Haluk Hocanın anısına: Bir seyyahın defteri
Hereke’den yola çıkıp Nil’den Tuna’ya Osmanlı coğrafyasını dolaştı. Kaybettiklerimize hayıflanmaktansa henüz kaybetmediklerimize bakmamız gerektiğini hatırlattı.
Hereke’den yola çıkıp Nil’den Tuna’ya Osmanlı coÄŸrafyasını dolaÅŸtı. Kaybettiklerimize hayıflanmaktansa henüz kaybetmediklerimize bakmamız gerektiÄŸini hatırlattı. “Ele geçmezse sevdiÄŸimiz, eldekini sevmeliyiz” dedi. Seyyahtı… Ä°lk gençlik yıllarında gidilmesi zor yerlerde görülmesi kolay olmayan ne varsa gördü. Åžam’ı arşınladı. Kırk yıl evvel, Bayır Bucak Türkmenlerinin yanında baÄŸdaÅŸ kurdu. Sovyetler dağılmadan Bahçesaray’da dost halkası oluÅŸturdu. Boynu bükük camilerde, mahzun mescitlerde saf tuttu. Tito iktidardayken Balkanlardaki çınarların etrafını ölçtü. BektaÅŸi tekkelerinde diz büktü.
Ahir ömründe, bilhassa devlet görevleri üstlendiÄŸinde, Tuna boylarından Dicle’ye, Fırat’a, Aras’a, Murat’a tekrar uzandı. MeÅŸhur cümlelerinden birini kurdu: “Dicle’nin kuzularını, çakallara kaptırmayacağız”. Bu onun vasiyeti oldu. Nitekim “biz çabuk unutan bir milletiz” derdi ve müdavemeti öÄŸütlerdi. Kültürde, politikada, eÄŸitimde, çaba gösterdiÄŸimiz her konuda istikrarlı olmanın önemini vurgulardı.
Hocaydı... Hangi makamda olursa olsun sınavı, yoklaması olmayan dersleri vardı. Misal, yol kenarında gördüÄŸü aÄŸaçları sorardı. Kendi tabiriyle (ve gerçek anlamda) ot da yoldurur kök de söktürürdü. Akasyayı, ardıcı, çınarı, mimozayı tanıtırdı. Pastırma yazını, koca karı soÄŸuklarını, aprilin beÅŸini, zemheriyi sorardı. Kendisini kültür tarihçisi olarak tanımlardı. GirdiÄŸi bir binanın ruhunu ve mimarisini bilmeden oturmazdı. Oradan geçenlerin ruhlarını canlandırırdı. Ulus’taki Mimar Arif Hikmet KoyunoÄŸlu tarafından yapılmış o meÅŸhur binanın ruhundan Fatin RüÅŸtü Zorlu ve Gün Sazak’ı anmış, “Ä°ÅŸte ben her gün onların çıktığı bu merdivenlerden ağır ağır çıkıyorum.” demiÅŸti.
Ä°stanbul’da iÅŸe baÅŸlayacaksa Eyüp Sultan’ı, Ankara’da baÅŸlayacaksa Hacı Bayram’ı ziyaret ederdi. Makama, “Ya Fettah” diyerek saÄŸ ayağıyla girerdi. Yeni bir akit yaptığı için gelenlere akide ÅŸekeri ikram ederdi. Makamların, mevkilerin ve nihayetinde dünyanın bir hiç olduÄŸunu söylerdi. Çok makam gördü. Fakat makamda onu heyecanlandıran Türk musikisinin makamlarıydı; Rast, UÅŸÅŸak, Buselik, Hüseyni. Åžimdi arkasından ağır aksak mırıldandığımızdır: “Gül hazîn, sünbül periÅŸan, bâğızârın ÅŸevki yok/ Derdnâk olmuÅŸ hezâr-ı naÄŸmekârın ÅŸevki yok”…
Bahçeler, onun aÅŸkıydı. “Türk bahçesi nasıl olurmuÅŸ, gösterelim” derdi. Sırf bu yüzden memleketi Hereke’de bir bahçe yaptı. Taç kapıyla girilen, sağında servi solunda gül olan, bekâr odası bulunan, selsebilin aktığı, çeÅŸmesinin alınlığında Enbiya Suresi’nin otuzuncu ayeti yazılan, kış bahçesinde limonların, SöÄŸüt gölgesinde kameriyesinin olduÄŸu bir bahçe kurdu. Lalesiz, gülsüz, servisiz bahçe olmazdı. Elîfî serviyi bir güzergah olarak niteler, “Hükümdarlık da yapsan bu yolun sonu ahiret yoludur.” derdi. Bataklık çiÄŸdemini, gül hatmiyi, hayıt çalısını tanıtmak, en büyük dertlerindendi. Kabartay’dan köpek, Denizli’den horoz getirirdi. Pali, enik, teke, oÄŸlak ne demek, ÅŸehirlilere anlatırdı. Kelimenin unutulması, kültürün ölmesi demekti… Balıkçıya, “rastgele”; keçeciye, “tozuna bereket” derdi. Kültür, seyirlik hale getirilip müzeye konması için deÄŸil yaÅŸamak için vardı. YaÅŸamak ve yaÅŸatmak için uÄŸraşırdı.
