YaÅŸam
Gülen Cemaati ve melez teoloji; mehdilik takiyye müdaracılık
Gülen Cemaati’nin kişisel karizma ve otorite mezhebi olarak tanınan Şia’nın reflekslerine benzer refleksler sergilemeye başladığı, Gülen’in de bir icma mezhebi olan Sünnîliğin ön plana çıkardığı ümmet masumiyeti fikrinin aksine Şiîliğin ilâhî hak nazariyesi ekseninde geliştirdiği kişisel karizmaya dayalı masum imam profilini yansıttığı söylenebilir.
Teoloji, Ä°slâmî terminolojide “kelam” kavramıyla karşılanır ve spesifik olarak, naslardan hareketle Ä°slâm dininin inanç ve davranışlarla ilgili temel prensiplerini belirleyip bu prensipleri aklî yöntemlerle temellendirmeyi hedefleyen bir ilmî disiplin olarak tanımlanır. Gazâli ve Fahreddîn er-Râzî gibi büyük âlimlere göre Ulûm-i Ä°slâmiyye hiyerarÅŸisinde kelam ilimlerin ÅŸahıdır. Çünkü kelam dinî asıllar ve ilkelerin (usûlü’d-dîn) ilmidir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi diÄŸer Ä°slâmî ilimler kelâmın iyali ve hizmetçisi mesabesindedir. Bunun içindir ki herhangi bir ayetin ne ÅŸekilde te’vil ya da tercüme edileceÄŸi veya Kur’an’a iliÅŸkin herhangi bir yorumun geçerliliÄŸi dahi kelâmî kabullere göre belirlenir. Denebilir ki kelam tüm Ä°slâmî fırkalar ve gruplar için baÅŸta Allah tasavvuru olmak üzere din, varlık ve eÅŸyaya bakış açısını ÅŸekillendiren, dünya görüÅŸünü çerçeveleyen, itikat/dogma üretme ve iç ötekileÅŸtirmeyle ehl-i bidat kategorisini de belirleyen bir ilim, hatta naslarla talil ve tahkim edilmiÅŸ bir ideolojidir.
Teolojik hamuru yalınkat akait mayasıyla yoÄŸrulmuÅŸ bu topraklarda bir kiÅŸinin geniÅŸ kitleleri mutlak teslimiyet ve sadakatle peÅŸinden sürüklemesinin en iÅŸlek ve iÅŸlevsel yolu, kelâmî kabuller ve te’villerle has Müslümanlığın olmazsa olmazı olarak gösterilen kayıtsız-ÅŸartsız itaat, biat ve adanmışlık kültürünü avâm-ı nasa özümsetmektir. Tasavvuf ve tarikat geleneÄŸinde de görüldüÄŸü üzere halk dindarlığı bu kültürü özümsemeye teÅŸnedir. Öyle ki devlet otoritesiyle ÅŸeyh ya da manevi lider karizması arasında tercih yapmak söz konusu olduÄŸunda, tereddütsüz lider karizmasından yana pozisyon almak, fevren ifası gereken bir vacip mesabesindedir. Sorgusuz sualsiz itaat kültürüne Türk düÅŸünce geleneÄŸindeki devlet algısı da eklendiÄŸinde ÅŸeyh efendinin otoritesi adeta çelikleÅŸir.
Gülen’e atfedilen mutlak otorite ve karizmanın teÅŸekkülünde mistik ve melankolik dinî retoriÄŸin yanında devletçilik fikri de önemli rol oynar. Zira Gülen’in 1980 darbesinden bir ay kadar sonra Sızıntı dergisinde yayımladığı “Son Karakol” baÅŸlıklı yazısında Mehmetçik üzerinden devlet ve askerî vesayete selam durduÄŸu malumdur. Gülen ÅŸimdi de sıkı bir devletçidir; ama hâl-i hazırdaki devletçilik, sivil iktidara “Artık çekilip gidin” diyerek askeri vesayete ÅŸirin görünmek ve/veya darbe erkânına methiyeler düzmek ÅŸeklinde deÄŸil, devlet bünyesinde paralel bir yapı oluÅŸturup okyanus ötesinden gönderdiÄŸi talimatlarla bu yapıyı sevk ve idare etmek ÅŸeklinde bir görünüm ve intiba vermektedir. Devlet içinde devlet kurup asıl devleti anahtar teslimi temellük etmek söz konusu olunca, bu mesiyanik cemaatin kimi zaman Åžah Kulu’na benzer bir rol üstlenmesi de pekâlâ mümkün olabilmektedir.
