Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

İslam ve Çağdaş Sorunlar 1: Akıl-vahiy ilişkisi nasıl ele alındı?

İslam düşünce geleneğinden hareketle çağdaş meseleleri nasıl ele alacağımız sorusu, son yüzyılda Müslüman düşünürlerin ana gündemini oluştura gelmiştir.



Soru sadece baÅŸlıkları dahi sayılamayacak kadar geniÅŸ bir alanla ilgili olmakla birlikte, bütün meseleleri ilgilendiren bir noktadan baÅŸlayabiliriz: Akıl-vahiy iliÅŸkisi. Nasların yorumlanması açısından bakıldığında Ä°slam düÅŸünce geleneÄŸinin bütün sorunları, akıl-vahiy iliÅŸkisi sorununun çeÅŸitli seviyelerdeki görünümü olarak deÄŸerlendirilebilir. Dolayısıyla akıl-vahiy iliÅŸkisi sorununu doÄŸru tanımlamadığımız ve bu iliÅŸkinin geçmiÅŸteki sürecinin uygun bir tasvirini yapmadığımız sürece çaÄŸdaÅŸ dönemin pek çok sorununu da doÄŸru kavramaktan mahrum kalacağız. Bu amaçla öncelikle akıl-vahiy iliÅŸkisi terkibini açıklamakla baÅŸlayalım.
 
“Akıl-vahiy iliÅŸkisi” ifadesinin kullanıldığı baÄŸlamlara iliÅŸkin dikkatli bir inceleme, terkipteki akıl kelimesinin üç anlama geldiÄŸini gösterir. Birincisi, insan zihninde meydana gelen ilk bilgiler anlamıdır. Bunlar, filozofların “evvelî (ilksel) bilgiler”, kelamcıların da “mübtede (baÅŸlangıçtaki) bilgiler” adını verdiÄŸi ilk bilgilerimizdir. “Bir ÅŸey ya vardır ya yoktur.”, “Bütün parçadan büyüktür.” ve “Bir ÅŸeye eÅŸit olan ÅŸeyler birbirlerine eÅŸittirler.” gibi bütün bilgilerimizin temelinde bulunan bilgiler, bu kapsama girer. Zihnimizdeki oluÅŸum süreçlerini gözleyemediÄŸimiz ve bu sebeple apaçık olduÄŸunu düÅŸündüÄŸümüz bu türlü bilgilere hem felsefe hem de kelam geleneÄŸi “akıl” adını verir. Kelamcılara göre insanın teklife konu olmasını mümkün kılan, dolayısıyla da insanın bilen bir cevher olmasını saÄŸlayan ÅŸey, akıl adı verilen bu bilgilerdir. Bunlar, insan zihninde doÄŸrudan Allah tarafından yaratılır, bütün insanlar arasında ortaktır, hiç kimse diÄŸerinden öÄŸrenmez ve sonradan öÄŸrenilen bütün bilgilerin hem temelini hem de içinde bulunduÄŸu ana kalıbı oluÅŸturur.
 
Filozoflar ise bu bilgilere “bilmeleke akıl” adını verirler. Onlara göre insan ruhu özü gereÄŸi bilen bir cevherdir, ama kendisine ve baÅŸka nesnelere iliÅŸkin fiilî idraki, ancak bu türlü bilgilerle iÅŸlevselleÅŸir. Bunlar, ilk duyu tecrübelerimizin ardından henüz kendimize iliÅŸkin açık bir farkındalığın bulunmadığı aÅŸamada meydana gelirler. Ama insan bu bilgileri kendisi oluÅŸturmaz, tam tersine bu dünyada var olmanın zorunlu gereÄŸi olarak görme, dokunma, iÅŸitme, koklama ve tatma gücüyle nesneleri idrak eder ve bir yönüyle duyu tecrübelerimize dayansa da asıl itibariyle fiziksel olmayan bir külli ruhun etkisiyle ortaya çıkar, yani metafizik bir ilkenin eseridir. Her iki geleneÄŸe göre de bu bilgilerin oluÅŸum süreci gözlenemediÄŸi ve iradî olamadığından onlardan kuÅŸku duymak, onları terk etmek ve onların aksini iddia etmek mümkün deÄŸildir. Bu bilgilerin ilk türevleri sayılabilecek bir takım bilgiler daha vardır ki, onlar da ilksel bilgiler gibi addedilir.
 
