YaÅŸam
Mustafa Öztürk: Kim neye müstehak? Gülen ve Cemaati namına...
Bahse konu ettiğimiz yazılardaki ayet yorumları Kur’an’ı istismar etmenin en pespaye örneklerini oluşturmaktadır. Kur’an ayetlerini sahabe, tâbiûn ve daha sonraki müfessirlere ait izahlarla hiçbir şekilde bağdaşmaz biçimde bu denli keyfi yorumlamak, Allah adına yalan konuşup bühtanda bulunmak gibi çok tehlikeli bir cürüm işlemekten pek farklı bir anlam taşımamaktadır.
Kur’an metni on beÅŸ asırlık müesses Ä°slam ve Müslümanlık tecrübesinde sayısız istismara maruz kalmış, her ne kadar nazmı mevsuk olsa da akla ziyan te’villerle anlam ve yorum düzeyinde bin bir çeÅŸit tahrife uÄŸratılmıştır. Bunun böyle olması, bir yönüyle Kur’an’ın suskun ve eli kolu baÄŸlı hâlde yorumcunun insafına bırakılmış bir metin olarak algılanması ve dolayısıyla onun hiç konuÅŸmadığı ÅŸeyler hakkında konuÅŸturulmuÅŸ olmasıdır. DiÄŸer bir yönüyle de Kur’an’ın ilahi kelam/ferman vasfını haiz olması hasebiyle tüm Müslümanlar nazarında mutlak hakikat kaynağını temsil ediyor olması ve bu büyük temsil gücünden dolayı kendini Ä°slam’a izafe eden her türlü görüÅŸ, düÅŸünce ve eylemin temel meÅŸruiyet zeminini oluÅŸturmasıdır. Kur’an’ın gerek Ä°slam kültür ve medeniyetinde kurucu metin olması, gerek hakikati aramanın en doÄŸru adresi olarak algılanması ve gerekse Ä°slâm dairesi içinde emsalsiz bir kutsallık ve otoriteye sahip bulunması Müslümanların varlık, bilgi ve deÄŸer telakkileriyle irtibatlı bir olgudur. Zira Ä°slam düÅŸüncesinin ana caddesindeki genel kabule göre varlık, bilgi ve deÄŸerin kaynağı Allah’tır. Bu itibarla Kur’an’ın Ä°slam düÅŸünce sistemindeki konumu mutlak surette merkezî olmak zorundadır. Ä°ÅŸte bu zorunluluk sebebiyle Müslümanlar nüzul döneminden bugüne deÄŸin dinî ve dünyevî meselelerle ilgili hemen bütün norm ihtiyaçlarını öncelikle ve özellikle Kur’an’ın sınırlı sayıda ayetten müteÅŸekkil metninden karşılamaya çalışmışlardır. Ne var ki mesele salt norm ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamış, bilakis 15 asırlık tarihî tecrübe içerisinde ortaya çıkan hemen her türlü fikir ve iddianın meÅŸruiyeti de yine bu metinde aranmıştır.
Kur’an neden konuÅŸmaz?
