Sosyal Medya

Eren Buğdaycı – Hasan Aycın Söyleşisi



Åžubat 1978’deYenidevir gazetesinde yayımlanan ilk çizginiz sanat yolculunuzun da baÅŸlangıç adımıydı bir bakıma. GeldiÄŸimiz noktada aradan geçen kırk dört yıl var. Ki sanat hayatı için oldukça ciddi bir süre. Bu süreçte sizi motive eden ÅŸey neydi de hiç vazgeçmediniz çizmekten?

Yani baÅŸta sorulsaydı, kırk dört yıl önce karşıma çıksaydı bu soru cevap vermek daha zor olabilirdi. Kırık dört yıl sonra iÅŸte nasıl olduysa öyle oldu. Hesap kitap yapmadan bugünlere kadar geldik. KısmetmiÅŸ diyelim. NasipmiÅŸ diyelim.

Edinilen tecrübeler, arkadaÅŸlıklar, anılar, acılar, kırgınlıklar, kızgınlıklar, kaygılar, onca hayal kırıklığı belki de… Åžimdiden geriye baktığınızda kırk dört yıllık uzun yolculuktan ne kaldı geriye? Başınıza gelen onca ÅŸey neydi?

Hayat… Hayat, sınavdır. Sırlı bir sınavdır. Sır, yaÅŸayınca çözülüyor ve anlaşılıyor. YaÅŸandı, oldu, bitti. Elbette bütün yaÅŸanmışlıklarda olduÄŸu gibi benim hayatımda da kırgınlıklar, kaygılar, acılar hatta zaman zaman kızgınlıklar oldu. Geride kaldı ama. Yani tüm bunların bana ne kazandırdığı iÅŸte bugünkü sonuç olarak ifade edebileceÄŸimdir. GeldiÄŸim, durduÄŸum yerdir. Hâlâ hayata nasıl baktığımla ilgili bir olaydır diye düÅŸünüyorum. 

Kendinize dönüp “YaÅŸadığım bu çağın bunca acısına niçin ÅŸahit oldum ve oluyorum?” diye sorduÄŸunuzda nasıl cevaplıyorsunuz?

Ä°nsanız tabi… Zaman zaman sormuyor deÄŸilim. Soruyorum. Fakat peÅŸinen iyi ki Müslüman’ım diyebiliyorum. Yani bu imkânım var. Çok ÅŸükür… Müslüman olmasaydım katlanması zor bir hayat olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Müslüman olmamız kolaylaÅŸtırıyor bu zorluÄŸu. Yani buranın basit bir temsil olduÄŸunu, asıl gerçek hayatın ahirette olduÄŸunu biliyor isek, buna inanıyor isek o zaman kolaylaşıyor. Ve sorunuzun cevabı olarak da bunu anlamış oluyorum sonunda. Tecrübeler sonrasında… Bu beni rahatlatıyor tabi.

Kosmos filminde “Her ÅŸeyin kendine ait bir yeri var. Her ÅŸey kendi yerini bulduÄŸunda huzura kavuÅŸuyor,” gibisinden bir replik geçiyordu. Åžüphesiz insanın da ait olduÄŸu bir yer var. Huzura kavuÅŸacağı... Fakat belli ki burası orası deÄŸil. Peki niyedir güneÅŸin altındaki bu huzursuzluÄŸumuz, uyumsuzluÄŸumuz, bir türlü kurtulamadığımız yerini yadırgama halimiz? Ä°nsanoÄŸlunun yeri neresi?

GeldiÄŸi yer… Tek cümleyle. Biz Müslüman’ız ve geldiÄŸimiz yerin cennet olduÄŸunu biliyoruz. Öyle inanıyoruz. Biliyoruz çünkü bize öyle bildirildi. Ä°nanıyoruz çünkü Müslüman’ız. Ben ÅŸunun bilincindeyim. Biz dünyadan cennete gelmedik. Cennetten dünyaya geldik. Asıl huzur bulacağımız yer tekrar geldiÄŸimiz yere vardığımızda olacaktır. Kazasız belasız bu dünya yolculuÄŸumuzu tamamladığımızda ve adrese ulaÅŸtığımızda huzuru da asıl orada bulacağız. Gerçek huzur orada çünkü.

Ä°nsanın özlemi var mıdır geldiÄŸi yere?

Olmaz mı? Ä°çimizde bir ses vardır aslında. EÄŸer kulak kesilirsek duyarız; o ses cennetin çaÄŸrısıdır. BoÅŸuna mı dönüp dönüp geriye bakıyoruz. Bütün insanlığın böyle bir ÅŸeyi vardır. GeçmiÅŸine, geldiÄŸi yere hep özlemi vardır. Bence o cennete duyulan hasrettir. Onun hasretidir.

GeçmiÅŸe olan özlem ÅŸu ana iliÅŸkin bir kaygıyı da doÄŸurmaz mı peki?

