Sosyal Medya

Makale

“Hayya ale’l-Felah”

Her gün Ezan ve kamette toplam 20 kere hepimize “Hayya ale’l-Felah” çağrısı yapılıyor. Fakat beraberlik algımızda dünyevi bir kurtuluşa ait bir ümit belirmiyor. Ezan namaz vaktinin göstergesi olmaktan öteye geçemediğinden “Haydin Kurtuluşa gelin” daveti de “Namaz kılın ki cennete kurtulun” şeklinde tevhidi bakıştan kopuk olarak düşünülüyor. Daha doğrusu düşünülmüyor sadece öyle olduğu zannediliyor. O zaman ezan ve özelinde “Hayya ale’l-Felah” davetinin böyle kısır bir anlamsızlığa bürünmesi nerden başlamıştır?

Rasulullah (sav) Medine’ye hicretinde ilk imar ettiği yapı Mescidi Nebi’dir. İnşaatında bizzat çalıştığı bu cami aynı zamanda onun eviydi. Medine şehri bu caminin etrafında şekillendi. Müminler ticaret dışında hayata dair tüm eylemleri bu camide gerçekleştirdiler. Ticaretin camii dışına itilmesi zenginliğe göre sınıflaşmayı önledi. Camiye gelenler tüm maddi ve makamsal üstünlükleri dışarıda bırakıyor, sadece takvanın üstün sayıldığı bu ortamda kardeş oluyorlardı. Topluma ait alınan tüm kararlar, herkesin eşit olarak yer aldığı camide alınıyordu. Böylece toplum zenginliğe ve makama değil takvaya göre şekilleniyordu. Münafıklar bile fitnelerinin hayat bulması için bir mescit inşa etmişlerdi. “Mescid-i Dırar” denilen bu fitne yuvası Allah’ın emriyle Rasulullah tarafında yıktırılmıştır.

Rasulullah’ın (sav) mescidinde kadınların ve erkeklerin nerde duracağını üstünlüğe göre değil fitneden sakınma prensibiyle belirlenmişti. Hiç kimsenin sorunu, küçük görülmeyip burada çözüm buluyordu. Cahiliyeden kalma bütün asalet unvanları değerini kaybetmiş yerine babadan oğulla devredilmeyen ancak kişinin gayreti ve samimiyetiyle elde edilen, takvanın alması halkı özgürleştirmişti. Toplumun evsiz bekârları olan “Asabı Suffa” nın barınağı olan bu cami aynı zamanda savaş gibi ciddi kararların tartışıldığı bir mekândı. Herhangi resmi bir işe tayin edilenler Rasulullah’a (sav) yakınlıklarına göre değil İslam cemaatine yaptıkları katkılarıyla yani takvaları ile belirleniyordu.

Rasulullah (sav), sadece namaz için değil bazı zamanlarda topluma ait duyurular için de ezan okutturuyordu. Rasulullah (sav) topluma ait kararları şura ile alıyor ve bunları camide ilan ediyordu. İnsanlar, unvanların, zenginliklerin ve akrabalıkların sultasından kurtulmuş Allah’ın evinde eşit ve adil olarak kardeş olmuşlardı. Yani insana ait bütün ideolojilere kulluğu bırakıp yalnızca Allah’a kul olup özgürleşmişlerdi. Ezanda yer alan “Hayya ale’l-Felah” yani, ‘Haydi kurtuluşa gelin.” lafzı yaşanan cami merkezli hayat ile uyumlu idi.

Dört Raşit Halife sonrası insanlar tekrar babadan oğulla geçen saltanat bataklığına saplandılar. Yöneticiler saraylarda yaşar oldu. Kanunlar bu saraylarda Halife’ye(!) yakın olan devlet erkânınca yapılıyordu. İslam ordusu(!) sadece dış düşmana değil iç düşman kabul edilen her türlü halk muhalefetine karşı tedbirler almaya başladı. Camiler eskisi gibi dolup taşıyordu ama “Hayya ale’l-Felah” sadece “Namaz kılın, cennete girin.” şeklinde anlaşılmaya başlanmıştı. İnsanlar tekrar cahiliyedeki gibi unvan, zenginlik ve iktidara karşı yakınlık gibi sahte değerlere yöneldiler.

Önceleri yöneticiler “Rasulullah’ın halifesi” iken sonraları “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”ne dönüştü. Ululananlar tebaalarına, kardeşlerim değil ‘kullarım’ demeye başlamıştı. Halka danışılmadan saraylarda çıkarılan kanunlar neticesinde halk günden güne fakirleşip acizleşti. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki mesafe arttı. Ve halk bu acizliği bitirmek adına Allah’a kul olmayı bırakıp iktidarların kulu olmaya, rızkı ve aydınlık yarınları(!) onlardan beklemeye başlayınca dünyevileşme başladı. Din onlara, dünyada adaleti ve paylaşmayı değil başındaki zalime sabredip ancak cennette rahat etmeyi emreder olmuştu! Rasulullah’ın (sav) sünnetine ve takva esasına göre yaşamak unutulunca “Hayya ale’l-Felah” hayatın dışına itilip kulaklara hitap eden hoş bir seda olarak kalakaldı.

Saltanat el değiştirerek birçok değişik toprakta egemen oldu. Fakat son halife tüten bu son ocağı terk edince Cami, ezan, Kuran dini gerileten bir bela gibi görenlerin eline kaldı.

