YaÅŸam
İlahiyat Akademyasının Halleri
Türkiye’de Cumhuriyet tecrübesi, özellikle başlangıçtan Tek Parti döneminin sonuna kadar, Osmanlı bürokratik elitinin bir başarısı olarak tarihe geçen Tanzimat fermanından itibaren halka tepeden bakan ve kendi iradesini taşımaya müsait olmadığı noktasında halktan şüphe duyan, ama halkın da kendisinden şüphe duyup nefret ettiği aydın tipinin söz sahibi olduğu bir dönemolarak karşımıza çıkar
Bugünkü tarihten yaklaşık bir ay kadar önce 110 Ä°lahiyatçı akademisyen, 17 Aralık operasyonuyla patlak veren ve bütün ülke gündemini aylarca iÅŸgal eden geliÅŸmelerle ilgili ortak bir bildiri yayınladı; fakat imza sahipleri arasında ismimin de yer aldığı bu bildirideki, “demokratik yollarla halk tarafından seçilmiÅŸ olan meÅŸru otoriteye itaat ana ilkedir” ifadesi farklı çevrelerden farklı tonlarda eleÅŸtiriler aldı. Bu durum hem eleÅŸtiri konusu olan ifadeyle ilgili bir tavzihi, hem de Türkiye’deki Ä°lahiyatçı profiline dair genel bir tenkit ve tahlili gerekli kıldı.
Bildiriye yönelik en ağır eleÅŸtiriler bazı Ä°lahiyatçı akademisyenler ile Ä°lahiyat fakültelerindeki ilmî çalışmaları takip eden kimi entelektüel çevrelerden geldi. Mesela, Prof. Dr. Ä°lhami Güler bildiri sahiplerini, “Ä°lahiyat fakültelerindeki ‘akademisyen’ ilahiyatçılar ise henüz ‘ulema’nın tarihsel saygın-tarafsız misyonunu (vicdan ve hakkaniyet) ve yerini doldurabilecek ilmi-ahlaki ağırlığa-çapa ve siyasi bağımsızlığı haiz olmadıkları için bir kısmı ‘bildiriler’ ile siyasi ‘taraf’ olmuÅŸlardır” diye eleÅŸtirdi. Bu eleÅŸtiriden anlaşıldığı kadarıyla, kendisini öteden beri din ve ahlaki deÄŸerler üzerinden tanımlayan bir cemaat ve/veya hareketin siyasî alanda hiçbir risk almadan, ortaya hiçbir siyasi sermaye/emek koymadan hükümet ve devleti anahtar teslimi temellük etmek üzere dört bir koldan taarruza geçtiÄŸi, bu arada dinî deÄŸer ve sembolleri da alabildiÄŸine aşındırmakta hiçbir beis görmediÄŸi bir vasatta, Ä°lahiyatçı akademisyenlerin bütün bu olup bitenler karşısında suskun kalıp konuÅŸmaması hem ulemaya yakışan bir saygınlık ve tarafsızlık, hem de ilmî ve ahlaki çaplılığın göstergesi olmakta, buna karşın seçimle iÅŸ başına gelip ülkeyi yönetme hakkını elde etmiÅŸ bir iradeyi olmadık yol ve yöntemlerle devirme giriÅŸimine tepki koymak, ulemanın itibarına gölge düÅŸürmesinin yanında ilmî ve ahlaki açıdan da çapsızlığa tekabül eden bir siyasi duruÅŸu tanımlamaktadır.