DoÄŸurur. DoÄŸurur ve ÅŸu anı yadırgarız. Åžükür ki yadırgarız. Yadırgamasaydık burada kalmayı, buraya yerleÅŸmeyi, buradan çıkmamayı seçebilirdik. Bu zaten fıtraten de mümkün deÄŸil. Fakat insanoÄŸlu bunun denemelerini yaptı. Hikâyenin bütününe baktığımızda, ab-ı hayatı burada aradılar; burada kalıcı olmayı denediler. Ä°nsanlar heykellerini niye yaptırırlar? Niye dikerler? Niye birilerinin eserleri ve izleri uzun yıllar silinmesin diye çaba gösterirler? Neden geçici olan bir yerde kalıcı olmak isterler? Sanıyorum bundandır.

Peki insanın içinde geldiÄŸi yere duyduÄŸu bir özlem var ise neden bir yandan burada kalıcı olmak için bu kadar çabalar, uÄŸraşır?

O çaÄŸrıdan uzaklaÅŸtığı için. Buradaki tuzağı yurt gibi gördüÄŸü için… Görmek istediÄŸinde bu yanlışı yapıyor sanırım. Yapmış da zaten. Bunun felsefesini yapanlar da çok. Ama baktığımızda Allah bize Kur’an’da her ÅŸeyi bildiriyor. Burada niçin olduÄŸumuzu, buraya nereden geldiÄŸimizi, bizden öncekilerin haberlerini… Üstelik de peygamberler üzerinden... Onlar ve etrafındaki insanların ahvaliyle ilgili olarak bize geçmiÅŸin haberlerini veriyor. Biz de bunlara inandığımız için Müslüman’ız zaten. Aynı zamanda bize gideceÄŸimiz yerin de haberlerini veriyor. Ya cennet ya cehennem... BaÅŸka bir seçenek yok. EÄŸer baÅŸka bir seçenek olsaydı ÅŸunu yapabilirdik mesela. Madem cennete gidemiyoruz öyleyse cehennemin dışında bir yer daha var oraya gidelim. Bunu diyebilirdik. Fakat böyle bir seçenek yok.

Üzerimizden atamadığımız bir yeryüzü acemiliÄŸimiz var. Bunca kadim anlatıya, bunca insanlık birikimine, hatta bunca acıya raÄŸmen… Niye böyle bir yük var sırtımızda?

Bir kere ÅŸöyle bir ÅŸey var. Yeryüzü gerçeÄŸi kadim bir gerçek, evet. Ama doÄŸumumuzla baÅŸlayan ve öncekilerin haberlerini hazır bulduÄŸumuz kayıplar, acılar, umutlar, huzurlar, huzursuzluklar ne varsa geçmiÅŸin bütün haberlerini tevarüs ettiÄŸimiz sonra bunlar eÅŸliÄŸinde kendi tecrübemizi yaÅŸadığımız bir vakıadır. Sahnede yerimizi aldığımızda ister istemez yorgunlukları ve bezginlikleri hazır buluyoruz. Oysa biz kendi tecrübemizi en nihayetinde kendi doÄŸum tarihimizle baÅŸlatabiliriz. Ömrümüz de çok kısa. Ve ne kadar olduÄŸunu da bilmiyoruz üstelik. Hiç kimse ömrünün ne kadar olacağını bilmiyor. Bu gerçeklik içerisinde ya yetiÅŸemezsem ya gerçekleÅŸtiremezsem ya yapamazsam ya edemezsem telaşı aslında çok görünür olmasa da vakıa olarak var. Bunu tecrübemizle öÄŸreniyoruz. Sonuçta yaÅŸarken çok ölçüp tartamıyoruz. Hayrı ÅŸerden, hakkı batıldan ayırmakta zorlanıyoruz. Hatta en zorlandığımız yer de tam olarak burası. Kolayına kaçtığımız zaman hayrımıza olmayanı seçiyoruz. E çünkü o peÅŸin, günübirlik, hayatın içinde ve burada olup biten bir ÅŸey. Hayatın sonrasında olan ise vaattir. Allah’ın vaadidir. Ödüldür. O ise hayattan sonradır. Onun karşılıkları da bugün peÅŸinen deÄŸiÅŸtirdiÄŸimiz sonuçlar olmayabilir. Belki de biraz da bundandır. Yorgunluk, acemilik vesaire… Evet bunların hepsi var. Hayatımızda hepsini yaşıyoruz. Ve hatta insanoÄŸlu bunları gidermek, onarmak, tedavi etmek için birtakım tecrübeler biriktirdiler. Disiplinler geliÅŸtirdiler. Birçok insan bugün manevi destek alarak, terapiler görerek hayatını sürüklemeye çalışıyor. Ama baÅŸ edilebilir bir ÅŸey deÄŸil. Çünkü gittikçe ihtiyaç artıyor. Gittikçe çoÄŸalıyor. Daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. AcemiliÄŸimiz tersine daha artıyor gibi. Bu sanki bizi çeken, bizi motive eden, bizi kendine çağıran ilahi bir ikaz ve davet… Onlardan sakındıkça, onlara kendimizi kapattıkça gömüldüÄŸümüz yorgunluklar, acemilikler hatta garabet durumlar alıp başını gidiyor. Tabi içinden çıkılmaz bir durum olarak…        

Platon’un aktardığı ÅŸekliyle Sokrates baldıran zehrini içmeden evvel sevenleriyle, öÄŸrencileriyle, dönemin ekâbir takımıyla görüÅŸüyor. Bir ara bilginlerden biri olan Kriton’la konuÅŸurken ona “Kriton, dostum. Unutma ki bilmek, ruhu yüceltir.” diyor. Sizce bilmek, daha doÄŸrusu bilmenin peÅŸinde olmak, o arayış hali nereye götürür insanı? Kendini alıkoyamayıp, dönüp dolaşıp çarptığı bilme çabası onu peÅŸine düÅŸtüÄŸü ÅŸeye, hakikate ulaÅŸtırabilir mi mesela?

