Güncel
Ahmet Altan, Zaman'a konuştu: Darbenin de hırsızlığın da...

Ahmet Altan, Zaman Gazetesi'ne verdiği röportajda iktidarı özellikle Ergenekon Davası nedeniyle eleştirdi...
Gazeteci-Yazar Ahmet Altan, Zaman Gazetesi'ne verdiği mülakatta, Ergenekon Davası'ndan Paralel Yapı'ya, geçmiş siyasi kavgalardan günümüzdeki birçok gelişmeyi yorumlarken, iktidarı da hedef tahtasını oturttu. Altan, "Onlar yalan söylüyorlar. Darbe olduğunu da, hırsızlık olduğunu da biliyorlar ama zorbalıkla bu gerçeğin inkâr edilmesi için insanlara baskı yapmaya uğraşıyorlar. Bunu bilmek beni daha da öfkelendiriyor." dedi
İşte Ahmet Hakan'ın Zaman Gazetesi'nden A.Esra Yalazan'a verdiği röportaj:
Ahmet Altan’la son romanı ‘Ölmek Kolaydır Sevmekten’i konuşmak için buluştuk. Siyasî kavgaların ortasında, aslında romancı olan cesur bir gazeteciyle konuşmak hem güzel hem de zordu. Okuyacaklarınız ne yazık ki uzun bir sohbetin özeti.
Dil kullanımını önemsediğinizi ve edebiyatınızda öne çıktığını biliyorum. Öncelikle bunu konuşmak isterim...
Kelimeler, yazarın elindeki tek alet. Hayatı, insanları, çelişkileri, her türlü duyguyu kelimelerle anlatıyorsun. Anlattığın her olaya, duyguya, iklime uygun düşecek bir kelime seçimin olması gerekir. Yazarın kelimelerle ilişkisi okur tarafından tam görülemez ama okurken belli bir melodiyi o kelimelerin içinde hisseder. Bence hissetmeli de, bu yazının lezzetini artırır, okuyana ulaşmasını ve yazının birçok kanaldan hafızaya yerleşmesini sağlar. Kelime seçimini önemserim. Okuduğun yazarlardan, kelimeleri kullanış biçiminden sana bir şeyler kalır.
“Her romanın kendi sesini beklerim demişsiniz”. Ya o ses gelmezse veya yanlış gelirse?
O ses gelmeden yazmaya başlamam. Gençliğimde şartlardan dolayı daha parçalı çalışırdım, zamana yayardım. ‘Kılıç Yarası’ndan sonra bir daha öyle olmadı. O ses belli bir istekle geliyor zaten, o vakit dayanılmaz bir yazma arzusu hissediyorum. Yeryüzünde ondan daha önemli hiçbir şey kalmıyor ve yazmaya başlıyorum.
Bu tarihi romanları yazmayı tercih etmeniz, bu tarzın klasik roman anlatımına imkân vermesiyle ilgili olabilir mi?
Evet, insanı merkeze alan, ilişkilerini, duygularını, hayatın görünmez kaosunu anlatan romanlara çocukken de hayrandım. Yazarken de mümkün olduğunca hayatın genişliğini kucaklayan bu anlatımı seviyorum. Bu kitap, bu klasik anlatıma imkân veriyor, Osmanlı’nın çökmeye başladığı, çok hareketli, çelişkili, acı, keskin bir dönemi içeriyor ve insan ilişkileri de çağa uygun bir biçimde keskinleşiyor. Romancı için zengin bir malzeme, dil itibarıyla da geniş bir yol açıyor, hayatın bütün kuytularına sızabiliyorsun.
Romanın anlatıcısı, kaderin tohumlarının serpilişini ve bunun kahramanlarının geleceğini nasıl belirlediğini de gösteriyor. Bu açıdan okurla ilişki kuran bir anlatı, öyle değil mi?
Kader, gelecek ve belirsizlik gibi temalar çok ilgimi çekiyor. İnsanların düşünceleri ve hayalleriyle hayatın örgüsü arasındaki çelişkiler çarpıcıdır. Bazen bir şeyin çok iyi olduğunu düşünüyorsun ama o senin felaketin oluyor.
HER ŞEYE RAĞMEN EDEBİYATA GÜVENMEK ZORUNDAYIZ
Romanın en önemli kahramanlarından biri olan Şeyh Efendi, hayatı daha geniş kucaklayan, tevekkül sahibi olgun bir kahraman. Onu bu romanda daha yoğun kullanmanız tesadüf değil...
