Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Mümin gönüllerin dinmeyen sızısı: Kerbelâ

Hz. Peygamber’in (sas) torunu Hz. Hüseyin’in (ra) aile fertleriyle birlikte Kerbelâ’da katledilmesi ve mübarek başlarının şehir şehir gezdirilerek teşhir edilmesi Müslümanların yüreğinde kapanmaz bir yaradır. Gülgûn Uyar, Kerbelâ Vakası’nın seyrini ve Hz. Hüseyin’in mübarek şehadetini yazdı.



Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra), Resulullah Efendimizin (sas) kızı Hz. Fâtıma (ra) ile Hz. Ali’nin (ra) evladı olarak dünyaya geldi. Resul-i Ekrem (sas) onlara “oğullarım” hitabıyla seslenirdi. İsimlerini kulaklarına okumasıyla da artık onlar Muhammed’in Âl’i ve Cennet gençlerinin seyyidleri, efendileri olarak anıldılar (Tirmizî, “Menâkıb”, 31). Haseneyn Efendilerimiz, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın rükünlerindendir. Nebiyy-i Zişân onları abasıyla örttüğünde “İşte benim Ehl-i Beyt’im!” buyurmuşlar ve “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister (Ahzâb, 33)” tebşir-i ilâhîsi ile onları müjdelemişlerdi (Müslim, “Fezailü’s-sahâbe”, 61).
 
Allah Resul’ü, torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin’i evde, sokakta, mescitte, nerede görse hep muhabbetini izhar ederek kucaklar, severdi (Müslim, “Fezailü’s-sahâbe”, 57-60). Onlar bu dünya hayatında öpüp kokladığı iki çiçeği idiler (Tirmizî, “Menâkıb”, 31). Aynı zamanda meveddetin kaynağı kılınmışlardı (Şûrâ, 23). Bu sebeple Hz. Peygamber, Hasan ve Hüseyin’i sevenin kendisini de sevmiş olacağını ilân etmiştir: “Allah’ım ben o ikisini seviyorum, sen de onları sev” (Tirmizî, “Menâkıb”, 31). Bu hadis-i nebevî de beyan eder ki, Haseneyn Efendilerimize duyulan meveddet, Allah ve Resul sevgisinin tabii bir neticesidir. Başka bir deyişle, Hasan ve Hüseyin sevgisi, Allah ve Resul muhabbetinin ayrılmaz bir parçasıdır.
 
Ehl-i Beyt şirki yenen, bâtılı yok eden, zulme karşı koyan Hz. Peygamber’in tevhid mücadelesinde, her daim onun sadık takipçileri, sarsılmaz müdafileri ve şaşmaz destekçileri olmuşlardır. Habibullâh, tebliğ ettiği ilme kafa tutan ehl-i salibe mübâhele (karşılıklı beddua) ile karşı durduğunda meydana sadece ve sadece Ehl-i Beyt’i ile çıkmıştır (Âl-i İmrân, 61; Müslim, “Fezailü’s-sahâbe”, 32).
 
Şurası muhakkak ki Nebiyy-i Zişân Efendimiz, Ehl-i Beyt’inin hukukuna riayet edilmesi noktasında dikkatli davranılması gerektiğini bildirmiş ve onları ümmetine emânet etmiştir (Müslim, “Fezailü’s-sahâbe”, 36; Tirmizî, “Menâkıb”, 32). Bu emanete sıdk ile sahip çıkanla sadakatsizlik gösterip hıyanet edenin durumunu ise Resul-i Ekrem, fem-i muhsinlerinden serd olan şu düsturu ile belirleyecektir: “Sizinle harp edenle harb eder; sulh edenle de sulh ederim” (Tirmizî, “Fezâilü Fâtıma”, 3961). Dolayısıyla iyi anlaşılması gereken husus, Resulullah Efendimizin dikkate davet ettiği ve ikazda bulunduğu konuda ümmetini bir imtihanın bekliyor olduğudur. Nitekim ümmetin zorlu imtihanlarından birinin Ehl-i Beyt’e meveddet ve sadakat konusu olduğuna dair gerçek, Asr-ı Saâdet’ten kısa bir müddet sonra kendini gösterecektir. Bunun en çetin tezahürlerinden biri olan “Kerbelâ Faciası”, bıraktığı derin izleriyle bizlerden hakikatiyle idrak edilmeyi beklemektedir.
 