Bir kere Sokrat örneÄŸinden önce ÅŸunu belirtmek lazım. Biz bilen biri olarak geldik yeryüzüne. Bilmeyen biri olarak gelmedik. Ä°nsanın bilgisi cennette sınandı.

Nasıl ve ne şekilde?

Hz. Adem üzerinden. Allah muhatap alıp sorular sordu ve o sorulan soruların hepsine cevap verdi cennette Hz. Adem. Biz Allah’ın verdiÄŸi haberlerden bunun böyle olduÄŸunu biliyor ve buna inanıyoruz. Yani insan, varlık olarak bilen biriydi. Ona bilgi verilmiÅŸti zaten. Biz o verili bilginin eÅŸliÄŸinde bu dünya serüvenini tecrübe etmeye baÅŸladık. Ve o bilgi bize hep ışık tuttu. Åžu sıralar birilerinin çıkıp “Adem cahildi,” demesi gibi deÄŸildi olay. Biz bilginin ışığında yol aldık ve dolayısıyla bilgimiz arttı. Arttıkça da bugünlere geldik. DoÄŸru bilgi, yanlış bilgi birbirine karıştı hatta. Zaman zaman yanlış bilginin peÅŸinde koÅŸtuk insanlar olarak. Belki de en ÅŸiddetli savrulmaların yaÅŸandığı bir çaÄŸda yaşıyoruz ÅŸimdi. Tam böyle bir çaÄŸa denk bizim kendi hayat hikâyemiz. En azından kendi adıma böyle bir ÅŸey söyleyebilirim. Tam da her ÅŸeyin birbirine karıştığı ve içinden çıkılmaz bir hal aldığı bir bilgi çöplüÄŸünün içinde kaldık.

Bu bilgi çöplüÄŸüne ve karmaşıklığa sebep olan ÅŸey neydi?

Öncelikle Hz. Adem’den bize kadar gelen bir insanlık hikayesi var. Dolayısıyla bir kiÅŸiyle baÅŸlayan insanlık hikâyesi bugün yeryüzünde milyarlara bâliÄŸ oldu. Ama geçen zaman içerisinde bugüne kadar kaç milyar, kaç trilyon ya da ne kadar insan gelip geçmiÅŸse bunlar hep bir iz bıraktılar. Tecrübe bıraktılar. Hepsi bugünlere gelip yığıldı. Biz onları tevarüs etmiÅŸ olarak geldik dünyaya. DüÅŸünsenize bugün dünyada bütün dillerle üretim yapılıyor. Sanat, edebiyat, düÅŸünce eserleri, kültür… Üretiliyor. Bütün dillerde üretiliyor ve hepsi kayıtlara geçiyor. Süreli veya süresiz yayınlar halinde... Kitaplar halinde basılıp çoÄŸaltılıyor. Her gün bu yığıntı yükseliyor. Ben buna ahir zaman çöplüÄŸü diyorum. Biz bu çöplüÄŸün içerisindeki hakikat incisini bulup çıkarmakla yükümlü buluyoruz kendimizi. Çünkü peÅŸinde olduÄŸumuz ÅŸey hakikat. Hakikatin bilgisi… GeçmiÅŸin bütün tecrübeleriyle boÄŸuÅŸup cebelleÅŸerek bunu çıkartmaya çalışıyoruz. Bulabilenler çıkartacaklar. Sokrat’ın tabiriyle ruhumuzu yüceltecek bir ÅŸey varsa o da bu uÄŸraÅŸtır. Ruhun yücelmesi buradadır. Bulmak ödül olacaktır. Biz zaten yitiÄŸimizi arayışımızı sürdürüyoruz. Yani daha önceden sahip olduÄŸumuz bir yitiÄŸimizi arıyoruz. Bugün hayatın içinden baktığımız zaman cennetimize bile “yitik cennet” diyoruz. Aslında biz biraz da kendimizi cennetin yitiÄŸi olarak görmeliyiz. Oradaydık çünkü. Oradan geldik. Tekrar dönebilirsek bilgimiz, daha doÄŸrusu bilme çabamız bizi oraya ulaÅŸtırırsa biz doÄŸru bilginin üzerinde olmuÅŸ olacağız. Asıl yücelme de budur. Yol yanlışa çıkarsa, yani bilgileri doÄŸrultusunda yol alan bir insan sonunda uçuruma düÅŸmüÅŸse bir yücelmeden bahsedemeyiz.

Bu uÄŸraÅŸtan, bu çabadan niye kendinizi mesul hissediyorsunuz? Niçin böyle bir rol biçiyorsunuz ki kendinize?