Bu durum ister istemez Kur’an’ın azami ölçüde semerelendirilmesine, çok kere de basbayağı bir araç ve kaldıraç olarak kullanılması ÅŸeklinde istismar edilmesine yol açmıştır. Kendisini “gayet açık ve anlaşılır” diye tanımlayan Kur’an’ın bu denli kolay istismar edilebilirliÄŸi bir açıdan tenzil sürecinin sona ermesiyle birlikte ayetlerin nüzul ortamındaki dış baÄŸlamının giderek kaybolması ve aslî mananın muÄŸlaklaÅŸmasıyla, diÄŸer bir açıdan da metindeki lafızların sentaktik ve semantik bakımdan farklı anlam ihtimallerine hamledilebilir keyfiyette olmasıyla çok yakından ilgili bir durumdur. Bu yüzdendir ki Hz. Ali hem “Kur’an suskundur konuÅŸmaz, onu insanlar konuÅŸturur” demiÅŸ, hem de Abdullah b. Abbas’ı Hâricîlerle müzakereye gönderdiÄŸi sırada, “Onlarla tartışırken Kur’an’la istidlalde bulunma; çünkü Kur’an çeÅŸitli manalara muhtemildir. Sen sen ol, onlarla Sünnet üzerinden tartış” sözüyle Kur’an metninin istismar edilebilirliÄŸine dikkat çekmiÅŸtir. Nitekim asırlar boyunca her mezhep ve grup hasmına karşı argüman oluÅŸtururken Kur’an’ı dilediÄŸi gibi konuÅŸturmayı baÅŸarabilmiÅŸtir. O kadar ki bir mezhebin müteÅŸabihattan saydığı ayet, diÄŸer bir mezhep tarafından muhkem addedilmiÅŸtir. Bu vahim gerçek Âl-i Ä°mrân 3/7. ayetin tefsirinde Fahreddîn er-Râzî tarafından,”Ümmetin çoÄŸunluÄŸu (cumhûr-i nâs) nezdinde öteden beri cari olan kural, herhangi bir mezhebe mensup kimselerin kendi görüÅŸlerine uygun düÅŸen her ayeti muhkem, hasımlarının görüÅŸüne uygun düÅŸen her ayeti de müteÅŸabih saymalarıdır” diye itiraf edilmiÅŸtir.
Öte yandan, hicrî ikinci yüzyılda yaÅŸamış olan Basra kadısı Ubeydullah b. el-Hasen de Kur’an metnini gerek kendi nüzul baÄŸlamından, gerekse bu tarihî baÄŸlam içerisinde Arap dilinin toplumsal oydaÅŸmaya dayalı yaygın kullanımından kopuk biçimde anlama ve yorumlamanın ne tür sonuçlar doÄŸuracağı konusunda ibretlik bir söz olarak ÅŸunları söylemiÅŸtir: “Kur’an ihtilafa delalet eder. ‘Kader diye bir ÅŸey yoktur’ görüÅŸü doÄŸrudur; çünkü Kur’an’da bu görüÅŸün dayanağı mevcuttur. Sınırsız ilahi irade karşısında insan iradesinden söz edilemeyeceÄŸi (cebr) görüÅŸü de doÄŸrudur; zira bu görüÅŸün de Kur’an da dayanağı mevcuttur. Her kim bu iki görüÅŸten birini savunursa isabet kaydetmiÅŸ olur; çünkü bir ayet iki farklı anlam boyutuna sahip olabilir ve birbirine zıt iki manaya hamlolunabilir... Her kim zina eden bir kimseyi mümin olarak nitelendirirse isabet etmiÅŸ olur. Buna mukabil zinakârı kâfir olarak nitelendiren kimse de isabet etmiÅŸ olur. Öte yandan, ‘Zinakâr ne mümindir ne kâfirdir; gerçekte o fasıktır’ diyen kimse de haklıdır. ‘Zinakâr ne mümindir ne kâfirdir; o münafıktır’ diyen kimse de haklıdır. ‘Zinakâr müÅŸrik deÄŸil, kâfirdir’ diyen kimse de haklıdır; keza ‘Zinakâr hem kâfir hem müÅŸriktir’ diyen kimse de haklıdır. Çünkü Kur’an bütün bu farklı manalara delalet etmektedir.”