Kalemi latif, kelamı kibar, sesi nezih, sözü nazik, üslubu muzip, dikkat ve rikkat timsali bir Ä°stanbul beyefendisiydi. Çukurca gezisi için “en ballı iÅŸim”, kuru bir havuz veya çeÅŸme gördüÄŸünde “çileden çıktım”, ÅŸeftali aÄŸacına konan baÅŸtankara kuÅŸuna “beni baÅŸtan çıkarıyor” derdi. Bir insan en kıymetlilerini, yadigarlarını çalıp giden hırsıza tatlı dille güle güle söz söyler mi? Haluk Hoca söylerdi. Köy evini soyan hırsıza sitem ve latife dolu mektup yazardı.
Mayıs’ta erguvanları, Ekim’de lüferi, Kasım’da göçmen sakaları beklerdi. Çayıra, çimene, doÄŸaya, bahçelere, suya, daÄŸlara, ulu aÄŸaçlara, birliÄŸe, uhuvvete, tarihe, müzelere meftundu. BoÄŸaziçi’nde tekne turları yapar, erguvanlara ilan-ı aÅŸk ederdi. Balığın her çeÅŸidini bilir ama lüferi ayrı severdi. Göz lezzetinin yanında kokuyu atlamazdı. Åžiirden ve kültürden mis zambağını koklamak isterdi. Ä°stanbul’da yaÅŸama sanatını bilirdi. En güzel erguvanlar nerededir? Hangi mevsimde hangi parklar gezilir? Nerelerin salkım söÄŸütleri meÅŸhurdur? Balığa gidilip balıksız gelinince nasıl bozuntuya verilmez? Misafirlikte nasıl davranılır? Büyüklerden ders dinlenirken soru nasıl sorulur?
Notlar aldığı deftere, “Halûk’un Defteri” derdi. Gençlere, “Benden duyduklarınızı, siz de Halûk’un defterine kaydedin” diye salık verir; “Ne olursanız olun ama sıradan ve sürüden olmayın” derdi. Yazdığı eserleri ve yetiÅŸtirdiÄŸi talebeleriyle hiç kapanmayacak amel defterinin sahibi, Ahmet Halûk Dursun bu…
Yeryüzünün yeÅŸil sofralarında bir salkım üzümle kendisiyle baÄŸdaÅŸ kuranlar, bölge ahalisinin ileri gelenleri, eÅŸrafı olurdu. Anadolu’da tarih ve kültür birliÄŸi için en güçlü mesajını, Ankara’dan ahkam keserek deÄŸil Anadolu’nun kültür ve tarih birliÄŸinin baÅŸladığı yerlere iz bırakarak verirdi. Bir nefeste çekilen tespih gibi, ÅŸiir gibi derdi derdini: “Cephede omuz omuza, camide saf safa, düÄŸünde kol kola, sıkıntıda baÅŸ baÅŸa, yer sofrasında diz dizeyiz. Bu coÄŸrafyada herkes bilsin ki Malazgirt’ten beri biz bizeyiz.”
Kendisine “suyu arayan adam” derdi. Bu yüzden Ankara’ya geldiÄŸinde postunu Gölbaşı’na atmıştı. Dünya gözüyle en son aşık olduÄŸu Ahlat’ı gördü. Son konuÅŸmasını orada yaptı. “Ahlat görülmeden Anadolu tanınmaz” derdi. Ahlat’ta da yine bir subaşını tutmuÅŸ, bir dere kenarına baÄŸdaÅŸ kurmuÅŸ, söÄŸüt gölgesinde, peynir-ekmek ve karpuz yemiÅŸti.
Ömrünü kültüre ve gençlere adayan adam... Cizre sokaklarında, DaÄŸlıca Karakolunda, Bakanlık koridorlarında, Topkapı Sarayı’nda, Gülhane’de, Çanakkale’de, Samsun’da, Amasya’da, en sevdiÄŸi güller içinde yaylalarda, kırlarda birlikte olduÄŸumuz büyüÄŸümüz, aÄŸabeyimiz, anlatmaya kelimelerin, sayfaların yetmeyeceÄŸi hocamız... Bahçelere ve ırmaklara vurgun bu adamın mekânı, altından ırmaklar akan cennet bahçesi olsun...
Müellif: Yahya CoÅŸkun ve Esra Öztürk
* Yahya CoÅŸkun ve Esra Öztürk, Prof. Dr. Ahmet Halûk Dursun’un BaÅŸbakanlık ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki görevleri sırasında danışmanları olarak bulunmuÅŸlardır.
Henüz yorum yapılmamış.