Anadolu coÄŸrafyasında filizlenmiÅŸ bir hareket olarak Gülen cemaati fikrî nesep ve kültürel kimlik itibariyle bu topraklara aittir; fakat hâl-i hazırdaki hareket fıkhı dikkate alındığında artık hibritleÅŸmiÅŸ/melezleÅŸmiÅŸ bir karaktere sahiptir. Yıllarca öz yurdunda parya olma acısı, anavatanda diaspora algısı, arada kalmışlık duygusu gibi travmalarla baÅŸ etmeye çalışan cemaat özellikle yurt dışına açıldıktan sonra yeni bir kimlik edinme ihtiyacı hissetmiÅŸ, hâliyle bu süreçte gerçekleÅŸen kimlik ve karakter melezleÅŸmesini bilerek ve isteyerek tercih etmiÅŸtir. Söz konusu melezleÅŸme, farklı kültürlere ait semboller, söylemler ve imgelerin yeni bir kültür potasında birbiriyle kaynaÅŸtırılması yahut çeÅŸitli kültürlere ait farklı unsurların olgusal düzlemde harmanlanması diye tanımlanan senkretizm kavramıyla da ifade edilebilir.
Ä°mam-ümmet masumiyeti
Kimlik ve karakter melezleÅŸmesine paralel olarak cemaat teolojik zeminde de melezleÅŸmiÅŸ ve bu olgu Gülen’in 1998’de Papa II. John Paul’le görüÅŸmesi, 1999’da Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleÅŸmesi ve liderlik ettiÄŸi harekete evrensel hedefler belirlemesi sürecinde tedricen gerçekleÅŸmiÅŸtir. Cemaat küresel ölçekte mesafe aldıkça hem kendisine vücut veren manevi kökler ve millî/yerli deÄŸerlerle irtibatını zayıflatmış, hem de aşıyı kendi kök hücrelerinden yaparak gürbüzleÅŸme stratejisini rafa kaldırmış, buna mukabil yaban eller ve kültürlerle hemdem olma çabasına ivme kazandırmıştır. Bu arada küreselleÅŸen cesamet Gülen ve cemaate mesiyanik/mesîhî misyon üstlenme yönünde ciddi bir fikir aşısı da yapmıştır.
GözlemlendiÄŸi kadarıyla Gülen kendisini insanlığın maddi ve manevi sıkıntılarını sona erdirecek, dinî ve içtimaî hayatı kemale eriÅŸtirecek bir ruhani otorite olarak algılamakta ve bu algı Ä°slam geleneÄŸindeki mehdi/mehdilik inancını anımsatmaktadır. Ne var ki hicrî 3. asırdan itibaren Ä°snâ AÅŸeriyye Åžiası arasında kökleÅŸen ve bu fırkayı diÄŸerlerinden ayıran önemli bir inanç esası hâline gelen, muhafazakâr ulemanın tazyikiyle Ehl-i Sünnet dünyasına da sirayet eden mehdi inancı tarihsel tecrübede huzur ve sükûndan çok huzursuzluÄŸa, adaletten çok zulme medar olmuÅŸ, dahası Ä°slam tarihinde siyasi ikbal ve iktidara göz diken pekçok kimse mehdi olduÄŸu iddiasıyla ortaya çıkıp Müslümanların sosyal dirlik/düzenini parçalamıştır.