Mesela bir cismin aynı anda iki mekânda bulunmasının imkânsızlığı bu türlü bilgilerden kabul edilir, zira bir ÅŸeyin kendisi olmasının yani özdeÅŸlik ilkesinin en yakın uzantı ve uygulamalarından biridir.
 
Fakat özdeÅŸlik ilkesinin yorumlarına baÄŸlı olarak, bu kabil bilgilerin uygulanmasında farklı görüÅŸler ileri sürülebilmektedir. Özellikle tasavvuf geleneÄŸinde bir velinin aynı anda birden fazla mekânda görülmesinin akla aykırı olduÄŸu eleÅŸtirilerine cevap verilmesi ve bu türlü vakaların, velinin birden fazla mekânda benzerinin yaratılması formülüyle izah edilmesinin sebebi budur. Yine “vahdet-i vücut”çu sûfîlerin âlemdeki bütün isimlerin Hakk’a ait olduÄŸu iddiasını Hakk’ın özdeÅŸliÄŸini varlık anlamının tekliÄŸi üzerinden açıklamalarının nedeni de budur.
 
Akıl-vahiy iliÅŸkisi terkibinde aklın ikinci anlamı, saÄŸduyuya dayalı tecrübî veya kesbî bilgilerdir. Tecrübî bilgilerin alanı oldukça geniÅŸtir. Bunların bir kısmı, evrensel ahlâk yasalarından oluÅŸur. Bunlara “evrensel ahlâkî akıl” demek mümkündür. Mesela Hızır-Musa kıssasında Hz. Musa’nın masum bir çocuÄŸun öldürülmesini son derece yadırgayıcı ve görülmemiÅŸ bir davranış (nükran) olarak nitelemesinin nedeni, bu fiilin evrensel masumiyet ilkesiyle çeliÅŸmesidir. Tecrübî bilgilerin bir kısmı, nesnelerin olaÄŸan akışına dair gündelik idraklerimizdir. Bu idrakler bizde dış dünyadaki ÅŸeylere iliÅŸkin bir tasdikler bütünü oluÅŸturur ve biz, nesne ve olguları tecrübelerimiz doÄŸrultusunda düÅŸünürüz, tecrübelerimize aykırı durumların da akla aykırı olduÄŸunu söyleme eÄŸilimi taşırız. Özellikle peygamberlerin peygamberliÄŸini ispat amacıyla gösterdiÄŸi mucizelere yönelik itirazlarda ve Allah-âlem irtibatıyla ilgili tartışmalarda aklın bu kullanımının pek çok örneÄŸini görmek mümkündür.
 
Aklın üçüncü anlamı, belirli bir dönemde mevcutlara iliÅŸkin bilimsel bilgiler bütününe tekâbül eder. Bir dizi yazıyla Ä°slam düÅŸünce geleneÄŸindeki seyrini açıklamak ve çaÄŸdaÅŸ sorunlar açısından deÄŸerlendirmesini yapmak istediÄŸim anlam da budur.
 
Her ne kadar modern bilimdeki kimi geliÅŸmeler, aklın birinci ve ikinci anlamlarını dahi kimi bakımdan sorunsallaÅŸtırdıysa da bütün bunlar, asıl itibariyle üçüncü anlamın türevi olarak geliÅŸir. Åžimdi aklın bu anlamının Ä°slam düÅŸünce tarihindeki geliÅŸimini takibe baÅŸlayabiliriz.
 
