Sosyal Medya

Makale

28 Şubat ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme

Uzun yıllar geçti 28 Şubat darbesinin üzerinden ama hala konuşulmaya ve değerlendirilmeye ihtiyaç hissettiriyor. Bunun en temel sebebi hala yeterli düzeyde anlamlandırılamamasıdır. Çünkü kişiler kendi siyasal tasarımları ve beklentileri çerçevesinde bir değerlendirmeyi öne alıyorlar. Bu da meselenin tam olarak kavranılmasını engelliyor. Ayrıca uluslararası güçlerin İslam Dünyasına yönelik ilgisini ve bu ilginin biçimlendiği 11 Eylül ikiz kule saldırısının sonuçlarını tam olarak kavramadan 28 Şubat post modern darbesinin neye tekabül ettiğini anlamlandırmak zor olur.

28 Şubat mikro ölçekli bir değerlendirme ölçütü iken 11 Eylül makro ölçekli bir değerlendirme ölçütü oldu. Ama sonuçları üzerinden meseleye yaklaşıldığında aynı kapıya çıkıldığı gözlemlenebilir. 11 Eylül saldırı sonucu bütün dünyada özellikle de Avrupa ve Amerika’da İslam’ın alternatif bir medeniyet algısı üreteceği tezini kabullenen kişi, kurum ve sosyal yapılara büyük bir baskının gerçekleştirildiği, siyasal tezlere ve bu tezlere sahip kişi, kurum ve yapılara yönelik ciddi bir tehdidin oluşturulduğu aşikârdır. Bu baskı ile hedeflenen şey; İslam algısının medeniyet perspektifine yönelik oluşturduğu anlamlandırmayı değişime zorlamak ve mümkünsü Hıristiyanlık gibi sekülerleşmeye açık bir yapıya dönüşümünü sağlamaktı. Hem 28 Şubat sürecinde hem de 11 Eylül sonrası siyasi, iktisadi ve psikolojik hareketlere bakıldığında Müslümanların nasıl hakarete uğradığını ve aşağılandığını gözlemleyebiliriz. Müslümanlıkla ilişkisi olmayan kişi, kurum ve yapıların nasıl ‘hakiki Müslüman’ olarak tesmiye edildiklerine şahitlik ettik. Hem dünyada hem de ülkemizde seküler bakışın hâkim bir paradigmaya dönüşebilmesi için aynı kavramların kullanıldığını da ifade edebiliriz: İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük…

İran İslam Devrimi’nden bu tarafa İslam dünyasına ve İslam’a yönelik bir düşmanlığın kapalı kapılar ardında hazırlandığını biliyoruz. Bunu ‘Demir Leydi’ lakaplı İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher ile dönemin Nato Kuvvetler Komutanlığı’nda yeni düşmanın ‘yeşil’ renge dönüştüğünü; yani İslam ve Müslümanların bu konsepte alındığını belirtmesini dikkate almalıyız. Ayrıca Liberal İslam, Ilımlı İslam, Seküler İslam, Geleneksel İslam, Radikal İslam gibi bir sürü yeni kavramsallaştırmalar eşliğinde Müslümanların birbirleri ile sürekli didişmesinin zeminini inşa bağlamında ciddi çalışmaların yapıldığını ve 2000’lerden itibaren de bu muhalif algıyı besleyen İslami eğitim sisteminin değiştirilmesine yönelik ciddi çabaların ortaya konduğunu söyleyebiliriz.