UÄŸraşımız bizim çabamızdır. Bizim eylemimizdir. Yani ona sahip çıkmayacaksak neye sahip çıkacağız? Yaptığımız ne varsa… Eylem olarak, çaba olarak, uÄŸraÅŸ olarak yaptığımız ne varsa onun arkasında bizim bütün donanımımız vardır. Bilgimiz vardır. Birikimiz vardır. Tecrübelerimiz vardır. Tevarüs ettiÄŸimiz ne varsa onlar vardır. Motivasyon kaynağımız da onlardır. Onlarla bir ÅŸey yaparız. Onlar sonucunda yaptığımız ÅŸeyler önemsiz midir? Onları önemsiz mi sayacağız? Öyleyse önemli olan nedir? Ben çizgi çiziyorsam çizdiÄŸim çizgiyi önemsiyorumdur da. Bunca yıl sonra ve hâlâ kakara kikiri, ÅŸöyle böyle ÅŸeyler yapmamaya özen gösteriyorsam, yaptığıma önem veriyorsam bunun içindir. Bu da beni ayrıca motive ediyor tabi. Daha iyisini yapabilir miyim dürtüsü, itkisi beni motive diyor. Çok güzel yaptım, artık tamam deseydim… Tam kırk dört yıl önce bunu demiÅŸ olsaydım tam o an benim iÅŸim biterdi. Çabam biterdi. Enerjim biterdi. Nasıl sürdürebilirdim ki? Ayrıca kimse de yaptığım ÅŸeyle ilgilenmezdi. Hem niye ilgilensinler ki… Adam aynı ÅŸeyi yapıyor, aynı ÅŸeyleri söylüyor der geçerledi. Merdivenin basamakları gibi… Kaçıncı basamakta olduÄŸumu bilmiyorum. Ama derdim bir sonraki basamaksa o merdiven beni bir yere taşıyordur zaten. Çalışmalarımı, çabalarımı da böyle okumaya çalışıyorum kendi adıma.

Bu tam olmadı hissi bir ömür devam eden bir ÅŸey galiba…

Ve hiç de tam olmayacaktır aslında. Yani oldu dediÄŸim, tamam bu çizgi benim için bitmiÅŸtir dediÄŸim zaman imzamı atarım. Artık onun eksik tarafları, ÅŸöyle çizseydim ya da böyle yapsaydım diyeceÄŸim tarafları zamanla kendini gösterir bana. E o ÅŸeyleri bir sonraki çizgide gidermeye çalışırım. EÄŸer eksik varlık isek -ki insanız- bizim çabalarımızın tamlığı da aslında eksikliÄŸindedir. Çünkü kendimiz eksiÄŸiz. Çünkü bizim eserlerimizin tamlığı kısıtlılığındadır. Çünkü biz kendimiz kısıtlıyız. Ve bizim eserlerimiz baki deÄŸildir. Geçicidir. Fanidir. Çünkü biz kendimiz faniyiz. Geçiciyiz. BaÅŸka türlüsü de mümkün deÄŸildir. E o zaman eserlerimizin tamlığı, eserlerimizin güzelliÄŸi ve olgunluÄŸu bence eksikliÄŸinde ve bize göre oluÅŸunda aranmalıdır.

Yani asıl sır asla tamamlanmayacak olan o yarım kalmışlıkta...

Yarım kalmışlıkta tabi ki. O sırrı hiçbir zaman çözemeyeceÄŸiz de…

Sona ermeyecek olan bir eksiklik…

Ermez… Ä°nsanız…       

Belki de iyi ki ermiyordur…

Çok ÅŸükür.

Yine yakın zamanda Yunus Emre divanından derleme bir eser koyduÄŸunuz ortaya. Eserlerinizde ve konuÅŸmalarınızda da Yunus Emre’nin etkisini oldukça yoÄŸun görüyoruz. Yunus Emre, Feridüddin Attâr, Niyazi Mısri, Mevlana, Fuzuli… Bu isimlerin sizdeki karşılığı nedir? Niçin Dostoyevski, Balzac, Charles Dickens gibi isimlerde deÄŸil de onların söylediklerinde arıyorsunuz peÅŸine düÅŸtüÄŸünüz ÅŸeyi?

Herkesin kiÅŸisel tecrübesiyle bildiÄŸi basit bir kural vardır: YürüdüÄŸünüz yol gideceÄŸiniz yere varıyorsa doÄŸru yoldur. Misal, kimse Mekke’ye gitmek için Moskova’ya Pekine ne bileyim Newyork’a giden yola düÅŸmez. Åžimdi bir yoldaysanız baÅŸka bir yolda olanlardan, baÅŸka bir istikamete yol alanlardan kılavuzluk beklemezsiniz. Onların enformasyonu, yardımları, destekleri ne iÅŸinize yarar ki? Çünkü baÅŸka bir yoldadırlar. Ama sizinle aynı yolda ve aynı istikamette olanlar varsa -yani geçmiÅŸin bahsini ettiÄŸiniz isimleri gibi- onların izleri size yardımcı olur. Onların o yolculuktaki tecrübeleri size yardımcı olur. YaÅŸadıkları sıkıntılar size yardımcı olur. Çözdükleri meseleler ve problemler size yardımcı olur ki o yüzden bu isimler yüzlerce yıl önce yaÅŸamış olmalarına raÄŸmen hâlâ unutulmamış ve aynı yolda olanlara kılavuz olmuÅŸlardır. Yolculuklarını kolaylaÅŸtıran öncüler olmuÅŸlardır. Ben böyle bakıyorum. Kendi yolumda olan, bu yolda olan öncülerdir onlar…

