Sosyal Medya

Makale

Gümüş Para

             İkindi namazında Beyazıt Camiindeydim. O gökyüzünü anımsatan büyük kubbeye doğru birlikte yapılan dua sonrası Suat Hocanın okuduğu Kuran tilavetinin dinginliğinde Sahaflar Çarşısı girişinde bir gurubun dikkatle inceledikleri bir tezgâhın başında buluyorum kendimi. Bu sadece para koleksiyoncularına hitap eden hususi ve bir o kadar da naif tezgâh, ortamdan kopardığı muhayyilemi adeta çocukluk günlerime doğru sürüklüyor. Bunun nedeni o tezgâh başında karşıma çıkan, bayramda veya harçlık olarak aldığım bakır renkli beş kuruşlar, on kuruşlar, metalik renkli yirmi beş kuruşlar, elli kuruşlar… Ve ancak bayramlarda elime geçen bozukları bütünlettirip ulaşabildiğim bir lira ve iki buçuk lira ile ortaokul günlerime tekabül eden çok büyük demir para olan beş lira ile göz göze gelmek olmalı…

             Artık bu paralar da siyah beyaz çocukluk fotoğraflarım gibi geçerliliğini yitirmiş ve anı toplayıcıları olarak gördüğüm koleksiyoncuların ilgi sahası dışında bir değer içermeyip anca anıları canlandırmaya adaylar. Bir zamanlar simit ve yanında Olimpos gazoz aldığım bakır on kuruşlar, üzerimde oluşturduğu coşkudan çok uzak emekliliğe ayrılmış diğer bozuk paraların yanında adeta terk edilmişliği oynuyorlar. Bu paralar şu sıralar onları bulunca sevinçten gözleri parlayan bir koleksiyoncudan başkasına çok yabancılar. Artık bir çocuğun kaybetmemek için sıkıca tuttuğu avucundan, bir balıkçının ıslak elleriyle yerleştirdiği önlüğünden veya çocukları sevindirmek için ninelerce saklanan bakır dirhemliklerden, yani hayattan fersah fersah uzaktalar…

              Karşı komşumuz Rahime ninenin de içinde bozuklukları biriktirdiği bakır bir dirhemliği vardı. Bayramlarda zilini çalıp elini öpen çocuklara bozuklukları verişindeki özen ve sevinç görülmeye değerdi. Ama bir bayram günü çocuklar söylenerek ve kızgın bir şekilde ellerindeki harçlıkları fırlatarak merdivenlerden iniyorlardı. Başta verileni beğenmeyip şımarıklık yaptığını sandığım çocukların niye kızdıklarını yerdeki bozuklukları elime alınca anladım. Bunlar zamanı geçmiş metalik bir liralardı. Hacı anne, sanki kendisine diğer bayramı göremeyeceği malum olunmuşçasına yeni para eklemediği bakır dirhemliğinin dibini bulmuş hızını alamamış onları da vermiş ve özenle sakladığı bozuklukları da hayatı ile birlikte tüketmişti…

             Bugün ise Suat hocanın tilavet ettiği Kehf suresinin ve arkasından bu eski paraların satıldığı tezgâh başındaki o masum çocukluk günlerime savruluşlarım sonrasında akşam okuyuşlarıma denk gelen Kehf suresinin 19. ayeti olsa olsa bir dejavu olmalıydı. Ya da seherlerde kaybettiğim güvercinlerle ikindide bir cami avlusunda rastlaşmanın namütenahi heyecanı…

           Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız”? dedi. (Bir kısmı) “Bir gün, ya da bir günden az”, dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.” (Kehf /19)

             Kehf suresi akışında, hikâyeyi ve olayları beklenmedik bir anda sunma özelliğinin güzel bir örneği olan bu sahnede, gençler uyanırlar ama mağarada ne kadar kaldıklarını bilemezler. Uzun bir uykudan uyanan biri mahmurluğuyla "Burada ne kadar kaldınız?" diye sorarlar. Soruyu soranın uzun bir uykunun etkisinde kaldığını hisseden arkadaşları `Bir gün ya da bir günden az’, derler. Ardından perde arkasını bilmedikleri bu meseleyle uğraşmaktan vazgeçip ve şu anda karşı karşıya kaldıkları sorunu çözmeye karar verirler. Evet, acıkmışlar ve yanlarında da şehirden çıkarken üzerlerine aldıkları gümüş paralar vardır: " Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin."

