Sosyal Medya

Hümanizm diye haykıranlar ölüm makinesinin yanında saf tuttu

Bebekler ölüyor diyoruz, karşılığında “meşru müdafaa” yanıtını alıyoruz. Masumlar bombalanıyor diye haykırıyoruz, cevaben “kutsanan İsrail halkı” şeklinde tutumlar görüyoruz. İnsanlar ölüyor diyoruz, “biz hayvanlarla savaşıyoruz” deniliyor.



Yine bir Orta Doğu senaryosu, yine kan, yine katliam... NATO onaylamaya, BM oyalanmaya AB ise "demokrasi" ve "insan hakları" ninnileriyle dünyayı uyutmaya devam ediyor. Arap dünyası da uyuşuk bir tarzla Gazze için kınama mesajları yayınlıyor.

Oluşan bu zemin İsrail'in işgal politikasını öylesine kolaylaştırıyor ki, Gazze dünyanın gözü önünde ebedi bir suskunluğa mahkûm edilirken, dünya da fiili sessizliğini koruyor. Hamas, terör örgütü ilan edilerek, savaş esnasında tarafların en doğal hakkı olan savunma hamleleri de karartılmaya çalışılıyor. Böylece Gazze'deki soykırıma "meşru müdafaa" özelinde siyasi makyaj yapılıyor.

Bunların yanı sıra çok ilginç bir şekilde, yıllarca İslam'a karşı kullanılan "seküler" silah da intihar ediyor. Onun yerini öldürmeyi meşrulaştıran Batılı dini ekstremizm alıyor. Gazze katliamı siyasetin yanı sıra "kutsallar" da kullanılarak desteklenmeye çalışılıyor. Hatta bu süreçte İsrail ve bazı Batılı siyasiler kanlı eylemlerini neredeyse Tanrı rızasına dayandıracak söylemlere de yer vermekten kaçınmıyor. Tanrı adına konuşma saçmalığına kadar indirgenen küstah bir yaklaşım sergileniyor. Filistin savaşından bir haçlı-hilal çatışması ortaya konmaya çalışılıyor. Batılı aşırıcılara da sürece destek sağlamaları için malzeme üretiliyor.

Böylece savaş siyasi zeminden dini alana kaydırılmaya çalışılırken, çatışma alanı da ikili düzeyden bölgesel çapta bir krizi tetiklemeye başladı. Uluslararası ilişki ve sınırları belirleyen tüm maddi, manevi ve hukuki kavramlar Orta Doğu Projesi'ne kurban edilirken, değer yargılarımız da alt üst olmaya mahkûm oldu.

RADİKALİZMİN DİBİ

Velhasıl kâbus gibi günler yaşıyoruz... Sanki uyuduk uyandık, laik Avrupa siyaseti bir anda "değer'sizleşti." Yetmedi, "din düşkünlüğüne" soyundu, radikalizmin dibini boyladı. Yanı sıra şimdiye kadar var olan uluslararası hukukun tüm işlevsel ilkeleri bir anda toz duman oldu, kayboldu. Hümanizm diye haykıranlar ölüm makinesinin yanında saf tuttu. Konuşma, anlaşma, dertleşme kapıları sonuna kadar kapatıldı. Hoş konuşacak muhataplar da adeta birer "sihirli iksir" içirilmiş gibi koşulsuz şartsız katili savunacak bir kodlanılmışlık moduna geçti.

Öyle ki birçok ABD'li ve Avrupalı siyasiler de bugün, söylem ve tutumlarıyla, adeta Hollywood'un kötü karakterlerini canlandırmaya soyundular. Nitekim "Aman Allah'ım olamaz!" denilen film gibi siyaset sahnelerine şahitlik ediyoruz. Bebekler ölüyor diyoruz, karşılığında "meşru müdafaa" yanıtını alıyoruz. Masumlar bombalanıyor diye haykırıyoruz, cevaben "kutsanan İsrail halkı" şeklinde tutumlar görüyoruz. İnsanlar ölüyor diyoruz, "biz hayvanlarla savaşıyoruz" deniliyor. Bu yanıtların altında yatan mesaj ise oldukça açık ve nettir. Batı'nın sınırsız desteğini arkasına alan İsrail dünyaya, "artık ne yapacaksanız yapın ya da oturun yerinizde ve sessizce seyredin" mesajını veriyor.