Aslında insanlık hep aynı ÅŸeyler etrafında dönüp duruyor gibi geliyor bana. Yazanlar, çizenler, konuÅŸanlar hep aynı ÅŸeylerden bahsediyorlar sanki. AÅŸk, umut, acı, hüzün, özlem, kıskançlık… Ä°nsanlığın evrensel ve temel meseleleri belli ve oldukça da az diye düÅŸünüyorum. Dünya tarihinin parlak kafaları da o büyük eserlerinde hep insanlığın o temel ve evrensel meselelerini ele alıp iÅŸliyorlar. Siz o evrensel ve temel meseleleri Batılı parlak kafaların ele alış ÅŸekline deÄŸil de bu coÄŸrafyanın parlak kafalarının ele alış ve iÅŸleyiÅŸine odaklanıyorsunuz. Neden?

Misal aÅŸk… AÅŸk aslında insani hallerden bir haldir. Dolayısıyla bütün insanlığı ilgilendiren bir yanı vardır. Fakat bir aÅŸk medeniyetinden söz edilecekse eÄŸer, bunun Müslümanlar eliyle inÅŸa edildiÄŸini görebiliriz. En basit tabiriyle aÅŸk, karşılıklı iki cins arasında yaÅŸanır. Kuran’ın bizlere verdiÄŸi haberler üzerinden gittiÄŸimiz zaman -kendi adıma diyorum- o haberlerde bizim için Allah’ın seçtiÄŸi isimler vardır. Öncelikli olarak bu isimlerin öne çıkan bir tarafı vardır. Hz. Adem’den bahsederken, Hz. Ä°brahim’den bahsederken yahut Hz. Musa’dan bahsederken… Bütün peygamberler Allah’ın seçtiÄŸi isimlerdir. Onların haberleri verilirken bir taraftan da onların aÅŸklarından da bahsedilir. Mesela Hz. Havva’nın yaratılışını Allah’ın haber veriÅŸi vardır. Ona ünsiyet edici bir eÅŸ yaratır. Ünsiyet edici, muaÅŸeret edici, yalnızlığını giderici, neÅŸe verici olarak yaratır Allah onu. Hz. Havva annemizin konumu ve pozisyonu budur. Ä°nsanlık olarak yaÅŸayageldiÄŸimiz dünyaya ayrı ayrı köÅŸelerinden ayak basarlar. Sonra destanları aÅŸan bir arayışla -ki yüzlerce yıl sürdüÄŸü söylenir- birbirini ararlar; kavuÅŸtukları yere o gün bugündür Arafat -buluÅŸma, biliÅŸme yeri- denir. Ä°nsanoÄŸlunun muhteÅŸem yeryüzü hikayesi böyle baÅŸlar iÅŸte. Hz. Ä°brahim olayına baktığımızda da Hz. Ä°brahim, Nemrut’un ateÅŸinden çıktığında yanında hanımı vardır.... Hz. Sâre annemiz… Birlikte uzun ve zorlu bir yolculuÄŸa çıkarlar. Filistin’e kadar gelirler. Yolda Hz. Hacer de katılır onlara. Mısır’da… Hacerin kelime anlamı taÅŸtır. TaÅŸ demektir hacer. Yani ismi olmayan bir kadın… Mısır’da o da katılıyor kendilerine. Åžimdi kimdir bu isimsiz, öncesinin kim olduÄŸunu bilmediÄŸimiz insan? Neden orada bekler? Neden Hz. Ä°brahim’in yolu oraya düÅŸer? Yani ben bugünden baktığım zaman evet Hz. Hacer orada beklemek zorundaydı. Çünkü kıyamete kadar gelecek olan soyu var onun. Biz yani… Biz bekliyoruz. Hz. Musa’nın olayına bakarsak Mısır’dan kaçışında yeryüzünde sığınacak bir yeri yoktu. Bir melce arar kendine, sığınak... Fakat sığınabilecek yer bulamaz yeryüzünde. Arkasında firavun ve muazzam ordusu... AkÅŸam karanlığında Medyen denilen yere gelir, bir su kenarında durur. Orada bir haksızlık görür. Karanlıkta sıra bekleyen genç bir kız... Koyunlarını sulayamaz. Çobanlar fırsat vermezler. Hz. Musa gider ve müdahale eder. Hz. Musa’ya gıkını çıkaran olmaz. Kız her zamankinden erken gider evine. Ä°htiyar babası -ki zamanın peygamberi Hz. Åžuayb aleyhisselamdır- sorar. Bugün erken geldin der. O da böyle biri geldi o yardım etti der. Babası git onu çağır der. Kız tekrar gider o su kenarına. Musa ordadır. Gidecek yeri yoktur... Çaresizdir... “Allah’ım, bana indireceÄŸin her iyiliÄŸe muhtacım!” diye dua etmektedir. Ve iyilik olarak o kız gelir. Peygamber kızı... Utanarak “Babam çağırıyor,” der. Sekiz on yıl sonra Hz. Musa Mısır’a dönerken artık hanımı, çocukları ve malları vardır yanında. Åžimdi en güzel aÅŸk hikâyelerini kim anlattı diye baktığımız zaman bir kere Yusuf suresinde Allah bir aÅŸk hikâyesi anlatıyor. Orada güzel bir aÅŸk hikâyesi anlatıyor Rabbimiz. Hem de en ince ayrıntılarına kadar. Ve çok bize göre bir hikâyedir üstelik. Peygamber üzerinden anlatılıyor ve Allah anlatıyor. Buradan baktığımız zaman Fuzuli bizim o destansı aÅŸk hikâyemizi ne güzel anlatıyor deÄŸil mi? Leyla ile Mecnun… Hâlâ dillere destan... Fuzuli’nin burada payı yok mudur? Olmaz mı?! Yani ben bu kendimizden olanları hazır bulmuÅŸum zaten. Niye saÄŸda solda arayayım? Niye bunlar varken baÅŸkalarının peÅŸine düÅŸeyim? Ve üstelik de sözünü ettiÄŸimiz bu hikâyeler, bu aÅŸk hikâyeleri beni baÅŸka baÅŸka yerlere götürmüyor. Yani baÅŸka yollardaki hikâyeler deÄŸil bunlar. Beni gideceÄŸim yerlere götürüyor.