Maalesef, geçmiÅŸte olduÄŸu gibi bugün de akla ziyan bir Kur’an istismarıyla karşı karşıyayız. Eski zamanlarda bu tür istismarlar çoÄŸunlukla mezhebî ve siyasi ön kabulleri Kur’an’a onaylatmak, böylelikle kendi mezhebine saÄŸlam bir meÅŸruiyet zemini oluÅŸturmak adına yapılır, üstelik bu iÅŸ Arap diline, usul kaidelerine atıflarla az çok namusluca yapılırdı. Ama bugün bu yazıya konu olan istismar ilmî ciddiyet ve haysiyetle yakından-uzaktan hiçbir alakası olmayan, bilakis hem te’vil kılıfında düpedüz tahrif hem de basbayağı hezeyan ÅŸeklinde karşımıza çıkanbir istismar formudur. Bu çirkin istismarın sahibi, vaktiyle Mekke Rasullerin Yolu adlı bir eser yazan ve fakat ilerleyen zamanlarda bu kitapta serdettiÄŸi fikirleri, “O kitap ilk dönem kitaplarımdandı. Daha sonra o kitaplarımdaki hareket noktam olan bazı görüÅŸlerime çok katılmadığımı ilanla belirttim” tarzındaki beyanlarla bir nevi tekzip edip paralelcilikte karar kılan, hatta paralelciliÄŸin “alaylı tefsir hocası” konumunda bulunan Ali Ünal adlı zattır. Bu zat Zaman gazetesinin 19.05.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Musibete Davetiye Çıkarmak” baÅŸlıklı makalesinde ilkin paralelci terminolojinin o çok bilindik fiyakalı jargonuyla bir tür vaaz veriyor, müteakiben asıl karın aÄŸrısını ifade safhasına geçiyor. Tam bu safhada, “Bugün Türkiye’de bir baÅŸbakan ve hükümeti var ki, tatminsiz bir hırsla belki tarihin en büyük, en kapsamlı yolsuzluk ve rüÅŸvet bataklığına düÅŸme suçlamasına muhatap... Tarifi imkânsız bir kin ve düÅŸmanlık, kalb katılığı ve kibir, vicdanları esir almış” gibi ifadelerle BaÅŸbakan ve hükümete yönelik öfkesini bir güzel kusan mezbur zat bu arada gayet arabesk bir dil ve üslupla kendi cemaatinin liderini “mazlum ve masum rehber” sıfatıyla, yargı ve emniyette yuvalanmış cemaat ajanlarını da “zulme uÄŸramış zavallılar” edebiyatıyla bir çırpıda ibra ettikten sonra, Soma faciasını da fırsat bilerek, siyasi iktidara destek verenleri adeta Allah adına parmak sallayarak tehdit ediyor ve bu tehdidinde Hûd suresi 11/113. ayetin “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” ÅŸeklindeki kısmını silah olarak kullanıyor.
Allah’a iftira etmek!
Ünal’ın, “Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateÅŸ dokunur” diye çok amorf biçimde çevirdiÄŸi bu ayeti istimal/istismar tarzından anlaşıldığı kadarıyla “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” ifadesindeki “ellezînezalemû”(zalimler) lafzı BaÅŸbakan ve hükümete karşılık gelmekte, hâliyle “fe-temessekümü’n-nâr” ifadesindeki “küm” (siz) zamiri de, Soma’daki maden faciasında can veren 301 maden iÅŸçisine zımnî atıfla, BaÅŸbakan ve hükümete destek veren milyonlarca Müslüman insana iÅŸaret etmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki söz konusu ayeti muhtevi olan Hûd suresi Mekke döneminde inmiÅŸtir. Bu dönemde nazil olan sureler ve ayetlerin hemen tamamındaki ana tema Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların Mekkeli müÅŸriklerle mücadelesine dairdir. Nitekim Ä°bn Abbas, Katâde, Süddî, Ebü’l-Âliye gibi sahabi ve