Gökhan Özcan: Eski kıyafetler içindeki yeni insanlar
Eskiyen, modası geçen, küçülen, evlerde, dolaplarda, çekmecelerde artık kendilerine yer bulunamayan eski giysiler gibi hayatımızdaki bazı şeyler...
Hayatımızın gözle görülmeyen bir duvarında bir ilan panosu var sanki. Üstüne kayıp ilanlarımızı yapıştırdığımız bir pano... Görünür hale gelmesini istemediÄŸimiz ama unutulup gitmesine de içimizin pek razı olmadığı kayıplarımızı o panoya iliÅŸtiriyoruz sanki sessizce. Artık eskisi kadar içten hissedemediÄŸimiz duygular orada. Anlamayı eskisi kadar beceremediÄŸimiz insanlar... Geri döndürme kudretinde olmadığımız güzel zamanlar... Hikayemizin artık koyacak yer bulamadığımız küçük parçaları, canlılığını yitiren ayrıntıları... Bazı sözler, gelip bizi artık yerimizde bulamayan bazı dokunaklı ifadeler... Ä°nsan, her ÅŸey gözü önünde olduÄŸu halde sıkı sıkı tutamıyor elinden kayıp giden ÅŸeyleri. Eskiyen, modası geçen, küçülen, evlerde, dolaplarda, çekmecelerde artık kendilerine yer bulunamayan eski giysiler gibi hayatımızdaki bazı ÅŸeyler... Ne kadar çok seviyor olursak olalım, vazgeçmekte ne kadar zorlanıyor olursak olalım gözden çıkarmak zorunda kalıyoruz onları. Ä°çimizi acıtsa da bu böyle! Böyle, çünkü bir yer bulamıyoruz onlara artık hayatımızda.
“Bir ÅŸeyleri geride bırakırken” dedi tedirgin bir halde yanındakine, “yeni bir ÅŸeylere baÅŸlayamayıp ortada kalacağım diye korkuyorum son zamanlarda”
Arayıp yerinde bulamadığımız şeyler, belki de arayıp bizi yerimizde bulamayan şeyler aynı zamanda.
“GözyaÅŸları kuruyor. Sevinçleri, umutları, varsa kıskançlıkları, hınçları dökülüyor patır patır. Bunca yıl yanında taşıdığı özlemleri, kaçışları, sessizlikleri bedeninden yataÄŸa, yataktan da yere dökülüyor. YetmiÅŸ dört yıldır kurduÄŸu ev dökülüyor. Çatısı, bacası, sıvası, tuÄŸlaları. Her ÅŸey tanımsız hale geliyor. DoldurduÄŸu alan eriyor. AkÅŸam çayını içtiÄŸi köÅŸesi, ayakkabılarının ve gömleklerinin içi boÅŸalıyor bugün” diye yazmış Ali Işık, ‘Bekleme Salonu’ kitabında.
Her zaman deÄŸilse bile bazen, bir adım geri çekilip hayata bir adım uzaktan, soÄŸukkanlılığa elveren bir mesafeden bakabilmek gerekiyor belki de. Åžurada kopan bir ÅŸeyin burada baÅŸka bir ÅŸeye baÄŸlandığını, oradaki bir parçalanmanın burada bir ÅŸeyleri bütünlediÄŸini, ÅŸuradan eksilen bir parçanın buradaki noksanı tamam hale getirdiÄŸini görebilecek bir mesafeden... YaÅŸamak kendi hararetini yanında getiren bir ÅŸey; eyvallah! Kurtulmak kolay deÄŸil o sıcak akıntının dışına çıkmak insan için, insanlar için... Yine de her ÅŸeyin anlamını bulabilmek için, her ÅŸeyi birbirine dokunan yerleriyle birlikte görebilmeyi baÅŸarabilmemiz gerekiyor sanki biraz.
Milorad Paviç’in engin iç hikayelerle dolu kitabı ‘Hazar SözlüÄŸü’nden birkaç ilham verici satırı birlikte okuyalım: “Uzun yıllar önce, çocukken, bir çayırda iki kelebeÄŸin çarpıştığına ÅŸahit oldum. Bir kanattan diÄŸerine renkli tozdan benekler uçtu. Kelebekler uçup gitti ve ben bütün bunları unuttum. Dün yolda gelirken adamın biri beni baÅŸka biriyle karıştırdı ve bana kılıç salladı. YolculuÄŸuna devam etmeden önce, kanayan yanağımdan kan deÄŸil, kelebek tozu çıktığını gördüm...” (Kadir DaniÅŸ’in eserin hakkını veren incelikli çevirisi esaslı bir teÅŸekkürü hak ediyor, bunu da söylemeden geçmeyelim)
Kaybettiklerini alt alta yazarak toplayan ve bu sayede o günün en çok kazananı olan insanlar da var.
“Åžu cümleyi bitirdiÄŸim yerde” dedi beyaz saçlı adam, “beni dibi görünmeyen bir uçurumun beklemediÄŸinden nasıl emin olabilirim!”
Kaynak: YeniÅŸafak
Henüz yorum yapılmamış.