Buna nasıl kanaat getiriyorsunuz peki? GötürdüÄŸü yerin sizin istikametiniz olan yer olduÄŸunu nasıl anlıyorsunuz?

Mecnun’la ilgili derler ki Leyla, Leyla derken Mevla demeye baÅŸladı… Yani bir kere ÅŸunu görüyorum, o hikâyenin beÅŸeri yanı bittiÄŸinde artık öbür eÅŸiÄŸe geçiyorsunuz. Sizi o eÅŸiÄŸe getiriyor. Ötesi artık insanüstü baÅŸka bir ÅŸey... Yani kul için Allah aÅŸkının üstünde bir aÅŸk olmaz... Ötesi olmaz... Bizi o eÅŸiÄŸe taşıyan aÅŸklar vardır beÅŸeri planda. Ä°ki karşı cins arasında olan da buna en müsait olandır. O yüzden buradan anlatılmıştır.

Biraz önce Hz. Havva için Hz. Adem’in yalnızlığını da giderdi dediniz…

Evet, Allah öyle söylüyor bize.

İnsan insanın yalnızlığını gidebilir mi? En nihayetinde kendisiyle baş başa kaldığında koyu bir yalnızlıkla karşılaşmaz mı insan?

Tecrübî olarak bildiÄŸimiz bir ÅŸey var. Büyük kıtaller olmuÅŸsa biz onlara savaÅŸ diyoruz. Küçüklerine cinayet... Peki, insanlar niçin birbirlerini öldürürler? Mesela anlaÅŸamadıklarında uzaklaÅŸsalardı birbirlerinden. Yani o yeryüzünün tenha olduÄŸu zamanlarda arz geniÅŸti. Birbirlerinden uzak uzak yerlere gitselerdi misal.

Burada Habil ile Kabil örneÄŸini anmak gerek belki de. Yeryüzü henüz bakir bir arazi iken iki kardeÅŸ…

Tabi ki. Ä°lk örnek… Ä°lk cinayet… Yani ÅŸuraya gelmek istiyorum. Her halükârda insan insanı arar. Çünkü hikâye insanın insanı aramasıyla baÅŸlıyor yeryüzünde. Yani Hz. Havva bir yerde Hz. Adem bambaÅŸka bir yerde. Ve ikisinden baÅŸka insan yok. Yeryüzü alabildiÄŸine bakir… Böylesi bir yeryüzünde birbirlerini arıyorlar. Ve gün geliyor buluÅŸuyorlar. Demek ki affa mazhar oldular. Bir tepede buluÅŸtular. Bugün biz oraya Arafat diyoruz. Fakat Arafat diye adı konulmuÅŸ bir yer yok o sıralar. Dolayısıyla orası yeryüzünde ilk beÅŸer lisanıyla isimlendirilmiÅŸ yerdir aynı zamanda. Hâlâ insanlar, yani onların çocukları dünyanın her tarafından akın ederek o buluÅŸma yerine gelip o tepeye çıkıyorlar. Ve ilk anne babalarının buluÅŸmalarını bir anlamda yâd ediyorlar. Yeryüzündeki hayat ilk olarak oradan ÅŸekilleniyor. Yeryüzü oradan isimlenmeye baÅŸlıyor... Hz. Adem’in çocukları birbirini öldürüyor. Åžu ya da bu sebepten… Sonuçta kan dökülüyor ve artık yeryüzü sınavı baÅŸlıyor. Bir ayrışma yaÅŸanıyor. Bu defa bir grup Kabil’in diÄŸer grup Habil’in tarafını seçiyor. Bugünlere kadar gelen bir ÅŸey bu... Fakat bildiÄŸimiz bir ÅŸey var. Åžimdi bir mekânda buluÅŸmuÅŸsak oralardan buralardan geliyor ve tam da burada buluÅŸuyoruz demektir. Niye buluÅŸuyoruz peki? Niye insan insanı arıyor? Bu insanlar neden toplaşırlar da ÅŸehirler oluÅŸtururlar? O ÅŸehirleri birbirlerinin elinden almak için neden savaşırlar? Birbirlerini neden kırarlar? Ülkelerini almak yahut toprağın altındaki cevherleri, zenginlikleri, madenleri, petrolleri ÅŸunları bunları sömürmek için niye eÅŸsiz cinayetler iÅŸlenir? Ve sürekli bu konularda strateji geliÅŸtirirler. Peki bütün bunlar olurken hâlâ insan insanı arar mı? Evet, insan insanı arar. Hatta evlenirler. Gelecekteki kendi soylarını arıyorlar çünkü. Kendi çocuklarını... DüÅŸünsenize karşı iki cins bir zamanlar dünyada yokken gün geliyor biri dünyanın bir köÅŸesinde diÄŸeri baÅŸka bir köÅŸesinde dünyaya geliyor. Sonra bunlar birbirlerini arayıp buluyorlar. Yani özel olarak biri diÄŸerini mimleyip ben bunu bulacağım demiyor. Ama bir gün beraber olacağı insanı buluyor ve aileler oluÅŸuyor. Yeni nesiller geliyor dünyaya. Peki neden çok severiz ki onları? Çünkü gelecek nesiller gözümüzün aydınlığıdır bizim. Umutlarımızı onlar çoÄŸaltır.            

