Kültür Sanat
Son halifenin kızının hatıralarında sürgün gecesi
Halifeliğin kaldırılmasının ardından, son halifenin kızının sürgün gecesini anlatan hatıralarını Murat Bardakçı köşesine taşıdı.
Hilâfetin lâÄŸvının 91. yıldönümü münasebeti ile, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı DürrüÅŸehvar Sultan’ın kütüphanelerde bile bulunmayan hatıralarından halifeliÄŸin kaldırıldığı gece Dolmabahçe Sarayı’nda yaÅŸananlar...
Bu hafta hilâfetin kaldırılışının 91. yıldönümü idi. Bu münasebetle, son Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı DürrüÅŸehvar Sultan’ın 1948’de Hindistan’da yayınladığı ve son derece nâdir olan “DoÄŸan” isimli hatıralarından hilâfetin lâÄŸvedildiÄŸi 3 Mart 1924 gecesi Dolmabahçe Sarayı’nda yaÅŸananları ve hemen o gece Türkiye’den sınırdışı edilmelerini anlattığı bazı bölümleri naklediyorum...
GEÇEN Salı günü, hilâfetin Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile kaldırılışının 91. yıldönümü idi. Yıldönümü münasebeti ile Ä°stanbul’da bir “Hilâfet Toplantısı” yapıldı, bazı çevreler 90 küsur seneden buyana çektikleri “Halife” hasretini dile getirdiler ve “Hilâfet aslında kaldırılmadı, Meclis’in manevî ÅŸahsiyetindedir” ÅŸeklinde nereden çıktığı, kimin uydurduÄŸu belli olmayan saçmalık yeniden söylendi, durdu.
Abdülmecid Efendi’nin 1922 Mayıs’ında hilâfete gelmesinden sonra
Topkapı Sarayı’nda yapılan biat töreni.
KÄ°M BÄ°AT EDECEK?
Senelerden buyana yazıyorum: Hilâfet sadece manevî bir unvan deÄŸildir, dünyevî iktidar da gerektirir. Halife’nin “devlet baÅŸkanı” olması ÅŸarttır ama çok önemli bir baÅŸka ÅŸart daha vardır: Hilâfet makamına“biat” edilmesi, hani halifeliÄŸi ilân edilen kiÅŸinin Sünnî dünyası tarafından tanınması!
Unvan, sarık, saray, taht, kılıç vesaire gibi iÅŸin sembolik tarafı halledildi diyelim... Bu iÅŸin en önemli ÅŸartı olan güç ve kuvvet nerede? Biryerlerde ortaya çıkacak olan Halife’yi kim tanıyacak?
Ve daha da önemlisi: Olmaz yaaa, hilâfet yeniden hayata geçirildi diyelim... Ne iÅŸe yarayacak? 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’na girdiÄŸimizde Sultan ReÅŸad’ın “Halife” sıfatı ile ilân ettiÄŸi cihad-ı mukaddesi dinlemeyip Halife’ye karşı cihad ilân etmiÅŸ olan Ä°slam dünyası mı kabul edecek?
Kahire’de 1922 Mayıs’ında toplanan
ve sonuçsuz kalan Hilâfet Konferansı.
Yıllardan buyana yazmaktan yorulduÄŸum bu bahsi, yani hilâfetin tekrar canlanması hayalini ÅŸimdi bir tarafa bırakıp bundan 91 sene önce Dolmabahçe Sarayı’nda yaÅŸanan bir hadiseyi, o hadisenin canlı ÅŸahitlerinden birinin hatıralarından nakledeceÄŸim:
Hatıralar, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı DürrüÅŸehvar Sultan’a ait...
DürrüÅŸehvar Sultan ve Haydarabad
Mihracesi’nin oÄŸlu olan eÅŸi Âzam Cah.
MÄ°HRACEYE GELÄ°N GÄ°TTÄ°
1914’te babasının Çamlıca’daki köÅŸkünde doÄŸan ve Halife’nin oÄŸlu Åžehzade Ömer Faruk Efendi’nin küçük kardeÅŸi olan DürrüÅŸehvar Sultan 3 Mart 1924’te Hilâfetin kaldırılmasının hemen ardından, o gece ailesi ile beraber Türkiye’den sınırdışı edilmiÅŸ, sürgünde ailesiyle beraber yaÅŸadığı Fransa’nın Nice ÅŸehrinde 1931’de o senelerde dünyanın en zengin kiÅŸisi olarak bilinen Haydarâbad Nizamı Osman Han’ın büyük oÄŸlu Âzam Cahile evlenmiÅŸ ve hayata 2006’da Londra’da veda etmiÅŸti.
1922 Kasım’ında Halife seçilen Abdülmecid Efendi,
kızı DürrüÅŸehvar Sultan ile Fransız dergisi Illustration’un kapağında.