Dünyada İslam ve İslam algısına yönelik ciddi bir arayışın varlığı kesin… Bu kesinliğin aynı zamanda batılı kavramlar çerçevesinde yeni bir dizayna ihtiyaç hissettirdiği de malum… Geriye kalan ise bu yeniden inşanın gerçekleştirilmesi için uygun zeminin ve kişilerle yapıların varlığını ortaya çıkarmak ve böylece yeni bir yaklaşım biçimini geniş müslüman kesime uyarlama konusunda adım atmaktı. Şimdi buradan itibaren 28 Şubat’a tekrar geri döndüğümüzde iki yapının kazançlı çıktığını söyleyebiliriz: Bugün kendilerini cemaat, cemiyet, hizmet hareketi diye tanımlayan Fethullah Gülen liderliğindeki hareket ve Ak Parti’yi kuran Milli Görüşün genç kuşak siyasetçileri…

28 Şubat süreci Radikal İslam diye tanımlanan grupların üzerinden silindir gibi geçti. Büyük grupları silahlı örgüt kurmaktan başlayarak suçlama ve önde gelen liderlerini içeri alıp korkutma dahil sindirme hareketleri geniş halk kesimlerine de sirayet ettirilerek 1980 sonrası ivme kazanarak devam eden İslami faaliyetlere büyük bir darbe vuruldu. Çalışmalar birden bıçakla kesilmiş gibi durdu, durduruldu. Ama bir hareket hiç durmadı. Tek başına denebilecek biçimde öğrenci evleri, dershaneler ve okul çalışmalarına esnaf ve memur çalışmalarını da ekleyerek faaliyetlerini sürdürdü. Yurt dışında okullar vs. büyük bir camiaya dönüştü. Son on yılda elde ettiği başarıları ve büyüme gücünü geçmişle mukayese dahi edemeyiz. Artı Ak Parti ile birlikte iktidarın nimetinden en fazla faydalanan grup olmayı da başardı. Neredeyse devletin bütün kademelerinde, sosyal hayatın bütün alanlarında varlık sahasını doldurmaya başladı. Ama bütün bu başarılar ve devasa büyüme sahih bir İslami anlayışı oluşturmadığı gibi seküler düşünceye zemin hazırlayan, laik düşünceyi içselleştiren bir yaklaşımı öne çıkardı. Bu grubun başlattığı Abant tartışmaları, bir taraftan gerilimi düşürürken diğer taraftan  akımları birbirine yaklaştırmaya ve demokratik yapının toplumsallaşmasına zemin hazırladı. Özellikle şunun altını çizmekte yarar var: Abant toplantıları devletin sistem olarak din ile daha uzlaşıcı bir karaktere dönüşmesine, yani katı laiklik uygulamasının demokratik laikliğe evrilmesine zemin hazırlarken Müslüman algının da bu seküler sistemle birlikte hareket edebileceğinin psikolojik koşullarını oluşturdu. Yapılan şeyin tamamen kötü olduğunu söylemek gibi bir niyetim yok ama sonuçları bağlamında dikkatimizi yönelttiğimizde insan hakları, demokrasi ve özgürlüğün İslamcı aydınlar tarafından büyük bir iştahla kullanıldığını da söyleyebiliriz. Bu zihinsel kırılmanın 28 Şubat süreci ile ilişkisini düşünmeden meseleyi kavrayamayız.

28 Şubat’ın, Erbakan liderliğindeki İslamcı hareketin iktidara gelebilmesinin şartının zihinsel değişime bağlı olduğunu sert bir dille belirttiğini söylemek zorundayız. Çünkü öyle bir psikolojik siyasal vasat inşa edildi ki iktidara gelmenin tek yolu vardı: Mevcut siyasal sistemle birlikte bu siyasal sistemin kurucusu olan yapıların da varlıklarını hesaba katmak ve onlarla uzlaşmak için zihinsel bir değişimin şart oluşu. Gömlek çıkarma hikâyesini biliyoruz zaten; hem uluslararası sistemle hem de ulusal sistemin lordları ile uzlaşıldı ve ülkeyi büyük bir badireden kurtarabilmek adına iktidara gelindi. İktidar süresinde de ‘kırmızı ilkeler’ büyük bir itina ve dikkatle korundu. O yüzden 2004’ten itibaren başlayan bütün darbe girişimleri berhava edildi ve parti kapatma davası da askeri üyenin ret oyuyla geçiştirildi.