 
Ä°slam düÅŸünce geleneÄŸi, tahmin edileceÄŸi üzere, akıl-vahiy uyumunun zirvede olduÄŸu bir noktadan baÅŸlar. Hz. Peygamber’in (sav) döneminde akıl ve vahiy arasında mutlak bir uyum bulunur. Ortalama insan aklının alışkanlıklarına en aykırı görünen ÅŸey, bizzat vahiy olgusudur ve bu olgu da Kur’ân’ın icazı, Hz. Peygamber’in ÅŸahsî meziyetleri ve Ä°slam davetinin baÅŸarısıyla makul hale getirilmiÅŸtir. Fakat Hz. Peygamber’in dar-ı bekâya irtihalinden sonra Müslümanlar Kur’ân vahyi ve sünnetle baÅŸ baÅŸa kalmıştır. DiÄŸer deyiÅŸle Müslümanlar, hakikat iddiası ve bu iddiaya uygun ÅŸekilde hayatı inÅŸa etmek sorumluluÄŸunu üstlenmiÅŸlerdir. Bu sorumluluk, bir yandan dışa dönük diÄŸer yandan içe dönüktür. Dışa dönük tarafı, kelime-i ÅŸehadette özetlenen hakikat iddiasının bütün insanlığa ulaÅŸtırılması, içe dönük tarafı ise bu iddianın kavranması ve yaÅŸanmasıdır. SorumluluÄŸun çift yönlü yapısı, Ä°slam’ın hem yayılması hem de medenî hayatı inÅŸasında kilit bir rol oynamıştır.
 
Zira Ä°slam dört halife ve Emeviler döneminde baÅŸ döndürücü bir hızla o dönemde bilinen dünyanın önemli bir kısmına hâkim olmuÅŸtur. Ä°slam’ın hâkimiyet kurduÄŸu bölgelerin bir kısmı, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika gibi Helenistik kültürün yaygın olduÄŸu, bir kısmı ise Ä°ran gibi Sasanî geleneklerinin yüzlerce yıldır hâkim olduÄŸu bölgelerdir. Dolayısıyla Müslümanların Kur’ân ve Sünnetten teorik ve pratik hayatı üretme ihtiyacı, hem kendileri ile Hz. Peygamber (sav) arasına giren zaman diliminin getirdiÄŸi sorunlarla, hem de hâkimiyet kurdukları bölgelerde bulunan pek çok din, dil ve kültüre mensup topluluklarla karşılaÅŸmanın doÄŸurduÄŸu sorunlarla katmerlenmiÅŸtir.
 
Böylece ilk adımda Ä°slam kaynaklarını derleme ve yorumlama faaliyeti baÅŸlamış ve Hicrî ilk yüzyılın ikinci yarısı ile ikinci yüzyılın ilk yarısına tekâbül eden yüz yıllık süreç, dinî ya da ÅŸerî ilimler adı verilen bir bilimler kümesini ortaya çıkarmıştır. Bu sürecin iki önemli özelliÄŸi vardır. Birincisi, dinî ilimlerin kuruluÅŸunun fethedilen bölgelerde karşılaşılan kültürel ve sönük durumda bile olsa bilimsel geleneklerle aynı fikrî ortamı paylaÅŸarak gerçekleÅŸmesidir. Ä°kincisi ise dinî nasların dakik bir incelemesini içermesidir ki, dinî bilim olmalarının anlamı da budur. Bu baÄŸlamda dinî ilimler, bir haberin teorik ve pratik hayatı inÅŸa etmesini meÅŸru kılacak rivayet deÄŸerini, teorik veya pratik seviyede bir nastan çıkarılan anlamın geçerlilik ÅŸartlarını, dindarlığın yani Hz. Peygamber’e ittiba etmenin zorunlu koÅŸullarını belirleme iÅŸini üstlenmiÅŸtir. KuÅŸkusuz bütün bunların hizmet ettiÄŸi nihaî bir amaç vardır: Vahiy ve hayat arasındaki irtibatın sürekliliÄŸini saÄŸlamak.
 
Vahiy, ancak irade sahibi insanların inanç ve davranışlarına kaynaklık ettiÄŸinden vahiy ile hayat arasındaki irtibat, her halükarda insan aklı tarafından kurulmaktadır.
 
Ä°ÅŸte Hicrî ikinci yüzyılın ortalarına doÄŸru kurulan dinî bilimler, aynı zamanda nasları, inanç ve davranış formlarına dönüÅŸtüren “akla” tekabül eder. Bu aklın bileÅŸenlerinin dönemin bilimsel bilgisine tekabül ettiÄŸini tahmin etmek güç deÄŸildir. Dinî nasları anlama çabasının ürünü olan yeni bilimler geleneÄŸinin pek çok bileÅŸeni olmakla birlikte, bunlar arasında birkaçı Ä°slam’ın bütün dönemleri için hayati bir deÄŸere sahiptir: Ontoloji, epistemoloji, dil, ahlak, siyaset ve hukuk. Hicrî ikinci asrın sonuna gelindiÄŸinde bu alanların ilk otoriteleri ve model kitapları yazılmış, temel teorileri oluÅŸmuÅŸtur.
 