Müslümanların arasında ilk fitnenin Hz. Osman’ın (ra) şehit edilmesiyle ortaya çıktığı hatırlanacaktır. Bilahare Hz. Ali’ye meşru halife olarak biat edilmekle birlikte, Hz. Osman’ın katillerinin teşhis edilip cezalandırılması noktasında aceleci davranarak ısrarlı tavır sergileyen bir muhalefet cephesi de oluşmuştu. Bilhassa Şam valisi Muaviye b. Ebu Süfyan’ın sevk ve idare ettiği Sıffin Savaşı, meşru halifeye bir başkaldırı hareketi oluşturmuştu. Böylece bir Müslüman, diğer bir Müslüman kardeşini öldürmüş ve ölenle öldürülenin uhrevî durumu sorgulanmaya başlanmıştır. Bu noktada Ehl-i Sünnet, bu isyanları bastırmak üzere hareket eden Hz. Ali’nin siyasî meşruiyetini ve haklı taraf oluşunu teslim edip onaylayarak kesin tavrını hakkaniyetle ortaya koymuştur (Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, s. 879, 883, 888; Bağdâdî, Kitâbü Usûli’d-Dîn, s. 289).
 
Irak’ın Kerbelâ şehrindeki İmam Hüseyin Camii ve Türbesi.
 
Müslüman kanı akmasın!
 
Hz. Ali’nin şehadeti sonrasında halife olan Hz. Hasan da, kendisine biat etmekte direnen ve hilafet merkezine savaş açan Şam valisi Muaviye b. Ebu Süfyan’ı itaat altına almak üzere harekete geçti. Fakat ordusundaki isteksizliği ve kimi itaatsiz tutumları gören Hz. Hasan, gereksiz yere Müslüman kanı dökülmesine mâni olmak için Şam valisi ile sulh yapmayı kabul ederek hilafeti Muaviye b. Ebu Süfyan’a devretti (41/661). Böylece Muaviye b. Ebu Süfyan, altıncı halife olarak göreve başladı. Onun 20 yıllık iktidarının son senelerinde oğlu Yezid’i veliahd tayin etmesi ve onun adına biat almasıyla birlikte hilafet, Ümeyyeoğulları arasında elden ele devrolacak bir saltanata dönüştü. Böylece İslam siyaset tarihinde hanedan hilafetleri dönemi başladı.
 
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Muaviye b. Ebu Süfyan’ın hilafeti esnasında siyasî ortamdan uzak durdular. Hatta Hz. Hüseyin, Hz. Hasan’ın şüpheli ölümünden sonra dahi bu tutumunu devam ettirmiş, Yezid b. Muaviye’nin hilafetine kadar kendi köşesinde bir hayat sürmüştü. Kendisine tâbi olmak isteyen Kûfelilerin tekliflerine hiçbir şekilde müspet cevap vermemişti. Halife ise etrafında muhaliflerin toplanmasından endişe ettiği Hz. Hüseyin’i siyasetten uzak durması yönünde zaman zaman ikaz etmişti. Bu süreçte Hüseyin Efendimiz halifeyle savaşmak ve karşı gelmek gibi bir niyeti olmadığını açıkça beyan etmekteydi.
 