TC'nin kurulduğu ilk dönemde, Diyanet İşleri Riyaseti’nin genelgesi ile ezan Arapça yerine Türkçe okunmuştur. Bu uygulama 1931 yılı Aralık ayında, Mustafa Kemal’in emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı’nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesine başlandı. Kuran’ın Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 de İstanbul’da Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar (Okur) tarafından okunmasından 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 de ise ilk Türkçe ezanı, Hafız Rıfat Bey Fatih Camii’nde okudu. 3 Şubat 1932 Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. 18 Temmuz 1932 de Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar vermesi üzerine Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi. 4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okutmalarını, buna uymayanların kati ve şedit bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim gönderildi...

Bu ezan projesinde Allah ismi celili bile Arapça(!) ve anlaşılmaz(!) bulunup ‘Tengri’ nin yeni Türkçesi şeklinde ‘Tanrı’ olarak değiştirilmişti. Ama “felah” kelimesi Arapça olmasına rağmen değiştirilmemişti. Zira Türkçesi kurtuluş olan bu kelime minareden okunduğunda “Haydi kurtuluşa” denilmesi sakıncalı bulunmuş. Zira o günlerde kurtuluş, sadece konulan ilkelere(!) bağlı kalıp tüm geçmişi ve inandıklarını reddetmekti. Sonraları, bu zihniyetin yetiştirdiği aydınlar da(!) ‘irtica’ kelimesi Arapça olmasına rağmen vurgusu ve çağrışımı açısından gericilik kelimesi yerine bayraklaştırıp inananlara türlü eziyetler ettiler.

Tüm caydırıcı tedbirlere rağmen halk bu yeni yetme sedaya alışamamıştı. Ve tepkiler arttı. Çok partili(!) hayata geçişin simgesi âdeta ezanın tekrar orijinal haliyle Arapça olarak okutturulmasıydı. Şu anda minarelerde okunan ezanın, o yaygara projesiyle tek uyuşan parçası “Felah” kelimesidir. Fakat zihnen laikleşmiş halkımız bu kelimenin günlük hayattaki yerini unutup sadece cennete gitmek şeklinde yorumladı. Ama yaşarken İslam sayesinde kurtuluşa eremeyenler ahirette nasıl kurtuluşa ereceklerdi? Yaşantı söze, ibadet kuru tekrarlara, din ise camiye hapsedildi.

Laik proje ezanını kaybetti ama bu arada Müslümanların zihnindeki dinin içini boşaltıp adeta Protestanlaştırdı. İman kelimesi, sonuna kadar Allah’a güvenmek anlamından çıkarılıp sadece bir kabule indirgenerek bugünün Allah’a inanan ama güvenmeyen insan tipi oluşturuldu. Kuran’a uyunca elindekilerini yitireceğine ve başının derde gireceğine ait korkuları tüm bedenini saranlar daima sağ iktidarları(!) desteklediler. İşte bugünkü iktidarı bu kadar yüksek oranda desteklemenin arka planında da bu 1950 öncesine dönülme sendromu yatmaktadır.

Taşradan şehre göçenler varını yoğunu harcayıp camiler yaptırdılar. Sonra bunları devlete teslim edip merkezinde camii olan ilçeler kurdular. Ama sünnete uygun olan camiyi hayatın merkezine koymaktı. Devletin dini kuruluşuna verilen camilerde sadece namaz kılındı ve toplumdan kopuk hutbelerle din, metafizik âleme havale edildi. Ezandaki kurtuluş çağrısı gelin devletin güvencesindeki camilerde namaz kılın ki ölünce cennete girebilesinize dönüştü.

Anadolu insanı Avrupa’ya işçi olarak gittiği yerlere de camiler yapmaya devam etti. Ama camileri bu seferde hiziplere(!) teslim etti. Artık bir hizip’e ait olan camiye diğerleri gelmez oldu. Camii, birleştirip toplayan hüviyetini kaybedince ecnebilere, eşitlik ve takvaya göre hayatın şekillendiği cami merkezli İslam’a davet etme imkânı yitirildi. Bugün Avrupa’da yüzlerce camii de “Hayya ale’l-Felah” çağrısı, hayatı kardeşçe ve özgür yaşamaya değil cemaat ideolojisine inanıp onun uğrunda ötekileştirilmiş Müslümanlarla mücadeleye dönüştü.

İslamcılar ise devletin kontrolünü öne sürerek camileri, cumaları terk ettiler. Ama kendi derneklerinde marjinalleşip, halkla, adalet ve eşitlik adına bir yerde toplaşamadılar. “Hayya ale’l-Felah” tan anladıkları ise herkesin onların etrafında toplanması ve diğer bütün yapıları reddetmesiydi. Camiden bağımsız bu çıkmaz sokaktaki özgürlük ve hak arayışı iddiasındakiler sonunda mitoz bölünerek birbirinden nefret eden birçok örgütçük ürettiler…  

Velhasıl dostum, ezanı duyduğun zaman sende de sadece bir namaz vaktinin girdiği fikri uyanıyorsa ezanın hangi dilden okunduğunun ne anlamı var ki. Ama gerçekten tüm dünyevi üstünlüklerin reddedildiği bir hayatı tekrar yeşertmek için camiye koşuyorsan ve insanları takvaya dayalı cami merkezli özgürlük ve adalet adına İslam’a davet ediyorsan bu fikrini canlı tutmanı sağlayacak çağrı günde beş vakit bütün yeryüzünde yankılanıyor. 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.