Kuralları çok daha önceden belirlenmiş bu oyunun bedeli ne olursa olsun oynanması gerekliliğini ısrarlı bir şekilde sürdüren soykırımcı yaklaşıma karşın, onlarla "göbek bağı olmayan" adil devletlerin bu çirkin oyunu bozma hamleleri de günümüz koşullarında geçersiz kalıyor. Hal böyleyken ya bu oyunu onların belirlediği kurallar doğrultusunda oynamaya, yani "susmaya" ya da yeni bir oyun kurmaya zorlanıyoruz; dolayısıyla ekonomik, politik veya askeri alanlarda somut adımlar atmaya... Çünkü katliamla yoğrulmuş bu oyunun istisnası sadece Gazze olmayacaktır. Öyle ki bugün dünyaya aldırış etmeyen, gözünü karartan, insanlık çığlığına kulaklarını tıkayan İsrail'in yarınki hedefinin sınırlarını da artık kestirmek oldukça güçtür. Bu sürecin bariz gerçeği ise İsrail'in işgale dayalı bir yayılmacı politika izleyişidir.

Böylece bu kural ve sınır tanımazlığın, farklı zaman ve mekânlarda tekrar baş göstermeyeceğine artık bu saatten sonra kimse garantör de olamayacaktır. Bir kere çöpe atılan hümanist değer, hukuk ve kavramların günü ve zamanı geldiğinde tekrar çamura dönüştürülebilme ihtimali artık işten bile değil. Bir kere katliamcı siyaset, hukukun kutsallığını kırdı ve geçti. Değer savunucusu Avrupa'nın takkesi düştü, keli göründü. ABD, Orta Doğu'da İsrail'e biçtiği "vekâlet" rolünü ortalığa saçtı. Artık herkes gardını ona göre almalı ve hazırlığını ona göre yapmalıdır.

MÜSLÜMAN DÜŞMANA DUYULAN İHTİYAÇ

Çünkü Batı'nın her zaman için bir "Müslüman düşman" profiline ihtiyacı vardır. Askeri, siyasi ve ticari döngüsünü güç ve zorbalık üzerine kuran Amerika, dönemsel olarak bu gücünü Orta Doğu'da akan kanla revize ediyor. Yanı sıra kanlı revize eylemini özellikle Müslümanlar üzerinde sergileyen bu yaklaşım, din özelinde kültürel çatışma ateşini de hep harlı tutmaya çalışıyor. Aslında bu kültürel ötekileştirmenin korunması, ABD'nin, Avro-Atlantik yapı gibi güçlü bir ittifakın başını çekmesini de kolaylaştırıyor. Bu gidişatla, sırasıyla Müslüman devletlerin kapısını çalan Batı, bir gün hepimize "misafir" olmak isteyecektir.

Hem de bu durum artık çok zor da değil. Zira karşısında resmen "ölüm batağına" dönüşmüş Orta Doğu'da parçalı bir Arap yapısı vardır. Bu parçalı yapı içerisinde mevcut şartlarda bir güç oluşturmak pek de mümkün görünmüyor. Zira kendi içlerindeki savaş ve rekabet ziyadesiyle gerçek bir Arap Birliği'ne müsaade etmiyor. Ne yazık ki bu zayıflık bölgeyi çirkin oyunlara açık bir hale getiriyor. Bu parçalı durum ise ancak örgütlenen Batı dünyasının işine yarıyor.

Bugün Filistin bunun bariz bir örneğidir. Gazze'de masum insanların üzerine sözüm ona "savunma hakkı" bahanesiyle ölüm yağdırılırken, İsrail'in barbarlığına, zulmüne kanlı eylemlerine destek veren, aynı zamanda uluslararası siyaseti şekillendiren bu örgütler artık gerçek politik amaç ve niyetlerini ortaya koymaktan çekinmiyor. Başımızın çaresine bakmamız gerektiğine bizleri ikna ediyor.

Bu durum, "kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi" gerekliliğini ya da alternatif yolların denenmesi zorunluluğunu bir tokat gibi yüzümüze vuruyor. Batı'ya karşı savunma duvarlarımızı oluşturacak yeni bölgesel ve küresel bir strateji üretmemiz zorunlu hal alıyor.

Öyle ki, barbar bir siyaset anlayışı karşısında yeni sistem, yeni düzen ve yeni dünya zorunluluğu bir ay gibi doğuyor. Sadece doğacak bu 'ay'ın hilal olması şart. Zira Orta Çağ karanlığından fırlayan Batı, bir kez daha bize "haçlı silahını" gösterdi. Onların oluşturduğu bu düzen içinde Müslümanlara yer olmadığını, din üzerinden gizliden yürüttükleri bu çifte standart stratejilerini Gazze soykırımıyla aşikâr etti. Ne yazık ki bu ikiyüzlülük, masum çocukların ölümüyle kırıldı.