tâbiî müfessirler, “paralel yorumcu” Ali Ünal’ın BaÅŸbakan ve ona destek verenlere hamlettiÄŸi “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” ifadesini, “MüÅŸriklere meyletmeyin; onların yapıp ettiklerine rıza göstermeyin; onların safına geçmeyin; onlara yaÄŸ çekmek ve ÅŸirin görünmek gibi bir tavır sergilemeyin” diye izah etmiÅŸlerdir ki bu izaha göre ayet, “[Ey Müminler!] Allah’a eÅŸ ve ortak koÅŸanlara sakın meyletmeyin, [tevhid davasından] asla taviz vermeyin. Aksi hâlde cehennem ateÅŸi sizi de yakar!” ÅŸeklinde bir mana ve mesaj içermektedir. Kaldı ki Kur’an terminolojisinde, özellikle de Mekki surelerde “zulüm” ve “zalim” kelimeleri çoÄŸunlukla “ÅŸirk” ve “müÅŸrik” anlamına gelir. Dolayısıyla bu kelimeleri neye atıfta bulunduÄŸu belirsiz ÅŸekilde yorumlamamak gerekir. Åžayet böyle yorumlanıyorsa, hele de Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki tevhid mücadelesine dair müstakil bir eser kaleme almış olan Ali Ünal gibi biri böyle bir yorum yapıyorsa, bu yorum çok zayıf ihtimalle cahillikten veya kuvvetle muhtemel olarak art niyettendir. Adı geçen zatın yazısındaki muhtevaya bakılırsa bu yorumun ardındaki temel saik kesinlikle art niyete ve aynı zamanda zıvanadan çıkma hâline iÅŸaret etmektedir. Bu zat, BaÅŸbakan’ın çok haklı olarak “ahlaksızlık” diye eleÅŸtirdiÄŸi ilk yazısının ardından 21.05.2014 tarihli Zaman gazetesinde yayımladığı “BaÅŸbakan Suçuna Suçlu mu Arıyor?” baÅŸlıklı ikinci makalesinde zikrettiÄŸi “Zalimlere meyletmeyin, destek olmayın, yoksa size ateÅŸ dokunur” da yine Kur’an’ın âyeti (11:113). Bu yazdıklarım doÄŸru deÄŸilse, o zaman -haÅŸa- Kur’an doÄŸru söylemiyor demektir” ÅŸeklinde yeni bir hezeyanda bulunuyor; evet, kelimenin tam manasıyla hezeyanda bulunuyor; zira Kur’an zalimlere meyletme konusunda çok doÄŸru söylüyor ama Ünal’ın çarpıttığı gibi “zalimler” derken Müslüman idarecilerden deÄŸil, müÅŸriklerden söz ediyor. Åžu halde ayeti Müslümanlara karşı mermi gibi kullanan Ali Ünal Allah adına yalan söylüyor.
Yeri gelmiÅŸken belirtmek gerekir ki eskinin sıkı Ä°slamcısı, ÅŸimdinin hem paralelci sosyologu hem alaylı Kur’an yorumcusu Ali Bulaç’ın bazı yazılarında da benzer bir zıvanadan çıkmışlık emarelerine rastlanmaktadır. Åžöyle ki Bulaç Zaman gazetesinin 03.04.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Ä°nsanların ÇoÄŸu” baÅŸlıklı makalesinde 30 Mart seçimlerinde AK Parti’ye destek veren yüzde kırk beÅŸlik seçmen kitlesini, hemen tamamı Mekkî surelerde geçen ve Mekke halkının müÅŸrik çoÄŸunluÄŸuna atfen “imana gelmemek, nankörlük etmek, dalalet içinde yüzmek, hak ve hakikatten nefret etmek” gibi bir dizi olumsuz sıfatla bir arada zikredilen “ekserü’n-nâs” (insanların çoÄŸu) lafzının medlulüyle özdeÅŸleÅŸtirmiÅŸtir. Hâlbuki vaktiyle birçok tefsir karıştırmış ve sonunda iyi-kötü bir meal hazırlamış olan Bulaç’ın Kur’an’daki “ekserü’n-nâs” lafzının böyle bir mana ve medlule karşılık gelmediÄŸini bilmemesi pek mümkün deÄŸildir. Yok eÄŸer gerçekten bilmiyorsa, bu denli cahil olmasına maalesef, “yazık” demek gerekir.
‘Åžantaj’ın müstahakı ne?