             Onlar bu gümüş paralar ile yiyecek almaya çalıştıklarında artık bu paraların geçerliliğini yitirmesinin üzerinden uzun yıllar geçtiğini anlarlar. Hâlbuki mağara öncesi her şeyi satın alabildikleri gümüş para artık değerini yitirmiş. Alışveriş aracı değil de eskiliği simgelediğinden hayat dışına itilmişti. Başka bir yaklaşıma göre Allah, Kehf ashabının adanmışlıklarından, dünyaya ait yanlarında kalan en son şeyleri olan gümüş paraları dahi ayırmıştır. Buradan, ölümden sonra tekrar dünyaya gelinemeyeceğine göre daha hayatta iken adanmışlıklarımızla, ardımız sıra kalacakların ayrıştırmasında Kehf ashabı gibi nasıl örnek bir duruş nasıl sergilenmeli diye düşünmeliyiz. Zira ahirette dünyaya ait mali üstünlükler veya acziyetler, sahip olunanın nasıl kazanıldığı ve nereye harcandığı ile direk alakalı olacaktır.

             1985’te Üniversiteyi bitirip Adana’da mühendis olarak bir şantiyede çalışıp kazandıklarımı eve bir katkı olsun diye yolladığım günlerde annem bu paraları harcamayıp Alman para birimi Mark’a çevirip 500 Mark almış bir naylona koyup eşyalar ile birlikte dolaba yerleştirmiş. Ben gelince bana sürpriz olsun diye göstermek için çıkarınca paranın bir kısmının güvelerce yendiğine şahit olduk. Bu eksilmiş parayı Kapalıçarşı’da o zaman el altından dövizcilik yapan birine gösterince bize değerinin anca yarısını teklif etmişti. Sonraki yıllarda ise Mark tedavülden kaldırılmıştı. Hâsılı, Asabı Kehf kadar yaşamadan bu paraların değerini yitirdiğine sonraları da tamamen ortadan kalktığına şahit olmuştum.

             Daha sonraları ise demir, bir, iki buçuk ve beş liraların değeri enflasyon nedeniyle ham maddesinin değerinin altına inmiş kaşık çatal üreticileri tarafından toplanır olmuştu. Bu üreticilere demir paraları eritip ondan kaşık çatal imal etmeleri daha kârlı gelmişti. Yani bir zamanların alım gücü olan bu bozuklukları biz daha dünyadan ayrılmadan değerini yitirmiş ve ham maddesine indirgenmişti. Kuran’da ise Ahiretteki bu eritme işi ve sonucu çok sarsıcı ifadeler şeklinde yer alır.

             “Kıyamette, o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde eritilecek de, bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara ‘İşte bu, nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız! Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım!’ denecektir.(Tevbe / 35)

             Resulullah(sav) Kehf suresinin 19. ayetini okuyunca acaba hayatına nasıl bir yön vermiştir diye düşündüğüm bir Pazar günü televizyonda izlerken gözlerimin dolduğu bir vaazda Hoca Resulullah’ın (sav) hayatının son anlarını aktarıyordu;

             Resulullah (sav) başucunda yaş döken Aişe’ye (rah) sordu;

Aişe sana emanet ettiğim o dirhemleri fakirlere tasadduk ettin mi?

Aişe’ye (rah) şöyle cevap verdi;

Hastalığınızın telaşından onları vermeyi unuttum.

Bunun üzerine Resulullah (sav)

— “Çabuk bana o yedi dirhemi getir.” dedi

Aişe’ye (rah) ;

O son kalan yedi dirhemini getirdim

Getirilen dirhemleri tek tek hangi fakirlere verilmesi gerektiğini ayrıntısıyla anlattı.

—Sonra baygın düştü.

 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.