Diğer taraftan, Muaviye b. Ebu Süfyan ve Basra-Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyad’ın, Hz. Ali taraftarlarına tatbik ettiği şiddet ve kötü muamelelere tepkisini dile getirmekten de geri durmuyordu. Hz. Hüseyin ile halife arasındaki ilk ciddi gerginlik Muaviye b. Ebu Süfyan’ın, veliaht tayin ettiği Yezid’e biat alma çabaları sırasında yaşandı (56/676). Hz. Hüseyin, Yezid b. Ebu Süfyan’ın halife olabilecek kabiliyette olmadığını ve bu makamın icap ettirdiği kemâle sahip bulunmadığını düşünüyordu. Yezid’in iktidarının tasdiki noktasında Hz. Hüseyin’in ve Medinelilerin biatının son derece mühim olduğunu bilen Muaviye, Hz. Hüseyin’in üzerinde baskı kurmaya çalışmıştı. Muvaffak olamayacağını anladığında da Medinelilerin biatını Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat ettiği yönünde bir hava oluşturarak alabilmişti.
 
Muaviye’nin, oğlu Yezid’e son vasiyeti, mutlaka Hz. Hüseyin’in biatını alması olmuştu. Hilafet makamına geçtiğinde bu vasiyeti tutan Yezid’in ilk icraatı, ne pahasına olursa olsun Hz. Hüseyin, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’in biatlarının alınması için Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebu Süfyan’a talimat vermek oldu. Yezid’in emri üzerine vali, Hz. Hüseyin’i biata davet etmiş fakat o biat etmeyeceğini açıklamıştı. Bunun üzerine vali Hz. Hüseyin’e baskı yapmaya başladı. Etrafındaki çemberin gittikçe daralmakta olduğunu gören ve artık Medine’nin kendisi için güvenli bir yer olmaktan çıktığını anlayan Hz. Hüseyin Mekke’ye gitmeye karar verdi. Bu süreçte Mervan b. Hakem’in, Medine valisini Hz. Hüseyin’in aleyhinde kışkırtma çabaları bilhassa zikredilmelidir.
 
Hz. Hüseyin, bütün ailesini yanına alarak 28 Receb 60 (4 Mayıs 680) tarihinde Mekke’ye hareket etti. Ne var ki, Mekkelilerin de kendilerine huzurlu bir ortam sağlamayacağını kısa bir zamanda gördü. Mekkeliler hürmette kusur etmiyorlardı ancak Yezid’in mutlak emri yüzünden valinin baskıları artmakta ve Hz. Hüseyin’in günlük hayatı giderek zorlaşmaktaydı. Bu safhada Hz. Hüseyin, ısrarla davet mektupları gönderen Kûfelilerin tekliflerini değerlendirmek durumunda kalacaktı. 5 Şevval 60 (9 Temmuz 680) tarihinde ortamı yoklaması için amcası Akil’in oğlu Müslim’i Kûfe’ye öncü olarak gönderdi. Müslim çok geçmeden müspet haberler göndermeye başlasa da kısa bir müddet sonra vali Ubeydullah b. Ziyad, onun Hz. Hüseyin’in adına hareket ettiğini öğrenecekti. Köşeye sıkıştırılan Müslim b. Akil, hazırlıksız yakalanarak isyan etmek mecburiyetinde kaldı. Kûfeliler tarafından da yalnız bırakılınca şehit edildi. Bu sırada şehirdeki son gelişmeleri Hz. Hüseyin’e haber verme imkânını da bulamamıştı.
 