YEDÄ° YAÅžINDAKÄ° DUYGULARI
DürrüÅŸehvar Sultan, 1948’de “DoÄŸan” isimli bir kitap yayınlamıştı. Haydarabad’da basılan, son derece nâdir olan ve hattâ adına bugün kütüphane kataloglarında bile rastlanmayan kitapta Sultan’ın “deneme”tarzında yazdıklarının yanısıra bazı hatıraları da yeralıyordu.
Bu sayfada, DürrüÅŸehvar Sultan’ın “DoÄŸan” isimli kitabında hilâfetin kaldırılmasının hemen ardından, 3 Mart 1914 gecesi Halife Abdülmecid Efendi’nin resmî ikametgâhı olan Dolmabahçe Sarayı’nda yaÅŸananlardan yaptığım bir özeti ve o sırada henüz yedi yaşında bir çocuk olan küçük sultanın hissiyatını okuyabilirsiniz...
’MEMLEKETTEN HÂTIRA OLARAK YERDEN BÄ°R ÇAKIL TAÅžI ALDIM!’
“...ARTIK vatanımızdan ayrılacağımız tahakkuk etmiÅŸti; pederim Halife olduÄŸu vakit sütunları medh-i fazâili (fazîletlerinin medhi) ile dolu olan gazeteler ÅŸimdi yedi asırdan beri hüküm süren Osmanlı ailesini ve hayatını, saadetini, kendisini takdîr etmeyen milleti için fedâ eden Halife’yi lânetle yâdediyorlardı.
...O akÅŸam yemekten sonra mabeynde oturuyorduk; pederimin ve hanedanın aleyhinde pekçok ÅŸeyler yazan akÅŸam gazetesini istedim; fakat pederim bana insanlığın riyâkâr tarafını gösteren ve tecrübesiz kalpleri kıran bu satırları vermedi ve hayatta daima böyle ÅŸeylere tesadüf olunduÄŸunu, büyük felâketlerin yanında küçük vak’aların hep ehemmiyetsiz kaldığını söyledi.
Haydarabad’da basılan
“DoÄŸan” isimli kitabın kapağı.
‘ALLAH’TAN KUVVET DÄ°LEDÄ°M’
...Salı gecesi sıkıntılı uykumda birçok evlerin üzerime yıkıldığını görürken, rüyamın arasına bir ses karışıyor ve ‘Haydi, kalk gidiyoruz’ diyordu. Gözlerimi açtım ve sersem gibi etrafıma baktım. Karşımda annem durmuÅŸ ve fevkalâde bir metânetle itidâlini muhafaza ederek:
- Haydi kalk, gidiyoruz! diye tekrar ediyordu.
Âh! demek ki bu sözler, korkunç rüyamın bir parçası deÄŸil fakat hakikatmiÅŸ; mecrûh (yaralı) kalbim daha derin bir yara açan bu ‘Gidiyoruz’ kelimesini anlamak istemiyormuÅŸ gibi ‘Nereye?’ diye sordum.
Evet nereye? Belki umulmaz bir felâkete, belki gurbette geçecek cefâkâr, elemli günlere doÄŸru! Ä°ÅŸte bu ânî darbe ile bütün ümidlerim yıkılmış ve saadetin parlak ışıkları sönmüÅŸtü. Hemen kalktım ve acele ile giyindim; sonra koÅŸarak merdivenlerden çıktım ve pederimin dairesini geçerek büyük sofaya vâsıl oldum (ulaÅŸtım) fakat önümdeki manzara o kadar fecî idi ki, artık dayanamadım ve karanlık bir köÅŸeye çekilerek o felâketli günlerin hâtıralarını gözyaÅŸlarıyla silmeye çalıştım.
Ecdâdımızın sevgili ocağını ne kadar sevdiÄŸimi o vakit anladım ve bu büyük ayrılığın kalbimde açtığı yaranın acısına mukavemet edebilmek için Cenâb-ı Hakk’dan kuvvet diledim.
DürrüÅŸehvar Sultan’ın bebekliÄŸi.
‘BENÄ° KÄ°M TESELLÄ° EDECEK?’
...Yanıma, pederimin ihtiyar dadısı, hazînedar usta geldi ve zayıf vücudunu saran zalim hıçkırıkların arasından ‘Beni unutma e mi?’ diyerek, kendisini ihâtâ eden (çevreleyen) acı hakikatlerin altında eziliyormuÅŸ gibi bir iskemlenin üzerine oturdu.
Pederimle beraber on kiÅŸi hareket edecektik: BaÅŸkadın, ikinci hanım, annem, Behrûze kalfa, biraderim, Keramet, Hüseyin ve Selâhaddin Beyler. Keramet Bey ile Hüseyin Bey birkaç sandık ile bavuldan ibaret olan pek cüz’î eÅŸyamızı naklettirmekle meÅŸgul idiler.