Bu baÄŸlamda Gülen Cemaati’nin kiÅŸisel karizma ve otorite mezhebi olarak tanınan Åžia’nın reflekslerine benzer refleksler sergilemeye baÅŸladığı, Gülen’in de bir icma mezhebi olan SünnîliÄŸin ön plana çıkardığı ümmet masumiyeti fikrinin aksine ÅžiîliÄŸin ilâhî hak nazariyesi ekseninde geliÅŸtirdiÄŸi kiÅŸisel karizmaya dayalı masum imam profilini yansıttığı söylenebilir. Bugüne deÄŸin yeterince fark edilmemiÅŸ veya sıkça dile getirilmemiÅŸ olsa da Gülen Cemaati’ndeki hareket fıkhı, Hatem Ete’nin tespitiyle, kendisini Ä°slam’ın, ülkenin ve belki de bütün dünyanın geleceÄŸi için yegâne kurtuluÅŸ ümidi olarak kodlayan bir anlayışla oluÅŸturulmuÅŸ ve bu anlayış gerektiÄŸinde her ÅŸeyin cemaat uÄŸruna ikinci plana atılıp gözden çıkarılacağı yönünde tekçi, ben-merkezci ve özsever (narsist) bir kendilik algısının benimsenmesine yol açmıştır. Kendi varlığını çok mümtaz gören ve yine kendisini sair dinî grup ve cemaatlerden ayrıştırmaya büyük özen gösteren, bu arada kibirden de pek ödün vermeyen cemaat kendi selameti, menfaat ve maslahatı için baÅŸka her ÅŸeyin feda edilmesini caiz gören bir itikat geliÅŸtirmiÅŸtir.
Öte yandan hedefe vasıl olmak uÄŸruna cemaat mensuplarının özellikle kriz vasatlarında Ä°slâmî ilkelerle pek baÄŸdaÅŸmayan, gerektiÄŸinde dinî-ahlâkî hassasiyetleri askıya alan davranışlar sergilemesi de tecviz edilmiÅŸtir. Tedbir diye kavramlaÅŸtırılan bu cevaz anlayışı, Åžiî gelenekteki takiyye siyasetinin satın alınması ve Ehl-i Sünnet dünyasına taşınması olarak deÄŸerlendirilebilir. Cemaat diÄŸer Ä°slami gruplar arasında ciddi rahatsızlık yaratan çok boyutlu güç tedarikini ve bilhassa yargı, emniyet gibi kritik kurumlarda kadrolaÅŸma ve diÄŸer bütün grupları saf dışı bırakma kabiliyetini iÅŸ bu tedbir-takiyye siyasetine borçludur. Takiyyenin böylesi, Ali Åžeriati’nin ifadesiyle, “Ali Åžiası”ndan çok “Safevî Åžiası”na özgüdür. Safevî Åžiası’nda takiyye kiÅŸi veya grubun kurulu düzeni korumak, kendi selametini garanti altına almak, sıkıntı ve zarara uÄŸramamak için, temekkün ÅŸartıyla kaim iktidar imkânı oluÅŸuncaya deÄŸin hâkim erkin/otoritenin baskı ve zulümleri karşısında suskun kalmasıdır.
Cemaatin tedbir/takiyye siyasetinde müdârâcılık da göz ardı edilmemesi gereken bir bileÅŸendir. Genellikle “hoÅŸgörülü olmak, insanlarla iyi geçinmek” diye karşılanan müdârâ kelimesi dinî terminolojide, muhtemel zararından ve/veya huzursuzluÄŸa yol açmasından kaygı duyulan kiÅŸilere/çevrelere karşı nazik davranmak ve alttan almak suretiyle bela savmayı, belli ölçüde de gönül kazanmayı ifade eder. Buhârî’nin naklettiÄŸi bir hadiste Ebü’d-Derdâ hasımlara yönelik müdârâcılığı, “Biz bazı kimselere karşı içimiz öfke dolu olduÄŸu halde güler yüzlü davranmaya çalışırdık” (Buhârî, “Edeb” 82) diye tarif etmiÅŸtir. 17 Aralık’tan bugüne yaÅŸanan hadiseler dikkate alındığında, cemaatin siyasi iktidarla hukukunu en başından itibaren böyle bir müdârâ siyasetiyle sürdürmüÅŸ olduÄŸundan söz etmek mümkündür. DiÄŸer taraftan 1980 ve 28 Åžubat darbelerinin yaÅŸandığı hengâmede Gülen’in askeri vesayete karşı kendini ifade ediÅŸ tarzında da takiyyeye yedirilmiÅŸ bir müdârâ siyasetinin belirleyici olduÄŸu tespitinde bulunulabilir.