Ä°nsan insanı arar dediniz. Fakat insan insanı bulduÄŸunda da ondan kaçmak istiyor. Bu uÄŸurda ÅŸan, ÅŸöhret, itibar her neyi var ise hepsini geride bırakıp kendini çöle vuranlar da var. Buradan baktığımızda da insan insanı bunaltmaz mı?

Bunaltır elbette. Uç örnekler vardır. O örnekler üzerinden gidersek hikâyeyi yitiririz. Oysa bu uç örneklerin dışında o kadar çok örnek var ki… Kaçmıyorlar birbirlerinden. Yani çok basit ben kendi adıma konuÅŸayım. Benim anne tarafımda da baba tarafımda da bana gelinceye kadar hiç boÅŸanma olayı yoktur. Yeryüzünde o kadar ÅŸey olmuÅŸ. Cihan harpleri. Hele hele Osmanlı’nın yıkılışı… Ailesinin bir kısmı Balkan Harbi’nin acı tecrübelerini yaÅŸamış birisiyim. Ama hikâyemizde hiç boÅŸanma olmamış. Çok ÅŸükür. E bu insanların birbirlerini rahatsız eden yanları yok muydu?

Kahır çekmek mi yoksa tahammül mü?

Tahammül… Tahammül… Dayana dayana dayanma... Emanete sahip çıkma… Ä°nsan insana emanettir.

Kurdu deÄŸildir yani?

Allah korusun. Öyle ÅŸey olur mu? Ä°nsan insanın cennetidir. Çünkü insan yeryüzünde huzuru, yeryüzünde mutluluÄŸu bir baÅŸka insanla yaÅŸar. Ä°nsanlar içinde yaÅŸar. Siz en kutsal günleri… Bayramları diyelim. Ä°nsansız bayram düÅŸünebiliyor musunuz? Cemaat bile iki insan olmadan olmuyor.

Ä°smini de zikrettik biraz önce. Yunus Emre, insanın içinde bir sır havuzu olduÄŸundan bahsediyor. Ä°nsanın taÅŸabilmesi için önce o havuzun dolması gerektiÄŸinden… TeÅŸhirin, reklamın, öne çıkıp görünür olmanın tek geçer akçe olarak algılandığı böyle bir zaman diliminde nasıl sakınmak gerekir? Ya da o sır havuzunu doldurmak adına gerçekten sakınmak gerekir mi? Sandığını açıp içindekileri dökmek… Ä°nsanı boÅŸaltır mı?

BoÅŸaltır tabi. BoÅŸaltmaz mı?! Ä°çi dışı kalmaz insanın. Åžimdi iç niye vardır? Sır küpü diyelim. Küp niye vardır? Ä°çindeki ÅŸeyi koruması, muhafaza etmesi için. O küp, dolmadıkça taÅŸmaz. Oraya bir damla bir ÅŸey düÅŸtüÄŸünde onu dışarı atıyorsanız orada hiçbir ÅŸey birikmez. Fakat biliriz ki bir küp dolmadıkça da taÅŸmaz. Çatlak deÄŸilse, sızdırmıyorsa taÅŸmaz. Dolması lazım taÅŸması için. Bir küpünüz varsa bütün doÄŸuÅŸlar, bütün açılımlar, ulaÅŸtığınız ÅŸeyler, etraftan ne kadar etkileniyorsanız onlar… Onlar kabınızın muhteviyatını oluÅŸturur. Siz onlarla dolarsınız. Ama orada bir oluÅŸum da söz konusudur. Bunlar birbirini fermente eder. Muhteviyat baÅŸka bir ÅŸeye dönüÅŸür. Onu taşıncaya kadar muhafaza etmek daha doÄŸrusudur. Güç ister. Sabır ister. Taşırmamaktır aslolan. Fakat insan buna güç yetiremez. Sonunda kaptan taÅŸan bence eserdir ve kıymetli bir ÅŸeydir.