‘Artık vakit geldi’ dediler ve biz de mabeyne giden cesîm (büyük) koridordan, benim pek sevdiÄŸim bir yoldan yürümeye baÅŸladık. ÅžâÅŸaalı zamanların güzel hâtıralarını güzel kalbinde saklayan bu ÅŸâhâne yeri ÅŸimdi korkunç bir sükûnet istilâ etmiÅŸti. BoÄŸaziçi’ne nâzır olan pencerelerden ayın donuk ışığı, uçan bulutların arasından parça parça yolumuzu aydınlatıyordu.
...Saat onbirde Vali Haydar Bey gelmiÅŸ ve hemen çıkmamızın lâzım olduÄŸunu söylemiÅŸti. Halbuki biz birkaç saatten beri mabeynde gitmeye intizâr ediyorduk (bekliyorduk).
Her an büyük ayrılığı biraz daha yaklaÅŸtıran saatlerin sesi, bize meçhul istikbâlin cefâlı günlerinden bahsediyor ve yaralı gönüllerimizin feryâdı onlara cevap veriyordu.
...Beni kim tesellî edecekti? Herkesin ruhunu kaplayan teessürât (üzüntüler) arasında, hissedilmeyen zaman yavaÅŸ yavaÅŸ yuvarlanmış ve saat beÅŸ olmuÅŸtu.
Otomobillerin hazır olduÄŸunu haber verdiler ve biz de aÅŸağıya indik. Enîn (inlemeler) ve figanlar sarayın sükûnetini bozuyor, yaralı kalplerden sızan yaÅŸlar yüreklerden sinen acıları söndürmeye çalışıyor ve sanki evvelden bize neÅŸ’e saçan talih ÅŸimdi yeis serpiyordu.
Gitmeden evvel pederim baÅŸmabeyincinin odasında sabah namazını kıldı ve ben de emîndim ki yine milletinin ve memleketinin bahtiyâr olması için dua etmiÅŸti.
...Arkamızda yedi asırdan beri pâyidâr olan Osmanlı ailesinin sönmüÅŸ ocağını ve Türk Tarihi’ni ÅŸanla dolduran dâhîlerin tahtını sahipsiz bırakarak, ecdâdımızın sevgili yurduna vedâ ettik.
‘FATÄ°H’Ä°N RUHUNA SESLENDÄ°M’
...Nihayet otomobillere bindik. Gecenin karanlığında pek çok heybetli ÅŸekiller görüyorum zannettim ve sanki onların arasından korkunç zulmeti aydınlatan azametli bir cisim bize yaklaÅŸtı! Artık dayanamadım ve ‘Ey büyük Fatih!’ dedim. ‘Bak, ÅŸâheserin kimlerin elinde kaldı! Onun yegâne muhafızı senin asîl âileni istemiyorlar! Senin hafîdliÄŸine (neslinden gelmeye, torunun olmaya) bi-hakkın (hakkıyla) lâyık olan Halife’yi memleketinden atıyorlar! Hizmetini reddederek, vatan aÅŸkıyla dolu olan kalbini çiÄŸnediler! Milletinin ÅŸimdiye kadar lekesiz kalan ismini kirlettiler. Türk neslinin asâletini ortaya çıkaran Âl-i Osman eski yurdunun sevgili kucağından atıldı’.
...Türkler’in güzel yuvası yavaÅŸ yavaÅŸ uyanırken, biz de Ä°stanbul’dan uzaklaşıyorduk.
...Çatalca’ya giden gayet bozuk bir yoldan geçiyorduk. Bazen bir çamur kitlesinin içine girerek kalıyor, bazen de çukurlardan geçmek kabil olamadığından bekliyorduk. Bizimle gelen polisler taÅŸlar koyarak yolu biraz düzelttikten sonra ancak devam edebiliyorduk. Saat on bire doÄŸru ismini hatırlayamadığım bir yerde, sahilde oturduk ve getirdiÄŸimiz biraz soÄŸuk yemekle iktifâ ettik (yetindik).
‘SAADET ÇOK UZAKTAYDI’
...Memleketten son bir hâtıra olmak üzere yerden bir çakıl taşı aldım. Vatanımın bu mini mini parçasını kalbimin üzerine bastırarak düÅŸündüm. Evet benim kederli günlerimde yegâne tesellîm bu olacaktı. Kimbilir hasretli anlarımda bu hâreli taÅŸa bakarak, güzel ÅŸehrimin resmini, yedi asır sonra yıkılan muazzez ocağın harabelerini ve küçüklüÄŸüm geçen sevgili bir yuvayı görecektim.
Pek yakında olan istasyona giderek trene bindik. Birkaç dakika sonra sevgili vatanımdan ve ecdâdımızın muazzez yurdundan uzaklaşırken bizi mechul istikbâle doÄŸru sürükleyen neÅŸ’esiz, sevinçsiz günlerin pek yakın, saadetimizin ise pek uzakta olduÄŸunu hissettik”.
Henüz yorum yapılmamış.