Öyle ki, Gazze'yi kan gölüne çeviren, hiçbir yasa, kural tanımayan İsrail, bugün dünyanın "güç belirleyicileri" tarafından sonuna kadar destekleniyor. Başka bir deyimle, borçlu, alacaklıya borcunu ödüyor. Aynı zamanda alacaklıyı da uzun vadede yine kendine borçlandırıyor. Bu kısır döngü alışverişi katil İsrail'in bölgedeki konumunu daha da güçlendiriyor. Hem de bu destek öylesine güçlü ki, buna dayanan İsrail, bugün Arap devletlerine: "Çıkarınızı korumak istiyorsanız, sessiz kalın" şeklinde aşağılayıcı bir tarzla çağrı yapma cesaretinde bulunuyor. Ancak unutmamalı, bugün haysiyet ve onur meselesi olarak görülen bu durum, belki yarın Araplar için daha farklı yıkıcı bir imtihana de sebep olacaktır.

YÜKSELEN TEK SES TÜRKİYE

Çünkü bu çirkin oyun, Arap Dünyasında, bizim şimdiye kadar bozamadığımız güçlü çıkar ilişkileriyle düğümlenmiş, tam da "Arapsaçı" tabirine benzer bir stratejiyi izliyor. Geçmişte bunu kırmaya çalışan Arap ülkeleri ve liderleri sırasıyla yenilgiye uğratılırken, dün sessizliğe bürünen Orta Doğu, bugün de Gazze için fiili sükûnetini koruyor. Bu durumda NATO ülkesi olmasına rağmen, zulmün önünde layığıyla dik duran ve hakkı, yüksek sesle haykıran bir tek Türkiye vardır. Ancak Türkiye'nin de bu oyunu bozma çabaları günümüze kadar yeterli düzeyde karşılık bulamamıştır. Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde geliştirilen "Dünya 5'ten büyüktür" yaklaşımı Orta Doğu trajedisinin haykıran sesi olmasına rağmen Müslüman devletlerinde yeterli bir bilinç düzeyine ulaşamamıştır.

"Daha adil bir dünya mümkün" teziyle de ortaya konulan yeni sistem, ittifak ve düzen çağrıları da Müslüman liderlerini hakkıyla uyandıramamıştır. Oysa daha dün, Araplar seküler düzenle tanıştırılırken, Batı çoktan din özelinde kültürel çatışmanın fitilini ateşlemiştir. Onlar için dost ve düşman safları çok önceden belirlenmiştir. Arap'tan dost olmaz, çünkü Müslümandır tarzında bir yaklaşım Batı'nın siyaset defterine siyah harflerle not düşülmüştür.

Hal böyleyken Müslüman ülke olan Türkiye'nin, böl parçala ve yönet üzerine kodlanmış bu oyunu bozma girişimleri yerine yeni bir oyun kurma ve kurulan bu oyunun hakemi ve öncüsü olma sorumluluğunu güçlendiriyor. Öyle ki NATO'nun güçlü askeri kapasiteye sahip ülkesi olarak Batı'nın hep yakınında ama hep de sınırındayız. Batı'nın bu "sınırlılık" anlayışı her fırsatta dış politikamızda bir kısıtlama olarak karşımıza çıkıyor. Batı'nın en yakınında tutularak, bloğun kanlı eylemlerine karşı askeri bağlamda elimiz kolumuz bağlı tutulmaya ve bu çerçevede bölgesel etkinliğimiz de büyük ölçüde siyasi söylemlerle sınırlı tutulmaya çalışılıyor. Başka bir deyişle suskunluğa bürünmemiz bekleniyor. Nitekim fiili gücümüz bastırılarak somut adımlarımızın engellenmesi hedefleniyor. Bu çerçevede üzerimizde hep bir dolaylı kontrol baskısı uygulanıyor. Çünkü büyük ve güçlü Türkiye tezi Batı'nın ötekileştirme politikasına ciddi bir engel teşkil ediyor.