Eser arızi bir ÅŸey midir o zaman? Bir tür taşırma hali…

En baÅŸta insan arızi bir ÅŸeydir zaten. Tam deÄŸildir. Mükemmel deÄŸildir. Eser de öyledir tabi. Ondan çıkan bir ÅŸeydir sonuç itibariyle. Ama eserin özü itibariyle insanın çok da künhüne vakıf olamadığı bir tarafı vardır. Özüne, sırrına eremeyip açıklayamadığı bir tarafı… O insan tarafından yani sahibi tarafından da açıklanamadığı sürece o eser bence sırlı bir eserdir. Anlamlı bir eserdir. Ve ne kadar az taşıyor ise o kadar kıymetlidir. Åžunu da belirtelim. Bizim bir atasözümüz var. Küp içindekini sızdırır. Ä°çimizde ne varsa dışımıza da o sızar. Yani bizim muhteviyatımız ne ise, havuzumuzda biriken ne varsa o çıkar. Biraz ÅŸöyle ifade edebiliriz. Gözümüz ve kulağımız var. Gözümüzle görürüz. Yani kitabi bir ÅŸeydir okuruz. Görsel bir ÅŸeydir gözlemleriz falan. Kulağımızla da iÅŸitiriz. Bu geçmiÅŸin sesleri ve haberleri de olabilir bugünün sesleri ve haberleri de... Gözümüz ve kulağımız yoluyla aldığımız ÅŸeyler içimizde birikir. Her aldığımız içimizdekilere, diÄŸer ÅŸeylere karışır. Ve o artık taÅŸan ÅŸey, içimize aldığımız ÅŸey deÄŸildir. TaÅŸan ÅŸey bizden taÅŸar... Lakin, o içimizdeki mayalanma olayı nedir? Biz göz ile görüp ya da kulağımızla iÅŸitip içimize aldığımızda onu bir de kalp gözü ile görürüz. O bir iç okumadır. Mayalanmadan kastettiÄŸim de budur. Orada bir takım anlamlara ulaşırsınız. Fakat o da muhteviyattan ayrı bir ÅŸey deÄŸildir. Ve taÅŸan da iÅŸte odur. Hatta onu taşırmamaya güç yetiremezsiniz artık ve yazıyla veya sözle yahut baÅŸka ifade ÅŸekilleriyle ortaya koyarsınız. Edebiyat deyin, musiki deyin, ne derseniz deyin artık. Yani sözünü ettiÄŸimiz artık bir eserdir. Tabi ben Yunus’un bu cümlesini yorumlamak için bunları söylemiyorum. Yunus’un ifadesi odur benim ifadem budur. Yanıldığımız yer olabilir. Bunlar ayrı ÅŸeylerdir. Dürüstçe ifade etmek gerekirse insanız haddimiz var, sınırlarımız var. Ve haddimizin dışında bir ÅŸey deÄŸiliz. Kendimizi de haddimizin içinde tutmakla yükümlüyüz. Haddimizi aÅŸtığımız ve taÅŸtığımız yanımız aynı zamanda bizim yabancılaÅŸtığımız yanımızdır. Kendimize özümüze yabancı olduÄŸumuz yanımızdır. Çerçevemizin içinde kalmak durumundayız. Haddimiz önemlidir. Kendi içimizde oluÅŸan anlamları sonuna kadar en doÄŸru bir biçimde, en yalın bir biçimde ve mümkünse en samimi bir biçimde ifade etmek de boynumuzun borcudur. Yani taÅŸtı çöpe atalım deÄŸil. TaÅŸtı, bunu adam gibi ifade edelim. Bütün bu çaba boÅŸa gitmesin. Bütün bunlar boÅŸuna deÄŸildir çünkü.

Üslup manayı katletmesin yani…

Etmesin tabi. Niye etsin?! Birileri bizi ayartmasın. Ä°blis vardır. Ä°ÄŸva verir, ayartır durur. Ya da güç kudret sahipleri size müdahil olabilir. Sana dünyanın en büyük ödülünü veriyorum diyebilirler. Kulak asmayalım. Bizim ödüllerimiz kendi içimizde olsun. Ödül almaya layık olmadığımız, kendimizi ödüle layık görmediÄŸimiz anlamına da gelmez bu. Evet, ben ödülü hak ediyorum ama veren de ödül vermeyi hak ediyor mu diye sorabilelim. Allah hak ediyor mesela. BoÅŸ ver onları diyor. EÄŸer böyle böyle yaparsan ben sana ne ödüller vereceÄŸim diyor. O vaadinden dönmez. Yaratan odur. Yaratıcı odur. Böyle bakmak lazım.

Çok teÅŸekkür ederim.

Ben teÅŸekkür ederim.

Kaynak: Yedi Ä°klim Dergisi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.