Bu gerçekten çok insafsız ve acımasız bir eleÅŸtiridir. Zira söz konusu bildirideki meÅŸru siyasi otoriteye itaat vurgusu, hem böyle bir bildirinin kaleme alınıp yayınlanmasını gerektiren dış baÄŸlam, hem de bildiri metnindeki iç baÄŸlamdan anlaşılacağı gibi, “gassâlin elindeki meyyit” misalince siyasi iktidara koÅŸulsuz biat ve teslimiyet anlamına gelmediÄŸi gibi, iktidarın her icraatını peÅŸinen tasvip fikrini de içermemekte, aksine siyasi gücünü seçim yoluyla elde etmiÅŸ bir iradeyi hile, desise ve kumpas yoluyla bertaraf etme giriÅŸimine asla rıza göstermemek, dolayısıyla siyaset oyununun siyasi alanda kuralına göre oynanması, cemaat denen yapının da haddini bilip kendi iÅŸine bakması gerektiÄŸini imlemektedir. Kaldı ki Güler’in bildiriye imza atan Ä°lahiyatçı akademisyenleri eleÅŸtirdiÄŸi yazıdaki, “Demokratik toplumlarda STK’ların faaliyet alanları bellidir. Kendini “dini cemaat” olarak lanse etmiÅŸ bir camia-çevre veya topluluÄŸun, sivil-kültürel, ahlaki, eÄŸitimsel faaliyetin dışına çıkarak kendine ‘mehdilik’ misyonu ile oluÅŸturulan ‘irrasyonel’ politik ‘ütopya’lar koyması ve bu hedefe ulaÅŸmak için yabancı istihbaratlar ile ‘diyalog’a girerek kendi ülkesinde demokratik mekanizmalarla iktidara gelmiÅŸ bir Hükumeti illegal ve korsan yöntemler ile düÅŸürmeye kalkışması, asla kabul edilemez.” ÅŸeklindeki ifadeleri de söz konusu bildirinin gerekçesiyle birebir örtüÅŸmekte, bu yüzden de eleÅŸtiri kendi içinde çeliÅŸmektedir.
Kanımca bildiriye yönelik eleÅŸtirilerdeki temel motivasyon siyasi iktidara kızgınlık, kırgınlık ve gücenmiÅŸlik sendromudur. Münhasıran Ä°lahiyat alanıyla ilgili olarak konuÅŸmak gerekirse, siyasi iktidarın açık veya zımnî desteÄŸiyle YÖK’te güç ve salahiyet sahibi olan kimi figürlerin totaliter tutumları ve katı muhafazakâr (gelenekçi ve selefi) karakterli düÅŸünce yapılarıyla tanınan bu figürlerin Ä°lahiyat fakültelerine “Ben yaptım oldu” tarzında müdahalede bulunma çabaları söz konusu kızgınlık ve kırgınlığın önemli sebeplerinden biri olarak görülebilir. Bunun yanında çeÅŸitli üniversiteler ve Ä°lahiyat fakültelerinde “paralel yapı”ya mensup akademisyenlerin istedikleri gibi at oynatmalarına uzun süre göz yumulması ve bu zaman zarfında sayısız haksızlık, maÄŸduriyet, dışlama, fiÅŸleme ve ötekileÅŸtirme gibi olumsuzlukların yaÅŸanmış olması da kızgınlığın hatırı sayılır sebepleri arasında sayılabilir. Kızgınlık ve kırgınlık sendromunu yoÄŸunlaÅŸtıran faktörler arasında, mevcut siyasi iktidar döneminde yalnızlaÅŸma, unutulmuÅŸluk hissine kapılma, birçok yönden hayal kırıklığına uÄŸrama, beklentilerin boÅŸa çıktığına tanık olma gibi birey merkezli travmatik tecrübelerden de söz edilebilir. Ancak bütün bu sebeplerden hiçbiri, halkın tercihiyle iktidar imkânını elde etmiÅŸ bir siyasi iradeyi son derece ilkesiz ve ahlaksız bir taarruzla devirme giriÅŸimini haklı kılmadığı gibi, böyle bir taarruz karşısında susmayı da ilim adamına yakışan tarafsızlık ve ilmî-ahlaki çaplılık diye tanımlamayı gerektirmez.
Bize göre asıl ilmî ve ahlaki çaplılık, 28 Åžubat post-modern darbesi ve Gezi parkı kalkışması gibi olaylarla aynı kategoride tarih envanterine kaydedilecek olan 17 Aralık sürecinde Ä°lahiyatçı akademisyenlerin suskun kalmamasıydı ki maalesef bu olmadı; aksine Ä°lahiyatçı akademisyen camia, hemen her siyasal ve toplumsal krizde ÅŸahit olunduÄŸu gibi, büyük oranda suskun kalıp kendini güvende hissedeceÄŸi bir siperde mevzi almayı ve olup bitenlere tarafsız gözlemci edasıyla seyirci kalmayı yeÄŸledi. Ülkenin eÅŸine az rastlanır türden bir kaosa sürüklenmeye çalışıldığı bir vasatta Ä°lahiyatçı akademisyenler kahir ekseriyetle pusmuÅŸluÄŸun en güzel temsilini ortaya koymuÅŸ olmasına raÄŸmen bu sinik, silik ve özgüvensiz duruÅŸu ilim adamına yakışır saygınlıkla eÅŸ tutmak objektif bir tespit ve deÄŸerlendirme olmadığı gibi inandırıcı da deÄŸildir.
