her zaman bir bilinmezi içerirler. Bu yüzden bu kavramların birbirleri ile ilişkisi de bu bilinmezliği içinde barındıracaktır. Ama bu bilinmezlik aynı zamanda insana büyük bir imkân bahşediyor. Çünkü kendi inşasını hem yaşama ve hem gerçekliğe yedirecek bir tavra sahip kılabilir. İşte insan bu bilinmezlik üzerinden kendi hakikatini kurarak varlığının anlamını açıklığa kavuşturabilirse yaşam ve gerçekliği kendisine boyun eğdirebilir. Çünkü yaşam ve gerçeklik aynı zamanda insana mahsus özellikler taşımaktadır. İnsan yaşamının teminatı olarak varlığını kendi gerçeklik zemininde inşa ederek kendisine yöneltilecek her imtihanı da aynı kararlılıkla karşılayabilirse, sorumluluğunu idrak ederek varlığına anlam katmış olur. Zaten insan anlamdır. Anlam olmadan insanı tanımak ya da tanımlamak imkânsızlığı aramak olacaktır. Çünkü yaratılış bir boşunalık aramaz! O bir anlam üzerinden yaşama katılır. Ve insan teklife ve tekliğe mazhar olan yegâne varlıktır. Bu da insanı yaşam ve gerçeklik üzerinde bir adım daha öne çıkarmaktadır.

O zaman insan, kendi duygularını ve duygudaşlıklarını tefekkür ederek anlamını kavrayabilir. İçinde bulunduğu halin dışına çıkarak kendi içinde olup bitenin neliğine dair bir bakış oluşturabilir. Ve insan bu karakteristik yapısı ile insan olarak varlığını varlığın anlamına tevdi ederek kemale doğru yolculuk yapabilir.

İnsan, düşünmekten korkarak kendi varlığının anlamını hiçler ve bu hiçlemenin yaşam ve gerçeklik üzerinde nasıl bir baskı oluşturacağını da anlamadan yürüdüğünde beşer düzeyine inerek kendini inkâra yol açar.

Yaşam bir teori mi yoksa bir pratik mi sorusu anlamlıdır. Yaşam aslında bir teori üzerinden kurgulanır. Bu yüzden insan düşündüğünde ve metafizik ilkeler üzerine bina ettiğinde bakışını yaşam ve gerçeklikle doğru ve sahici bir ilişki kurabilir. Ve karşı karşıya kalacağı her durumu ve konumu içselleştirerek onu gerçeklik haline havale ederek üstesinden gelebilir. Bunun için insan olmak yeter şarttır…

Kelimeler duygularımızı taşır, duygularımız ise kelimelere kan ve can katar. Kelimeler, insan olmanın sihrini taşır. Bu sihir ile de yaşamı tanımlar ve anlamlandırırız. Yaşam ise bize kendi gerçeklik zemininde kalmamıza imkân tanır…

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.