Büyük dedem şeyh. Bu romandaki kahramanları yaratırken ailemden esinlendim zaten. İnançlı bir insan değilim ama din ilgimi çekiyor çocukluğumdan beri. Benim bir Müslümanlık anlayışım var ve bunu seviyorum. Belki bu yüzden bugün pek çok Müslüman’ın yaptığına kızıyorum. İnançsız bir adamın bunlardan bahsetmesini bağışlasınlar ama ben dinin Tanrı’dan bir şeyler talep etmeye dayanan kısmının din adına biraz utanç verici olduğunu düşünüyorum. Şeyh Efendi aslında bunu anlatan bir karakter, şuna inanıyor: “O beni yarattı ve ben beni yaratanı memnun etmeli, onu utandırmamalıyım.” Şeyh Efendi’nin beklentisi cennete gitmek değil, onun tek düşüncesi kendisini yaratanı utandırmamak. Fakat onun da zaafları var, bunun farkına vardığında büyük bir acı çekiyor. Bana kalırsa dinin temeli bu. İnsan yaratılırken çelişkilerle ve zaaflarla yaratılıyor. Ve hayatı, bu zaaflarla mücadele etmekle geçiyor. Şeyh Efendi, tüm zaaflarından arınacak bir noktaya varmak istiyor, bu neredeyse imkânsızdır. Bir dindar bence şunu bilmek zorunda; mutlak bir iyilik yok, kötülük de içinde var ve seni yaratan tarafından oraya kondu. Şeyh Efendi’nin dediği gibi dışarıdan gelen bir şeytana ihtiyaç yok, o senin içinde. İçindeki zaafları görmek ve yenmek zorundasın. Bu zaafları inkâr etmek din açısından eksiklik gibi görünüyor bana. Zaafları kabul etmek ve o zaaflardan kurtulmak için mücadele etmek sanırım asıl imtihan.
Kahramanlardan Hikmet Bey, “Abdülhamit dini nasıl istismar ettiyse, İttihat ve Terakki de ‘medeniyeti’ öyle istismar etti.” diyor. Neden bu toplum hâlâ yüz sene sonra aynı çıkmazda?
Birkaç nedeni var; bu toplum hak eden bir toplum değil. Dürüst olmak için bir iş yapacaksın, hak edeceksin ve hakkını isteyeceksin. Yaratıcılık, özgürlük hep tehlikeli görünmüş burada. Hep baskı altında kalmış toplum. Yaratamamış, üretememiş, hak edememiş, dolayısıyla hak etmenin dışında bir kavga başlamış. ‘Devleti ele geçirelim ve onu paylaşalım’ fikri, çeteleşmeye dönmüş. Şimdi bir kez daha görüyoruz aynı kavgayı. Bu seferki din motifinin etrafında oluyor. Halbuki dinin temel kuralı, hak ettiğinden fazlasını istememektir. Yanılıyor olabilirim ama şunu Müslümanların tartışmasını isterim: Müslümanlık kendi ahlakını yaratabildi mi? Eğer yaratabilmiş olsaydı bugün Türkiye’de bu kadar çok hırsız Müslüman olabilir miydi? Hırsız Müslümanlar var karşımızda ve bu ahlak tartışılmıyor. Tam tersine hırsızlık için fetva verenler var.
Bu romanda Balkan Savaşı’nın ve Bâb-ı Âli baskınının pek bilinmeyen yönleri de var. Edebiyatın bu anlamda somut bir işlevi yok belki ama toplumsal bakışa faydası olabilir mi?
Edebiyat esas itibarıyla tarihten daha dürüsttür. Tarih daima galipler tarafından kendi bakış açılarıyla yazılır. Herhangi birine Cumhuriyet’i kim kurdu diye sorsam, herkes Atatürk, der. Peki tek bir adamın cumhuriyet kurması mümkün müdür? Başka kimse yok muydu? Cumhuriyet kurulurken Mustafa Kemal’in Anadolu’da örgütlenmesini kim sağladı. İttihatçılar sağladı, sonra onlara ne oldu? Mustafa Kemal hepsini temizledi. Hapse attı, idam etti, korkuttu, dahası birlikte yola çıktığı bütün arkadaşlarını siyasetin dışına sürdü. Hepsini cezalandırdı ve sonunda bir soru ve bir cevapla kaldık: “Cumhuriyet’i kim kurdu? -Atatürk!”. Kazım Karabekir 3. Ordu’nun komutanıydı ve Milli Mücadele sırasında tek ciddi ordu onun emrindeydi. Eğer Mustafa Kemal’le birlikte savaşmasaydı, başarı ihtimali düşüktü. Karabekir hayatının son döneminde o zamanki istihbarat örgütünün yirmi dört saat takip ettiği, sürekli rapor edilen, kurulmasına yardım ettiği devlet tarafından izlenen ve evine hapsedilen bir adam haline geldi. İnsanlar bunları sadece tarihten değil, edebiyattan da öğreniyor. Gerçekler tarih kalabalığının ardında saklıdır; edebiyat, o gerçekleri nerede araman gerektiğini söyler.
Daha önceki romanınıza dair 31 Mart eleştirileri vardı. Muhtemelen buna da siyasi düşüncelerle itiraz edenler olacaktır. Kutuplaşma yüzünden kitaplarınızın okunmaması sizi üzer mi?
Her şeye rağmen edebiyata güvenmek zorundayız. Türkiye çok siyasallaşmış bir yer, kavgalar bugün edebiyatın önüne geçmiş gibi görünüyor. Her zaman yaşadığın anın bir toz dumanı vardır, sonra o toz duman dağılır ve edebiyat ait olduğu yerde durur. Ne olursa olsun iyi edebiyatı kimse yok edemez. Buna kimsenin gücü yetmez.