Ak Parti iktidarı Müslümanlığı nispeten görünür kıldı. Ama içi boş ve anlamsız bir hale dönüştürerek… Seküler hayata alıştırılan gündelik Müslümanlık ancak kendisini fakir fukaraya yardım seansları ile rehabilite etmeye çalıştı. Özellikle de Müslüman kesimlerin kendi aralarındaki sınıfsal ayrım, gelecekte nasıl bir bölünmeye sebep olacağı bile tartışılmadan, düşünülmeden giderek büyümeye itildi. Ayrıca en önemlisi İslami faaliyetlerin kendi mecrasının dışında yeni bir sivil demokratik alanda yerleşmeye başlaması ve iktidar gözetimi altında ya da desteği üzerinde yeniden başlarken hangi zihni kırılmaların yaşanacağı pek düşünülmedi. Maalesef bugün neredeyse bütün İslami faaliyetlerin iktidar eksenli hale gelmesi yüzünden muhalefet edebilme imtiyazı ve imkânı kaybolmuştur. Çünkü muhalefet etmek zaten en büyük ihanet olarak tanımlanmaktadır.

Bu çerçeve içinde 28 Şubat post modern darbesinin aslında amacına ulaştığını ve bunun uluslararası boyutta da 11 Eylül sonrası gelişmeleri ve yeni Ortadoğu projelerinin de adım adım uygulamaya konulduğunu söylemek yanlış olmasa gerek…

İslamcılığın önündeki en büyük engelin sekülerleşme olgusu olduğunu belirlemek ve bu büyük sekülerleşme dalgasına verilecek tepkinin niteliğinin İslamcılığın geleceğini belirleyeceğini söylemek istiyorum. Klasik İslamcılığın 28 Şubat’ta oluşturulan korku tünelinde kaybolduğunu ve iktidara ulaşarak kendini imha ettiğini söylemek ‘Yeni İslamcılığın’ varlığının ortaya konulmasının en büyük hamle olacağını belirtmek şart…

Yaşadığımız sürece bir de bu gözle bakalım ve değerlendirmelerimizi yeniden tartalım… O zaman göreceğiz ki İslamcılık dediğimiz şey gerçek anlamda üzerine düşeni yerine getirecek yapısal değişimi gerçekleştirmezse Batı’nın İslam’la savaşında yenilgi kaçınılmaz olacaktır. Müslüman aydın, ulema ve entelektüellere düşen sorumluluk bu büyük sekülerleşme dalgasına karşı koyacak yeni bir düşüncenin ortaya konulmasını sağlamak ve siyasal gelişmelerin dinamiğini doğru kavrayarak güncelin baskısı altında şuurunu kaybetmemesidir. Güncelin kesifliği her şeyi flulaştırdığı gibi Müslüman zihni de flulaştırarak kendine zemin hazırlamaktadır.

Tam bu noktada güncel bir kavgayı; yani Ak Parti-Cemaat çatışmasını da bu değerlendirme biçimi ile okuyabiliriz. Ak Parti 2011’den itibaren çıkardığı gömleği giymeye başladı. İçerde barışı temin etmeye, Kürtlerle birlik olmaya, heterojen yapıları eklemlemeye, dindarlarla beraberliği temine yöneldi. Özellikle de dış politikada Arap Baharı süreci ve sonrasında gösterdiği performans ile birlikte tarafı olduğu muhalif İslami hareketler yüzünden cezalandırılmaya çalışılması ve ‘Hizmet’in de bu noktada operasyonel güç olarak devreye girmesinin üzerinde durulmalıdır.

Bugün en büyük meselemiz sadece Batı düşüncesiyle hesaplaşmak değil aynı zamanda bize biçilen yeni rolü doğru okuyarak kendi rolümüzü kendimizin ortaya çıkarması ve dinimizin sahih kaynakları ile sahici bir ilişkiye girerek bunu gerçekleştirmemizdir. Umarım bunu oluşturacak insan birikimine sahibiz, ilmi birikime sahibiz ve en önemlisi irade gücüne sahibiz… Silkinerek varlığımızı yeniden hatırlamalı ve rıza-i ilahiden başka rızalara gönlümüzü kaptırmamalıyız…

Kaynak: Özgün İrade

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.