Şehadetle biten yolculuk
 
Müslim’in başına gelenlerden habersiz olan Hz. Hüseyin, 8 Zilhicce 60 (9 Eylül 680) tarihinde Kûfe’ye gitmek maksadıyla ailesinden müteşekkil bir kafileyle Mekke’den ayrıldı. Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gidişine çeşitli sebepler ileri sürerek karşı çıkanlar mevcuttu. Şartların henüz olgunlaşmamış olduğunu söyleyerek onu vazgeçirmeye çalıştılar. Ashabın ve aile çevresinin önde gelenlerinden oluşan bu kişilerin arasında Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Muti, Ebu Said el-Hudrî, Said b. Müseyyeb, Abdullah b. Cafer, Amra bint Abdurrahman, Muhammed b. el-Hanefiyye, Ömer b. Abdurrahman yer alıyordu. İleri sürdükleri sebeplerin başında ise Kûfelilerin sözlerinde durmayan bir topluluk olmaları gelmekteydi. Ayrıca aile fertlerini bu sefere götürmesinin uygun olmadığını, şayet başlarına bir şey gelirse Ehl-i Beyt’in ortadan kalkacağı yönündeki endişelerini de dile getirdiler. Ancak bu tavsiyeler Hz. Hüseyin’in kararını etkilemedi; zira o bu yolculuğun elzem olduğunu düşünmekteydi.
 
Hz. Hüseyin, Müslim’in başına gelenleri ve Kûfe’de durumun aleyhlerine değiştiğini yoldayken haber aldı. Geri dönmeyi düşünmüşse de hem şehit edilen Müslim’in ailesinin intikam almak istemesi, hem de Kûfelilerin ikna gayretleri neticesinde kararlılığını muhafaza etti. Artık o kaderine yürüyordu.
 
Ubeydullah b. Ziyad, Hz. Hüseyin’in ve kafilesinin şehre girmesine, dolayısıyla Kûfelilerin toplu olarak ona katılmalarına mâni olmak için çeşitli tedbirler almaktaydı. Hz. Hüseyin’i denetim altında tutmak ve takip etmek üzere Hurr b. Yezid’in komutanlığında 1000 kişilik bir öncü birlik gönderdi. Hurr b. Yezid, Ninova’ya kadar kafileyi uzaktan takip etmiş ve Ubeydullah’tan gelen emre uyarak Hz. Hüseyin’ini susuz ve ağaçsız bir yer olan Kerbelâ’da ikamete mecbur bırakmıştı (2 Muharrem 61/2 Ekim 680). Komutan bu mesafeli takibi sırasında Hz. Hüseyin’i yakından gözleme imkânı bulmuş ve onu farklı bir gözle değerlendirmişti. O güne kadar aldığı emirleri mecburen yerine getirmiş olsa da o son anda canını Hz. Hüseyin’in safında fedâ etmeyi tercih edecekti.
 
Kafileye müdahale için Kûfe valisinin komutan tayin ettiği Ömer b. Sa‘d b. Ebu Vakkas emrindeki kuvvetlerle 3 Muharrem’de Kerbelâ’ya ulaştı. Ömer b. Sa‘d, Hz. Hüseyin’le karşı karşıya gelmek istemediyse de bu vazifeyi Rey valiliğinin elinden alınmaması için kabul etmişti. Önce, Hz. Hüseyin ile Kûfe valisi arasında bir anlaşma sağlanması için gayret gösterdi. Kûfelilerin desteği ortadan kalktığı için Hz. Hüseyin’in geri dönebilme ihtimalini Ubeydullah b. Ziyad’ın değerlendirmesini istedi. Fakat karar kesindi: Hz. Hüseyin için tek kurtuluş Yezid’e biat etmekti! Kûfe valisi emirlerini yineledi ve biat şartını kabul etmeyen Hz. Hüseyin’in ve kafilesinin 10 Muharrem’e üç gün kala su kaynağıyla irtibatları kesildi.
 
Hz. Hüseyin ayrılmak hususunda etrafındakileri serbest bıraktı. Kendi adına da Hicaz’a dönmesine, bizzat Yezid ile konuşmasına veya cihat için serhat şehirlerinden birine gitmesine izin verilmesi teklifinde bulundu. Ubeydullah, önce bu tekliflerden birini kabule razı oldu. Fakat Şemir b. Zü’l-Cevşen, Fırat ile irtibatı kesilerek susuzluğa mahkûm edilen Hüseyin’e boyun eğdirmek için bir fırsat yakaladıklarını söyleyerek valinin bu teklifleri reddetmesine sebep oldu.
 