Kabul etmek gerekir ki Ä°lahiyatçı akademisyen camianın zor zamanlarda kendini ortaya koyma ve inisiyatif alma konusundaki genel sicil karnesi maalesef çok bozuktur. Bunun temel sebeplerinden biri, Prof. Dr. Ömer Özsoy’un Ä°lahiyatlarla ilgili bir yazısında dile getirdiÄŸi gibi, toplumun bütün kesimlerinde hâkimolan sorunlu Ä°lahiyat algısıve bununla baÄŸlantılı olarak Ä°lahiyat alanının Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ciddi bir meÅŸruiyet krizi yaÅŸamasıdır. Daha açıkçası,Türkiye’de Ä°lahiyat alanı ilmî ve toplumsal bir ihtiyaç olarak deÄŸil, siyasi bir lütuf olarak algılanmakta,dolayısıyla Ä°lahiyatçılar da toplumun ihtiyacına cevap veren saygın bir kadro, bir ilim ordusu olarak deÄŸil, tabiri caizse, sığıntı veya besleme olarak görülmektedir. Daha da vahimi, bu algının çoÄŸu Ä°lahiyatçının bilinçaltını da kuÅŸatan bir kültür haline gelmiÅŸolmasıdır. Nitekim Ä°lahiyatçılarımız güvenilir danışman olarak hizmet verirken de, zor zamanlarda tarihe tanıklıktan içtinap ederken de, muhtaç oldukları meÅŸruiyeti hep bu kültürden devÅŸirirler. Sorunun doÄŸru adını koymak gerekirse, en azından Cumhuriyet dönemi itibarıyla, Ä°lahiyat alanı başından beri bir meÅŸruiyet krizi yaÅŸamaktadır. Bu kriz önemli ölçüde Ä°lahiyatların kuruluÅŸamacını dünyevileÅŸtirme ve çaÄŸdaÅŸlaÅŸtırma gibi kavramlarla hatırlayan toplumsal hafızayla irtibatlıdır. Toplumun önemli bir kesimine göre Ä°lahiyat fakültelerine biçilen bu misyon toplumsal ihtiyaçların bir ifadesi deÄŸil, siyasal elitlerin tercihlerinin bir yansımasıdır. Aynı hafızaya sahip baÅŸka bir kesime göre ise Ä°lahiyat tam da bu hedeflerden saptığı için meÅŸruiyetini kaybetmiÅŸtir.
Evet, Ä°lahiyat fakültelerinin öteden beri siyasi bir inayet/lütuf olarak algılanması ve bu algının bizzat Ä°lahiyat camiası tarafından da kanıksanması, camianın kendisini hem besleme olarak görmesi hem de lütuf sahibine ÅŸükran borçlu olduÄŸunu hissetmesi gibi kötü bir sonuç doÄŸurmuÅŸtur. Bunun yanında, Ä°lahiyatçı akademisyenlerin toplumsal taban olarak Cumhuriyet tarihinin özellikle Tek Parti döneminde aÅŸağılanan, kimi zaman da çok sıkı takibata uÄŸrayan dindar-muhafazakâr kesime mensup olması ve aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan dinî alana tazyik neticesinde kayıt dışı yapılanmalar ÅŸeklinde vücut bulup hayatiyetlerini uzun yıllar boyunca bu minvalde sürdürme mücadelesi veren dinî grup ve cemaatlerle çok sıkı bir bağının bulunması Ä°lahiyat akademyasında “din içinde din” ya da “dine karşı din” diye ifade edilebilecek çatışma ve ayrışma zeminleri oluÅŸturmuÅŸtur ki bu olgunun çok çarpıcı tezahürlerini belli bir dinî cemaat ve harekete mensubiyeti bulunan Ä°lahiyatçı akademisyenler ile Ä°lahiyat öÄŸrencilerinde gözlemlemek mümkündür.