Vaktiyle Fethullah Gülen hakkında, “Artistlere taÅŸ çıkartacak profesyonellikle aÄŸlayıp aÄŸlatan, üstelik Rasûlullah adına saçma sapan rüyalar uyduran Hoca” gibi ifadeler kullanan Bulaç aynı gazetenin 12.04.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Ey akıl ve vicdan sahipleri” baÅŸlıklı makalesinde ise “Hocaefendi” diye zikrettiÄŸi Gülen’i eleÅŸtiren Ä°lahiyatçılara -ki bu zümreye ÅŸahsımın da dâhil olduÄŸu ÅŸüphesizdir- “Size ne oluyor ki...” dedikten sonra, hocaefendisine ait bilgi elde etme ve düÅŸünme usulünün “hermenötik” ve “tarihselci” olmadığını, aksine onun Kur’an ve Sünnet referansına dayandığını özellikle belirtmiÅŸtir. Açıkça itiraf etmeliyim ki ben çok sıkı bir tarihselciyim; ama benim tarihselci Müslümanlığım, bugüne deÄŸin hangi kiÅŸinin hangi alüfteyle düÅŸüp kalktığına dair bir istihbârî tecessüse yahut sözüm ona Kur’an ve Sünnet referanslı vaazlarla yetiÅŸmiÅŸ birçok memur ÅŸakirtten sadır olduÄŸu veçhile, devletin ve devlet bünyesindeki emniyet gibi teÅŸkilatların imkânlarını kullanarak onca insanın gizli ayıp ve günahlarının dedektifliÄŸini yapmak, bunları görüntülü ve sesli kayıt altına alıp ÅŸantaj malzemesi olarak depolamak, yeri ve zamanı geldiÄŸinde de cemaat adına çok etkili bir silah olarak kullanmak gibi bir reziletle iÅŸtigal etmeme sebebiyet vermemiÅŸtir.
Sözün özü, Ali Ünal ve Ali Bulaç isimli paralelcilerin bahse konu ettiÄŸimiz yazılardaki ayet yorumları Kur’an’ı istismar etmenin en pespaye örneklerinden birini oluÅŸturmaktadır. Bu zatlar aslında hocaefendilerinin, “Meryem [sırf ibadetle meÅŸguliyet için] kendini ailesinden ve diÄŸer insanlardan tecrit etmiÅŸti. Biz ona ruhumuzu gönderdik. Ruh ona eli yüzü düzgün bir erkek kılığında göründü” mealindeki Meryem suresi 19/17. ayetten, “Hz. Muhammed Meryem’in kocası, Ä°sa’nın babasıdır” gibi bir sonuç çıkarması dikkate alındığında, usta-çırak iliÅŸkisi içinde Kur’an istismarına dair köklü bir geleneÄŸi yaÅŸatmaktadır. Ne var ki Kur’an ayetlerini sahabe, tâbiûn ve daha sonraki müfessirlere ait izahlarla hiçbir ÅŸekilde baÄŸdaÅŸmaz biçimde bu denli keyfi yorumlamak, Allah adına yalan konuÅŸup bühtanda bulunmak gibi çok tehlikeli bir cürüm iÅŸlemekten pek farklı bir anlam taşımamaktadır. Bütün bunlar bir yana, söz konusu zatlar, hâl-i hazırda Kur’an’ı istismar pahasına savundukları cemaatin kırk küsur yıllık tarihinde, geçmiÅŸteki hiçbir dönemle kıyaslanamayacak kadar rahat etme, bu sayede devletin en kritik kurumlarında alabildiÄŸine palazlanma ve sonunda rahat batmasıyla eÅŸdeÄŸer anlamda şımarıp azma imkânına kavuÅŸtuÄŸu bir dönemin siyasi iktidarına ve bu iktidara destek veren milyonlarca insana zıvanadan çıkmış hâlde saldırmakla bir nevi yeminli nankörlüÄŸün de ibret verici temsilini yapmaktadır.
Henüz yorum yapılmamış.