Ubeydullah son ve kesin talimatlarını bildirdi. Buna göre teslim olmadıkları takdirde Hz. Hüseyin ve adamları öldürülecek, Hz. Hüseyin’in cesedi atlarla çiğnenecek, diğer cesetlere sadece müsle yapılacak; Ömer b. Sa’d bu emirleri yerine getirmeye muktedir olamayacak ise komutayı Şemir b. Zü’l-Cevşen’e devredecekti. 9 Muharrem günü Ömer b. Sa‘d, bu şartları Hz. Hüseyin’e tebliğ etti. Hüseyin Efendimiz ise ne biatı ne de teslim olmayı kabul ediyordu. İnandığı doğru uğrunda savaşacaktı. Kafile o gece hazırlıklarını tamamladı; müdafaayı güçlendirmek için çadırları birbirine yaklaştırıp arkalarına hendek kazarak içlerini odunla doldurdular. Âl-i Muhammed bütün geceyi ibadet ve duâ ile geçirdi.
 
10 Muharrem günü iki taraf karşı karşıya geldi. Hz. Hüseyin’in kuvvetleri 32 atlı ve 40 piyadeden oluşuyordu. Şâm’a bağlı Kûfe ordusu ise 5.000 kişiydi. Hz. Hüseyin, son defa Yezid’in askerlerini savaştan vazgeçirmeye çalıştı. Yaptığı konuşmada Hz. Peygamber, Fâtıma, Ali, Ca‘fer ve Hamza ile olan akrabalığını ve Cennet gençlerinin efendisi olduğu yönündeki hadis-i nebevîyi hatırlattı. Kimseyi öldürmediği ve malını gasp etmediği hâlde neden canına kastettiklerini öğrenmek istedi. Ne yazık ki müspet bir cevap alamadı. O sırada beklenmedik bir gelişme olmuş, Hurr b. Yezid ve bazı adamları taraf değiştirerek Hz. Hüseyin’e katılmışlardı.
 
Ömer b. Sa‘d’ın attığı ilk okla başlayan savaşta önce mübareze yapıldı. Ali el-Ekber b. Hüseyin başta olmak üzere Muhammed’in Âl’i art arda şehit düşmeye başladılar. Kûfe ordusu toplu hücuma geçti. Alacakları bahşişi düşünen askerler Hz. Hüseyin’in ailesinin başlarını kesmekte âdeta yarışıyorlardı. Şehit edilenler arasında çocuklar da bulunuyordu. Kimse bir süre Hz. Hüseyin’e saldırmaya cesaret edememişti. Ancak sonunda Şemir, askerlerinden bir kısmına hücum emri verdi. Kûfeliler her taraftan oklarla saldırıya geçerek Hz. Hüseyin’i atından düşürdüler. Sayısız yara alan Hz. Hüseyin, 10 Muharrem 61 Perşembe (Âşûrâ) günü şehit edildi. Son darbeyi indirenin Şemir b. Zü’l-Cevşen veya Sinân b. Enes b. Amr en-Nehaî ve Havley b. Yezid olduğu rivayet edilir. Mübarek re’s-i şerifleri (başı) bedeninden alındı ve üzerinde ne varsa çıkarılarak naaşı atlarla çiğnendi. O gün Hz. Hüseyin’in kendilerine böyle bir muameleyi revâ görenlere beddua ettiği de işitilmiştir.
 
Kerbelâ hadisesini tasvir eden bir resim.
 