***
Üçüncü asrın başı, Ä°slam düÅŸünce geleneÄŸinde sonraki bütün dönemlerin yeniden ÅŸekillenmesine yol açacak devrim niteliÄŸinde bir faaliyete konu olmuÅŸtur: Tercüme hareketi. Müslümanların hakikat iddiasına sahip olması ve bu iddiaya uygun yaÅŸam formu üretme çabası, mamur dünyanın gözde bölgelerine kurulan siyasi hâkimiyetin de saÄŸladığı üstünlük hissinin yardımıyla teorik ve pratik kısımları barındıran kapsamlı bir bilimler mecmuasını doÄŸurmuÅŸtu. Bu bilimler kümesi, Müslümanların iddiasını bir adım daha ileri taşımasını saÄŸladı. Genç medeniyetin mensupları, insanlığın evrensel mirasına bizzat kendilerinin varis olduÄŸunu düÅŸünerek Ä°slam’dan önceki medeniyetlerin birikimlerini yeni dünyanın parlayan bilim dili Arapçaya aktardılar. Her ne kadar Farsçadan bir kısım çeviriler yapıldıysa da asıl itibariyle Yunan bilim ve düÅŸünce geleneÄŸine ait neredeyse ulaşılabilen bütün metinler, tarihte ender görülen bir farkındalık ve çabayla Arapçaya çevrildi.
 
 
Bu çeviri hareketinin, öyle anlaşılıyor ki, bizzat hareketi organize edenlerin de beklemediÄŸi bir sonucu oldu: Çeviriler sadece Yunancada kaleme alınmış bilimsel metinleri Arapçaya aktarmakla kalmadı, aynı zamanda Yunan bilimler geleneÄŸine yaslanan bir filozoflar grubunun ve felsefe geleneÄŸinin oluÅŸmasını saÄŸladı. Bu durumun sonucunu tahmin etmek herhalde güç deÄŸildir: Ä°slam toplumunda bilimsel bilgi anlamında aklın, Yunan geleneÄŸinin devamı olan bir versiyonu ortaya çıktı. Çünkü tercüme edilen külliyat, en az bin beÅŸ yüzyıldır ÅŸu veya bu ÅŸekilde iÅŸlenen, sistemleÅŸtirilen, otoriteleri, ÅŸarihleri ve esaslı dönüm noktaları bulunan bir bilimler geleneÄŸi taşıyordu. Böylece Ä°slam medeniyetinde kökü kadîm Yunana, Mısır’a, Babil’e, Pers’e, nihayet Hind’e uzanan ve varlık, bilgi, yöntem, edebiyat, ahlak ve siyaset alanında ÅŸu veya bu ölçüde dakikleÅŸtirilmiÅŸ bilgiler kümesini barındıran bir bilim geleneÄŸi baÅŸladı. Müslümanlar bu bilimlere, aklî bilimler, felsefî bilimler, hakîkî bilimler ve acemî bilimler gibi isimler verdiler. KuÅŸkusuz bu bilimler geleneÄŸinin kurucu ve dönüÅŸtürücü büyük üstatları da Müslümandılar. Dolayısıyla yeni ama kökü kadîm dünyaya uzanan aklın temsilcileri, inanç ve davranış seviyesinde vahyin yorumuna aracılık iddiasında bulundular.
 
Åžimdi asıl sorumuzu sorabiliriz: Dinî ve felsefî bilimler geleneÄŸinde temsil edilen bilimsel akıl, hangi unsurlardan oluÅŸmaktadır? DiÄŸer deyiÅŸle sözü edilen iki gelenek, varlık, bilgi, yöntem, doÄŸa, ilahiyat gibi alanlarda hangi açıklamaları ileri sürmüÅŸ ve bu açıklamalar nasıl olup da dinî nasların yorumu haline gelmiÅŸtir?
 
Müellif: Ömer Türker / Kaynak: Cins Dergi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.