Taha Kılınç: Bir suikast ve ötesi
Tam 11 yıl önce, 20 Eylül 2011 günü, Afganistan’ın başkenti Kâbil’den dünya medyasına ve ajanslara düşen bir “son dakika”, milyonlarca Müslüman için sembol mesabesinde olan bir ismin artık sahneden çekildiğini söylüyordu:
Afganistan eski Cumhurbaşkanı, akademisyen ve âlim Burhâneddîn Rabbânî, evinde kendisini ziyaret eden iki intihar bombacısı tarafından öldürülmüştü. “Taliban temsilcisi” kılığında gelen saldırganlardan biri, sarığının içine gizlediği patlayıcı düzeneğini Rabbânî’yi kucakladığı sırada patlatmış, Rabbânî ile birlikte, başkanlık ettiği Yüksek Barış Konseyi’nin dört üyesi daha saldırıda yaşamını yitirmişti.
1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaliyle başlayan süreç, İslâm dünyasının dört bir yanında çok yakından izlenmişti. Hatta on binlerce Müslüman, çeşitli ülkelerdeki rahat hayatlarını ve ailelerini bırakıp, “Moskof kâfirine karşı” savaşmak üzere Afganistan’a gitmiş, dolayısıyla “Afgan Cihadı” sadece duygusal bir hadise olmaktan çıkarak, Müslümanların gündemlerinde somut bir şekilde yerini almıştı. Burhâneddîn Rabbânî, işte o sürecin sembollerinden biriydi. Öyle ki, onu bembeyaz sakallarıyla ve başında sarığıyla, uzaktan uzağa çok sevdi Müslümanlar, hatta “aileden biri” addetti. Gülbeddîn Hikmetyâr ve diğer isimler de keza, İslâm âleminin duygu dünyasındaki “kahraman”lardı. 2011’deki o suikasta varıncaya kadar neler yaşandığı sorusu, bahsettiğim mizansen etrafında daha da anlamlı. O halde, hafızalarımızı tazeleyelim:
Burhâneddîn Rabbânî, 20 Eylül 1940’da, Afganistan’ın kuzey eyaletlerinden Badahşan’da, Farsça konuşan Tacik bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Temel dinî eğitimini Hanefî fıkhı üzere tamamladıktan sonra Kâbil Üniversitesi’ne intisap eden Rabbânî, İslâm hukuku sahasında eğitim gördü. Ardından Mısır’ın başkenti Kahire’ye giderek, 1966-1968 arasında Ezher Üniversitesi’nde İslâm felsefesi dalında yüksek lisansını bitirdi. Bu süreçte, Müslüman Kardeşler Teşkilâtı (İhvân) ile yakından ilgilenerek hareketin önemli mensuplarıyla temas kurdu. İhvân’a yönelik baskıların aşırı derecede yoğunlaştığı bir zaman diliminde Mısır’da bulunmak -Seyyid Kutub da aynı dönemde idam edilmişti- Rabbânî’ye siyaset düşüncesi noktasında çok önemli tecrübeler kazandırdı.
Afganistan’a döndükten sonra, başarılı bir akademisyen olarak bir yandan eğitim çalışmalarına odaklanan Burhâneddîn Rabbânî, diğer yandan üniversite öğrencilerini siyasî açıdan bilinçlendirmeye ve teşkilâtlandırmaya yöneldi. 1979’da Sovyet işgali başladığında, eski öğrencisi Ahmed Şah Mesud ve Gülbeddîn Hikmetyar’la birlikte direnişi örgütleyen cephede yer alan Rabbânî, 1989’da Sovyetler Birliği ülkeden çekilince, bu defa silahlarını birbirine doğrultan “Mücahit” fraksiyonlardan birinin lideri olarak öne çıktı. Rabbânî 1992’de cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi. Ancak bu hiç de kolay bir vazife olmayacaktı:
1993’te Gülbeddîn Hikmetyar’la Özbek General Abdürreşid Dostum’un ortaklaşa hareket ederek Rabbânî ve müttefiklerine karşı saldırıya girişmesiyle, Afganistan’da iç savaş patlak verdi. Başkent Kâbil’in harabeye döndüğü, on binlerce insanın bir hiç uğruna hayatını kaybettiği, Sovyet işgaline direnişin bütün meyvelerinin heba edildiği bir zaman dilimiydi bu. Ardından, 1996’da Taliban’ın iktidarı başladı.
Önce Afganistan’ın kuzeyine, ardından da Tacikistan’a çekilen Burhâneddîn Rabbânî, Taliban’a muhalif olduğunu zaten hiçbir zaman gizlememişti. 2001’de ABD güçleri Afganistan’ı işgale başlayınca, Rabbânî bu defa “Kuzey İttifakı”nın siyasî lideri sıfatıyla sahneye çıktı. 1996’dan itibaren fiilen olmasa da resmen üstlenmeyi sürdürdüğü devlet başkanlığı görevini Hamid Karzai’ye devretmek durumunda kalan Rabbânî, ülkede hâlâ etkili bir aktör olarak, 2010’da “Yüksek Barış Konseyi”ni oluşturdu ve başına geçti. Artık yeni misyonu, Taliban güçleriyle Kâbil’deki merkezî hükümeti barıştırmak ve Afganistan’da kalıcı bir barışı tesis etmekti. Ne var ki, bu mümkün olmayacaktı.
Burhâneddîn Rabbânî’nin ardında bıraktığı siyasî mirası tek bir cümlede özetlemek imkânsız. Oynadığı rollere göre, farklı yargılara varmak mümkün. Ancak kesin olan şey şu: Hayatının 1990’lardan sonraki detaylarına vakıf olmayan “sıradan” Müslümanlar için, o hâlâ “Afgan Cihadı”nın unutulmaz şahsiyetlerinden biri olarak, hafızalarımızda yaşamaya devam ediyor. Ötesi ise, artık davasının çoktan intikal ettiği Yüce Divan’da verilecek hükme bakıyor ki, o da bizim sükût ettiğimiz bir nokta.
Kaynak: Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.