Müslümanların kara günü
 
Bütün eşyaları yağma edildi. Hanımların parmaklarındaki yüzükler dâhil bütün ziynetleri alındı. Hastalığı sebebiyle çadırında yatmakta olan Ali el-Asğar b. Hüseyin’e, Ömer b. Sa’d’ın emriyle dokunulmamıştı. Yezid’in ordusu, kendilerine ait 88 cenazeyi gömerek Kerbelâ’dan ayrıldı. Onların ardından 11 Muharrem’de o bölgede ikamet eden Benî Esed’e mensup Ğâdıriyye köylüleri gelerek Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişinin nâşlarını defnettiler.
 
Kerbelâ Vakası’nda Ali b. Hüseyin, dört yaşındaki Ömer b. Hüseyin, Amr b. Hasan b. Ali b. Ebu Tâlib, Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebu Tâlib, Ukbe b. Sim‘ân isimli bir köle ve Beni Esed’den Murakkâ b. Sümâme’den başka kurtulan olmamıştı. Ali b. Hüseyin’in dışında kimsenin hayatta kalmadığı da zikredilir. Hayatta kalanlar 12 Muharrem’de Kûfe’ye götürüldüler. Bu sırada Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Zeyneb’in feryadı, dokunaklı sözleri ve Ubeydullah b. Ziyad’ın önündeki haykırışı yürekleri dağlamıştı. Ubeydullah b. Ziyad, Cenâb-ı Hüseyin’in mübarek re’s-i şerifleri önüne getirildiğinde asasını yüzüne değdirerek, “Böylesi bir güzellik görmediğini” söyledi. Orada bulunanlar onun Hz. Peygamber’e benzerliğini hatırlattılar. Bu meş’ûm manzara karşısında galeyana gelen bir sahâbî, Resulullâh’ın o asayla dokunulan dudakları öptüğünü söyleyerek tepkisini dile getirdi. Hz. Hüseyin’in ailesinden hayatta kalanlar, önce Şam’a Yezid’e götürülmüşler, sonra da Medine’ye gönderilmişlerdi. Yezid, Ehl-i Beyt’e ait re’s-i şerifleri Şam’da teşhir etmişti. Hüseyin Efendimizin mübarek başlarını ise Medine’de de astırmıştı.
 
Kerbelâ’da yaşananlar, Müslümanları derin bir infiale sevk etti. Hasan el-Basrî, yeryüzünde bu derece zulme uğrayan başka bir ailenin bulunmadığını söylemektedir. Hadiseyi haber aldığında ağlamaya başlayan Muhammed b. el-Hanefiyye, derin kederini, “Onların hepsi Fâtıma’nın karnında hareket etmiştir” ifadesiyle dile dökmüştü. Abdullah b. Abbas, Yezid’e yazdığı bir mektupta Hz. Hüseyin’i öldürmesini sert bir dille tenkit etti.
 
Hz. Peygamber, Hz. Hüseyin’in şehâdetini haber vermişti (Hâkim, Müstedrek, III, 194). Gerçek o ki, Hz. Hüseyin Medîne’den Kûfe’ye doğru yola çıktığında karşılaşacağı olaylara hazırlıklıydı. Rabb’inin kendisi hakkındaki Ezel hükmüne teslim olan ve tedbirin takdîri bozmayacağını bilen Hz. Hüseyin, bu sebeple Kûfe’ye gitme kararından vazgeçmedi. O, inandığı dava uğrunda bedel ödemeyi göze almış ve şehâdetine Kerbelâ’yı şâhit tutmuştu.
 
Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in, Kerbelâ’da Yezid’in ordusu tarafından aile fertleriyle birlikte katledilmesini, mübarek başlarının bedenlerinden ayrılarak şehir şehir gezdirilip teşhir edilmesini unutmaya imkân yoktur. Bütün Müslümanları dilhûn etmiş ve etmekte olan bu vaka, bir peygamber ailesine revâ görülen korkunç bir zulüm olarak insanlık tarihindeki yerini almıştır. Hz. Peygamber’in “emâneti” olan Ehl-i Beyt’ine açıkça “hıyânet” edilmiştir. Tarihî süreçte Emevî hanedanının ne şeriata ne akla ne de vicdana sığmayan bu tür icraatlarını “içtihat hatası” olarak göstermek ise kabul edilebilir bir tutum değildir.
 