Gerek askeri, gerek siyasi ve bürokratik erkâna karşı öteden beri müdârâcı bir tavır sergileyen ve özellikle Kemalist, laikçi çevrelerle iliÅŸkisini son yıllara kadar hep bu minvalde sürdürmeyi prensip edinencemaatin belki de kırk yıllık serencamında en rahat ÅŸekilde hareket ettiÄŸi ve hemen her istediÄŸine kolaylıkla eriÅŸtiÄŸi bir dönemin”muhafazakâr demokrat” bir kimlikle kendini tanımlayan siyasi iktidarınadört bir yandan saldırması, üstelik bu topyekûn taarruzda temekkün ÅŸartını pek dikkate almamış olması gerçekten düÅŸündürücüdür. Belli ki Gülen Cemaati artık, “Ben eski ben deÄŸilim” dercesine çok büyük bir özgüvenle hareket etmektedir. Güç zehirlenmesi gibi çok ciddi komplikasyonları da bulunan bu aşırı özgüven, bir yönüyle cemaatin kesbettiÄŸi küresel cesamet ve bu cesametten neÅŸet eden büyük cesaret, bir yönüyle de Gülen ve cemaatin ÅŸahs-ı manevisine yüklenen seçilmiÅŸ kurtarıcı misyonuyla ilintili olsa gerektir.
Güç kazandığı her alanda cemaatin iÅŸgalci gibi davranması, resmi ya da sivil hemen hiçbir alanda kendisinden baÅŸkasına nefes aldırmaması ve dindaÅŸlık, vatandaÅŸlık gibi paydaları yok sayması gibi gariplikler de cemaatin kendini “seçilmiÅŸ” olarak görmesi ve buna baÄŸlı olarak ilahi irade tarafından mutlak hakikatin temsilcisi ve insanlığın kurtarıcısı gibi eÅŸsiz bir misyon yüklendiÄŸini vehmetmesiyle ilgili olsa gerektir. Zira Gülen yakın geçmiÅŸteki “tarihi tekerrürler ve bir uzun temenni” baÅŸlıklı sohbetinde, “Bugün olup-biten hâdiseleri, kalb ve ruh rasathanelerinden temaÅŸa edebilenler... himmet ve gayret çaÄŸlayanları, ilâhi lütuflar mecrasında ve ummana doÄŸru gürül gürül çağıldamakta, hem de hiçbir engebeye takılmadan, karşılarına çıkan maniaların bazılarının üstünden aÅŸarak, bazılarının da kenarından-köÅŸesinden dolaÅŸarak arkalarında bıraktıkları en güzel hendesî çizgilerle kaderî programların kendilerine yüklediÄŸi misyonu bütün teferruatıyla temsile çalışmaktalar. Onlar yürüyor, yollar onlara selâm duruyor. Yürüdükleri her yerde aşılmaz gibi görülen engeller onların karşısında secdeye kapanıp dümdüz kesiliyor; kesiliyor ve âdeta bu kutluların ayaklarına yüz sürüyor” derken tam da bu seçilmiÅŸlik telakkisini ÅŸerh etmiÅŸtir.