Tüm bu kısıtlamalara rağmen Batı'nın Orta Doğu'ya yönelik açık "sessizlik" çağrıları, Türkiye'de bekledikleri şekilde karşılığını da bulmuyor. Batı'nın saldırgan tutumuna karşı Türkiye'nin sergilediği dik duruş, müttefiklik yaklaşımdan daha çok rakip tabloyu ortaya çıkarıyor. Bu çatışmacı ortam Batı'nın çifte standart politikasının somut bir çıktısı olarak Türkiye'ye yönelik bugün mesafeli, yarın ise çatışmacı bir ortamı adım adım şekillendiriyor. Bu şartlarda Türkiye için Orta Doğu bugün bir bataklık değil, bir kaderdir. Ve bu kader tarihin ilerleyen evrelerinde ise onun istikbalinin belirleyici en önemli etkeni olacaktır.

Öyle ki bugün uluslararası siyasetin "yüz karası" İsrail özelinde tüm yasal sistemin hızlı bir çöküşü gerçekleşiyor. Artık hiçbir anlaşma, örgüt ve yasalar garantör değil, her an her şey olabilir algısı güçlü bir şekilde dünya siyasetine yerleştiriliyor. Bu saldırgan ve tehditkâr tutum sadece Orta Doğu'yu yeniden şekillendirmeyi değil, aynı zamanda tekelci bir güç ile dünyayı yönetmeye çalışan, tek ağa benim, kimsenin hükmü geçmez ve istediğim her şeyi yapar, yaptırırım zorbalığıyla gelişen yeni bir dünya düzeni devletlere dayatılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla Filistin üzerinden sadece Orta Doğu değil, dünyanın tek bir güç etrafında döndüğü, özgürlüklerin tehdit edildiği, dolaylı bir bağımlı sistem oluşturulması hedefleniyor. Bu yüzdendir ki, İsrail'in kanlı saldırılarıyla birlikte Batı, tüm demokratik değer ve kavramları rafa kaldırmış, bunların yerini dolduracak yeni meşruiyet arayışlarına girmiştir. Batı'nın bu yaklaşımıyla alışageldiğimiz siyaset de tüm kuralların dışında bırakılmıştır.

Aynı zamanda Gazze'de yaşanan insanlık dramı, mevcut durumu siyaset dışı bir düzeye taşımıştır. Çünkü Gazze katliamının durdurulması artık siyasi bir yaklaşımın çok ötesinde, küresel vicdanı rahatlatan manevi bir zorunluğa dönüşmüştür. Küresel siyasetin bu kirli yüzü, sivil dünyada "kara ve ak" ayrımının yapılmasına vesile olurken, Türkiye, hakkı savunan ve "one minute" duruşunu bir kez daha yineleyerek, dünyaya gerçek bir adalet ve demokrasi dersi veriyor. Dolayısıyla barbarlardan öğreneceğimiz hiçbir şeyin olmadığını, insancıl değerler için de başvuracakları ilk ülkelerin başını Türkiye'nin çektiği gerçeği, dünya kamuoyu zihninin merkezine yerleşiyor.

Bu durum Türkiye'yi, Batı'nın karşısına bir adalet gücü olarak dikiyor. Tam da bu noktada, ortada "yavan" bırakılan ve Batı'nın önemli silahı olan demokrasi bayrağını bundan sonra kimin devralacağı sorusunu akıllara getiriyor. Zira düne kadar Batı, sonradan birer bombaya dönüştüreceği demokrasiyi, yıllarca "terbiye değneği" olarak Müslümanların üzerinde sallayan bir strateji izliyordu. Bu durumda "silahı" elinden alınan Batı'nın karşısında acaba bir ittifak oluşturulabilecek mi? Elini her anlamda "taşın altına koymaya" hazır olduğunu sürekli dile getiren Türkiye'yi somut adımlarla destekleyenler olacak mı?

Şimdi bu sorunun asıl cevabı Müslüman dünyasında... Gazze'ye ölüm, Libya'ya tehdit, Araplara uyarı yapılırken bu eşit olmayan, yıkık bir sistemin yeniden inşası için ciddi bir fırsat doğmuştur. Filistin'e özgürlük, Araplara hür irade ve Türkiye'ye güçlü gelecek için Batı karşısında bir kalenin inşası en az "demir kubbe" kadar ehemmiyet kazanmıştır. Filistin'in vermiş olduğu olağanüstü bir mücadeleyle artık gözümüzün açılması gerekliliği en az soluduğumuz hava, içtiğimiz su kadar hayati bir önem kazanmıştır.

Bu takdirde ya bugün İsrail'in okuduğu meydana "sessiz" kalarak yarın kapımıza dayanacak ateşe razı geleceğiz ya da bir yumruk misali birlik olup, hep birlikte zulme dur diyeceğiz! 

Müellif: Dr. Yegane Yiğit/ Kaynak: Star-Açık Görüş

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.