Sosyal Medya

İsmail Kılıçarslan: Yusuf'un kuyusunda simit ve peynir

“Simitler ne olmuş abi?” diye sordum, sessizlik bitsin diye. Gülümsedi Süreyya abi. “Sen simit zannedersin, o hayatın bütün yüküdür be iki gözüm” dedi.



“Bizim İhsan yok mu? İnce İhsan. Yakmışlar çocuğu” dedi Süreyya abi. Güngörmüş, umur bilen adamdı. Sanki anlatmak istemediği bir şeyi anlatmaya mecbur kalmış gibi girmişti söze. “Süreyya abi söze böyle girdiyse kulak kabartmak lazım” diye düşünerek yekindim çay ocağının hasır iskemlesinin üzerinde. Ocağa doğru parmağımı havada döndürüp peşine iki rakamını gösterdim.

“Çocuğu yakmışlar ki Marmara çırası da öyle yakılmaz” dedi Süreyya abi. “Bu biliyorsun, Erzurum-İstanbul çalışır Vabis’i soluta soluta. İyi TIR’cıdır ha. Hem de açık öğretimde iktisat mıdır, ne o öteki, işletme midir, onu bitirecek bu sene. Akıllı çocuktur da hani yani. Bu İstanbul’da malı o deniz kenarında bir yer var ya. Hani dericiler falan…”

“Zeytinburnu mu abi?” diye sordum. Aradığını bulmuştu. “Hah. Zeytinburnu. Kazlıçeşme mi ne hatta. Bizimki Erzurum’dan malı indirir. Buna derler ki ‘sen bu gece yat, sabaha malı yüklersin.’ Bizimki de akşamları işte sahile mahile inermiş, çaya çorbaya takılır, gece de TIR’ın yataklığında uyurmuş. Bildiğin şey işte. Hepimizin hayatı…”

“Doğrudur abi” dedim. Sürdürdü konuşmasını. “Hayat da denmez bizimkine ya, boş geç. Böyle gelmiş böyle gidecek. Var mı ötesi? İşte o sahilde bir kız görmüş bizim İnce. Öğretmenmiş kız. İlk görev yeriymiş.”

“Nasıl tanışmışlar abi?”

“Orası muamma. Bizimkinden ateş mi istemiş kız, o esnada ağlıyor muymuş neymiş? Dertli yani. Bizimki de İnce ya, dayanamamış, ‘demiş bi rahatsızlık veren varsa hani, gereğini yaparız’ demiş. ‘Delikanlı aleminde adımız vardır, öyle boş atıp dolu tutmayız’ demiş hatta. Kız gülmüş bizimkine.”

“Nasıl yani?”

“Gülmüş oğlum işte.”

“Anladım…”

“İyi ettin. Şimdi bizimki demiş ki ‘ben demiş, Erzurum’dan buraya mal çekiyom. Haftada iki gün bu parka geliyom. Hani yani burada belki rastlaşırız’ demiş.

“Rastlaşmışlar mı abi?”

“Oğlum sen ne meraklı adamsın lan. Anlatıyoruz işte. Dinlesene. Rastlaşmışlar tabii. Bir ay, iki ay, üç ay, sahilde rastlaşıp çay-çekirdek yapmışlar. Dertleşmişler. Bizimki düşmüş kuyuya, anladın mı?”

“Anladım abi.”

“Çok anladın. Yusuf’un kuyusu bu. Düşmeyen bilmez. Ondan sonra bir gece bizimki sahilden ayrılırken öğretmen kızın peşine takılıp nerede oturduğunu öğrenmiş. Malın yetişmediğini, bir gün daha orada kalacağını biliyor ya. Kendi kendine artık ne düşündüyse…”

“Nasıl yani?”

“Öyle değil lan. Öyle bir şey değil. Bizim İnce’nin düştüğü kuyuyu asit kuyusu mu sandın sen? O kuyu dünyanın en güzel kuyusu… Tabii, bilene, görene. Ne denmiş, ‘görene, köre ne’ denmiş.”

“Pardon abi.”

“Bizim İnce, ertesi sabah gitmiş fırına. Üç tane simit almış ki sıcak böyle. Gitmiş şarküteriye, memleketteki kadar iyi olmasa da gravyeri de almış. Varmış gitmiş öğretmen kızın evinin kapısına dayanmış. Basmış zile. Böyle kafası yerde… Gövdesi üç adım geride. Kız kapıyı açınca demiş ki ‘simitle peynir aldım. Şu aşağıda bir bahçe görüyorum gelip geçerken… Orada birlikte yiyek mi şunları?”

Süreyya abi işin burasında sustu. Çayından bir yudum aldı. Anlıyordum artık onu. Finalin tadını almaya, artırmaya çalışınca böyle yapardı. Dinleyenin “eee, sonra ne olmuş?” diye sormasını beklerdi. Biraz bekleyip “kız ne demiş abi?” diye sordum. Süreyya abi finale geldi nihayet: “Sen demiş, kim köpek olursun da evimin zilini çalarsın. Sahilde demiş, iki bardak çay içip iki çekirdek çitledik diye demiş, kendini ne zannettiysen artık demiş. Vurmuş kapatmış kapıyı bizimkinin suratına.”

Bir sessizlik oldu çay ocağında… Uzadı…

“Simitler ne olmuş abi?” diye sordum, sessizlik bitsin diye. Gülümsedi Süreyya abi. “Sen simit zannedersin, o hayatın bütün yüküdür be iki gözüm” dedi, “hiçbir Vabis’in dorsesi o yükü kaldırmaz. Hadi çayları öde de kalkalım. Yol bizi bekler.”

Kaynak: Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.