Her Müslümanın şer’an, bu hâdise karşısında üzülmek ve müsebbiplerine lânet okumak hakkı vardır (Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, İFAV, s. 320). Ancak bu fecî hâdisenin ardındaki ilâhî hikmeti kavramaya çalışmak da önemli bir husustur. Kerbelâ Vakası’nı değerlendirirken haklıyla haksızı tespit etmek ve Hz. Hüseyin’in hakkı ayakta tutmak için başını vermekten çekinmediğini dile getirmek meseleye zahirî cihetle bakmak açısından lüzumludur; fakat kâfî değildir. Kerbelâ’yı tam mânasıyla anlayabilmek, buradaki savaşı hayır ile şer, iyi ile kötü, daha açık söylemek gerekirse rûh ile nefs arasındaki mücadele şeklinde tanımlamakla mümkün olabilir. Böylece hakiki Müslümanla sahtesi tefrik edilecek ve Kerbelâ Vakası’nın zuhurunun hikmeti ortaya çıkmış olacaktır.
 
Son söz olarak ifade etmek gerekirse, Ehl-i Beyt’i gücendirenler ve onların meveddetine gönüllerinde yer vermeyenler Hz. Peygamber’in havzına ve şefaatine nâil olamayacaklardır.
 
Peygamber Muştusu Şehadet
 
Hz. Peygamber’in, Hz. Hüseyin’in şehadetini haber verdiği bildirilmektedir. Hz. Peygamber, Hz. Hüseyin’in şerefiyle şehit edilişini rüyasında görmüştü. Uyandığında başı ve sakalı topraklanmış hâldeydi. Yine Ümmü Seleme Vâlidemiz, rüyasında Hz. Peygamber’i başı ve sakalı topraklı bir vaziyette görüp ne olduğunu sorduğunda ona, Hüseyin’in katiline şahit olduğunu haber vermiştir (Hâkim, Müstedrek, IV, 19). Gerçek o ki, Hz. Hüseyin Medine’den Kûfe’ye doğru yola çıktığında karşılaşacağı olaylara hazırlıklıydı. Rabbinin kendisi hakkındaki ezelî hükmüne teslim olduğundan ve tedbirin takdiri bozmayacağını bildiğinden o Kûfe’ye gitme kararından vazgeçmedi. O, inandığı dava uğrunda bedel ödemeyi göze almış ve şehadetine Kerbelâ’yı şâhit tutmuştu.
 
Kerbelâ'da Müstesna Şehitler
 
Kerbelâ’da şehit düşen Âl-i Muhammed’in ve amca çocuklarının isimleri şöyledir:
 
-Hz. Hasan’ın çocukları Ebu Bekir, Kâsım ve Abdullah.
 
-Hz. Hüseyin ve çocukları Abdullah, Ali el-Ekber ve Ali el-Asğar.
 
-Hz. Ali’nin Hz. Fâtıma dışındaki eşlerinden dünyaya gelen çocukları Ca‘fer, Osman, Abbas el-Asğar, Muhammed el-Asğar, Ubeydullah, Ebu Bekir, Abbâs, Abdullah ve Muhammed.
 
-Akil b. Ebu Tâlib’in oğulları Abdullah, Ca‘fer, Abdurrahmân ve Ubeydullah.
 
-Müslim b. Akîl b. Ebu Tâlib ve Müslim’in oğlu Abdullah.
 
-Muhammed b. Ebû Saîd b. Akîl b. Ebu Tâlib.
 
-Abdullah b. Ca‘fer b. Ebu Tâlib’in oğulları Muhammed, Avn ve Ebu Bekir.
 
Müellif: Doç. Dr. Gülgûn Uyar / Kaynak: Cins Dergi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.