Bu romanda ‘yarını’ önemseyen bir münevver tarifi var. Bu aydınlık bakış genellikle bütün romanlarınıza yansıyor. Peki yüz yıl evvel yaşadığımız baskının ve sıkıntıların benzerini hâlâ yaşıyorken sizi bu kadar iyimser kılan nedir?
Kötümser insandan iyi bir mücadeleci çıkmaz. Mücadeleci bir adam acısını çeker, yenilenebileceğini de kabul eder ama bir yarın olduğunu da hep bilir. Ben iyimser bir adamım, mücadeleden hiç kaçmadım, en güçlü dayanağım da iyimserliğimdir. Ümit ve güven beni en çok koruyan özelliklerim, edebiyata da siyasetten çok inanırım.
Kişisel hınçla yazılanlar bir yana, eleştiriden etkilenir misiniz?
Burada iyi eleştiri çok azdır, romancıların çoğu büyük siyasi kavgaların içindedir aynı zamanda. Türkiye siyasi kavgaları aşıp estetik lezzete kavuşan bir noktaya pek gelemedi ama her şeye rağmen edebiyatı gerçekten sevenler var. Allah’tan var, varlığımızı böyle sürdürebiliyoruz. Siyasi kavga edebiyatın üzerini örttüğünden, edebi eleştiri kılıfında siyasi öfkelerin ortaya çıktığı yazılar oluyor. Yazarlık bizim mesleğimiz, bir yazıya baktığımda onu yazanın niyetini ilk satırdan görürüm. Ben çok aldırmam. Yazarların kendi etrafına ördükleri ve insanları kızdıran bir dokunulmazlık zırhı vardır, ben bunu kendi iyimserliğimle ve güvenimle örüyorum.
Bu romanı okurken kahramanların duygularını büyüteçle gösteren yazarın, zaaflarını pek göstermekten hoşlanmadığını hatırladım. Yazarlar biraz da kuytularındakini gizlemek için mi yazar?
Yazarken elindeki bütün enerjiyi, gücü, dikkati yazdıklarına verirsin. Ne yaptığını gözetleyemezsin. Zweig diyor ki: “Bir yazara daha sonra sorsan o an ne yaptığını anlatamaz.” Haklı... Anlatamaz, çünkü bilmiyor. Kendini gözetleyemiyor. Başka biri oluyor. Gördüğün hiçbir yazar, o yazıları yazan adam değildir, onun hayat içindeki dublörüdür.
Yazı olmasaydı hayatınızda nasıl biri olurdunuz diye düşünüyorum, siz coşkuyla yazı, edebiyat anlatırken…
Bir hiç olurdum. Yazabilmenin dışında hiçbir özelliğim yok. Sıradan bir adamım ben. Sadece bazen roman yazıyorum.
"HATA YAPTIĞIMA İNANDIĞIMDA SÖYLERİM"
Bugün size yapılan saldırılara ve boykot girişimlerine bakınca gazeteciliğin romancılığınıza zarar verdiğini düşünüyor musunuz?
Evet, o anlamda verdi, doğal okurum olacak pek çok insan, gazeteci olarak düşüncelerimden ve yaptıklarımdan dolayı düşman oldu.
Bu düşmanlığın arkasında “Ahmet Altan hata yaptığını kabul etsin” dayatması var galiba. Hata yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Hata yaptığımı düşünmüş olsaydım özür dilerdim. Taraf Gazetesi’nde hatalar da yaptık ve derhal özür diledik. Ama hırsızlarla darbeciler el ele vererek gerçekleri saptırmaya kalktıklarında, yalancılar sürüsüne katılmam. Ben hayatım boyunca doğru olduğuna inandığımı söylemekten vazgeçmedim, bu yaşıma geldikten sonra hiç vazgeçmem. Onlar yalan söylüyorlar. Darbe olduğunu da, hırsızlık olduğunu da biliyorlar ama zorbalıkla bu gerçeğin inkâr edilmesi için insanlara baskı yapmaya uğraşıyorlar. Bunu bilmek beni daha da öfkelendiriyor. Baransu’yu haksız yere tutuklamaları da öfkemi daha artırıyor.
Sanki toplumu askeri vesayet mücadelesinin boşuna olduğuna dair bir ikna çabası da var. Başa mı döndük?
17-25 Aralık’ta hırsızlar yakalanınca AKP kendine yeni bir ittifak aradı ve darbecileri buldu. Onlarla ittifak yapabilmek için kendi geçmişini inkâr etti. Hırsızlık cezasından kurtulmak için bu yola saptı ve iktidardaki muhafazakârların büyük bir kısmıyla, darbeciler bir araya gelince askeri vesayetle ilgili ‘her şey yalandı’ algısı yaratılmaya başlandı. Biz, Ergenekon diye 17 bin kişiyi öldürene diyoruz. Ergenekon yok diyenler binlerce faili meçhul cinayeti kimin işlediğini anlatsınlar da dinleyelim.
Henüz yorum yapılmamış.