Türkiye’de Cumhuriyet tecrübesi, özellikle baÅŸlangıçtan Tek Parti döneminin sonuna kadar, Osmanlı bürokratik elitinin bir baÅŸarısı olarak tarihe geçen Tanzimat fermanından itibaren halka tepeden bakan ve kendi iradesini taşımaya müsait olmadığı noktasında halktan ÅŸüphe duyan, ama halkın da kendisinden ÅŸüphe duyup nefret ettiÄŸi aydın tipinin söz sahibi olduÄŸu bir dönemolarak karşımıza çıkar. Bunun yanında bilhassa Tek Parti’nin iktidar yıllarındaki uygulama itibariyle Cumhuriyet dönemindeki modernleÅŸme tarzı Osmanlı’daki sentezci tarzın aksine geçmiÅŸi tümden reddedici ve kök sökücü bir özellik taşır. Öyle ki bu dönemde devletçi elitin tarih ve gelenekle irtibatı koparmaya yönelik siyasi modernleÅŸme politikası devletin toplumla baÄŸlarının kesilmesi gibi bir sonuç vermiÅŸtir. Hâl böyle olunca devlet toplumla iÅŸe koyulmak, toplumla birlikte hareket etmek yerine, muhayyilesindeki ulusa tekabül edecek hayali bir toplum üzerinden politikalar üretme yoluna gitmiÅŸtir. Dahası, devlet gerçekte var olan toplumu silip süpürmüÅŸ, toplumsal tabandan gelen hiçbir talebi meÅŸru görmemiÅŸtir. Devletçi elitin bu tutumu, geniÅŸ toplumsal katmanları resmî modernleÅŸme/modernleÅŸtirme projesine küstürdüÄŸü gibi muhafazakâr kesimlerin hem reaksiyoner hem de ürkek ve korkak bir tavır takınmasına sebebiyet vermiÅŸtir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren dinî alana uygulanan baskı politikaları bir yandan muhafazakâr halk kesimlerini Osmanlı döneminden tevarüs edilen ve o dönemin toplumsal dokusunda çok önemli bir iÅŸlev gören tarikatlar, cemaatler, vakıflar gibi sivil yapıların çatısı altına sığınmaya sevk ederken, bir yandan da bu kesimlerde devlete karşı iflah olmaz bir güvensizlik duygusunun güçlenmesi ve bununla baÄŸlantılı olarak ürkeklik ve korkaklığın özümsenmesi gibi çok kötü bir sonuç vermiÅŸtir. KuÅŸkusuz tarikatlar ve cemaatlere yönelik raÄŸbetin arka planında göç, ÅŸehirleÅŸme, metropollerde hayata tutunabilme ve dinî tecrübeyi yoÄŸun biçimde yaÅŸama arzusu gibi daha birçok sosyolojik ve psikolojik etkenden de söz edilebilir; fakat bütün bu etkenler bir yana, cemaatler ekseninde oluÅŸturulan alt kimlikler ve mensubiyetler Ä°lahiyat akademyasına da önemli ölçüde taşınmış ve bu durum Ä°lahiyatçı akademisyenlerde çift kimliklilik gibi patolojik bir duruma yol açmıştır. Bu durum kimi zaman resmi Ä°lahiyat çatısı altında cemaat, tarikat menÅŸeli asıl kimlik ve aidiyetini gizleme, temekkün ÅŸartı oluÅŸtuÄŸunda ya da yeterli güç tedariki hâsıl olduÄŸunda ise kendi cemaatinin çıkarlarına hizmet etme ÅŸeklinde dışa vurmuÅŸtur. Yine aynı durum çok kere de Ä°lahiyatçı akademisyenin kendi cemaatinden bağımsız hareket etmemesi, kendi adına görüÅŸ bildirmemesi ve hep cemaat hiyerarÅŸisindeki üst mercilerden gelecek talimatlar uyarınca tutum ve davranış tarzını belirlemesi gibi sonuçlar doÄŸurmuÅŸtur ki 17 Aralık sürecinde tanık olunan Ä°lahiyatçı suskunluÄŸu bir yönüyle cemaat ve tarikat menÅŸeli bu alt kimlikler ve mensubiyetlerle, diÄŸer bir yönüyle de Cumhuriyet’in başından beri sık sık yaÅŸanan dinî alana baskı politikasının kalıcı yan etkilerinden biri olan ürkeklik, korkaklık ve özgüvensizlik travmasıyla ilgilidir.
Henüz yorum yapılmamış.