SeçilmiÅŸlik sendromu
Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi Gülen en azından Türkiye’yi bir arz-ı mev’ûd olarak algılamakta ve ilahi irade tarafından kendi cemaatine tapulandığına inandığı bu topraklarda Tanrı’nın krallığını tesis etmek adına, tıpkı Yahudilerin Tanrı Yehova’ya ait hükümranlığının yeryüzünde tesisine engel teÅŸkil eden herkesi ebedi düÅŸman olarak kodlayıp onlarla sonsuza kadar savaÅŸmayı mutlak farz olarak görmesini hatırlatan bir tavır takınmaktadır. Bu noktada cemaatin kendinden baÅŸkasını yok mesabesinde görmesi, diÄŸer bütün Müslümanların deÄŸerini cemaate hizmetle ölçmesi ve hasım bildiklerini bertaraf etme hususunda hiçbir kural tanımayacak kadar acımasız davranması da Tanrı’nın yeryüzündeki planını gerçekleÅŸtirmek üzere bizzat O’nun tarafından seçilmiÅŸlik algısına hamledilebilir.
Kur’an’da Ä°srailoÄŸulları’na atıfla zikredilen “Ben sizi cümle âleme üstün kıldım” ifadesindeki “siz” zamirinin “cemaat”e rücu ettirilerek yorumlandığını düÅŸündüren bu algı Yahudilerin Tanrı’yı millileÅŸtirip diÄŸer bütün insanları kendilerine hizmet için yaratılmış mahlûkat olarak görmesini de hatırlatmaktadır. O kadar ki Hz. Peygamber dahil ahirete irtihal etmiÅŸ sayısız din büyüÄŸü ÅŸahs-ı manevileri ve ruhaniyetleriyle cemaati desteklemekte, dahası Hz. Peygamber bazı cemaat mensuplarına rüyada temessül edip, “Tweet sayısını ikiye katlayın” talimatı vermektedir(!) Cemaat retoriÄŸinde sıkça kullanılan “ÅŸefkat tokadı” kavramsallaÅŸtırması da seçilmiÅŸlik kapsamında mütalaa edilebilir. Gülen tarafından, “Sevenin sevdiÄŸine sevgi eksenli, onu doÄŸru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme ve azarlama” diye tarif edilen bu tokat, ulvî vazifeyi ifa sırasında ortaya çıkan ihmal ve kusurlara karşı ilahi irade tarafından yapılan tatlı-sert bir ikaz olarak düÅŸünülmektedir. Ä°srailoÄŸulları’nın tarih boyunca Yehova tarafından sık sık cezalandırılması ve bu cezalandırmanın seçilmiÅŸ Ä°srail kavmi için bir tür ilahi rehabilitasyon gibi algılanmasını anımsatan bu düÅŸünce ekseninde cemaat hiç hesapta olmayan kötü sürprizler ve olumsuz geliÅŸmeleri Allah’tan gelen tatlı ikazlar olarak yorumlamakta, kendilerini, “Kasap sevdiÄŸi postu yerden yere vurur” fehvasınca tıpkı Ä°srailoÄŸulları gibi “seçilmiÅŸler” olarak konumlandırmaktadır.
Belli ki bu seçilmiÅŸlik algısı cemaatte gözle görülür bir narsizm/özseverlik patolojisi yaratmıştır. Bütün her ÅŸey “Ben”den ibaret sayıldığı için narsistlerin dış dünyayı algılaması, duygudaÅŸlık kurması ve halden anlaması pek mümkün deÄŸildir. Yine narsistler baÅŸkalarına ait hak-hukuku görmezden gelerek ve her daim kendisini haklı görerek hep en önde, en gözde ve biricik olmak isterler. Sanki her ÅŸey sadece kendileri için vardır ve ne pahasına olursa olsun bütün her ÅŸeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi lazımdır. BaÅŸkaları bu amaçlara hizmet ettiÄŸi sürece vardır, aksi halde yoktur ya da yok olmak durumundadır. Narsist kiÅŸilikler kendi planları sekteye uÄŸradığında öfkelerine hâkim olamaz, saldırganlaşır, hatta birtakım psikotik hallere maruz kalır.
Henüz yorum yapılmamış.