Gökhan Özcan: Göz ucuyla
Hafızasını yitiren bir hayat ne hisseder? “Nasıl bu kadar dağıttığımızı bilebilseydik” dedi beyaz saçlı adam, “belki toplayabilirdik biraz kendimizi!”
“Anlatacak o kadar az şeyim var ki” dedi kendi kendine, “bunca yıl nerede yaşadım, bilemiyorum!”
Nefesimizi kesen bütün o filmlerin, içimizi kaynatan sıcacık şarkıların, elimizden tutup bizi peşi sıra sürükleyen romanların hikayelerin, dokunduğu yeri ısıtan, serinleten etkileyici şiirlerin şu soğuk, kasvetli, durağan, durağan olduğu için sıkıcı, bezdirici olduğunu söyleyip durduğumuz hayatın, hayatımızın içinden bulup çıkarıldığını unutuyoruz bazen. İnsanın içinde bir başka hayat taşıdığını, alemin içinde bir başka alem, hikayenin içinde bir başka hikaye olduğunu. Bazen o kadar batıp kalıyoruz ki rutin bataklığının içine, bakışlarımızın dönüp bakmadığı yerden başlayıp ötelere doğru uzanan o sonsuz başkalıklar dünyasını unutup gidiyor, gözden kaçırıyoruz. Yoksunluğumuz hayatımızın yoksulluklarla dolu olmasından değil, sahip olduğumuz zenginlikleri göremiyor, fark edemiyor, onları yaşamayı bilemiyor oluşumuzdan. Hayatla aramıza kendi ellerimizle ördüğümüz duvarların arasında yaşıyoruz. Kendi sözlerimizle soğuttuğumuz bir dünyada sıcaklığı arıyoruz.
“Ölüm döşeği hariç, ki onda da dilinden ‘Azrail-i Muteber’e hoş geldin diyebilmeyi nasip et Allah’ım’ duası eksik olmuyordu, anneannemin hiç boş oturduğunu görmedim. Neredeyse yüz yaşına yaklaşmıştı, iki bastonla birden yürüyen iki büklüm bir insandı artık; ama son ziyaretimde sundurmada oturmuş sohbet ederken yine kıpırdanıyor, önündeki tepside minik birer tırmığa dönüşmüş elleriyle tohum ayıklıyordu” diye anlatıyor bugünlere ait olmayan derin bir hayatı Çağatay Hakan Gürkan, ‘Tanrım Bana Dokun’ kitabında.
Yüzeyde kalmak zamanımızın en önemli problemlerinden biri. Sözün inceliklerini aramamak, sözlüklerde takılıp kalarak kelimelerin her söyleyenin dilinde kazandığı farklılıkları sezememek... Her şeyi göründüğü kadar sanmak, hem de eşyaya göz ucuyla bakmayı bu kadar alışkanlık haline getirmişken... İnsanları, kendilerini umuma açtıkları, göstermeyi göze alabildikleri kadar bilmek, tanımak, yetinmek bu kadarıyla... Daha fazlasını aramamak, keşfine çıkamamak, hiçbir hayata, hiçbir insana özünden, derinliklerinden, iç yüzünden dokunamamak... Yüzeyinde kulaç atıp denizlerin, derinliklerindeki muazzam güzelliklerinden mahrum bırakmak kendimizi. Her şeyi üstün körü bilmek, o kadar sanmak... Bizim en büyük, en hayati, bizi en yoksun bırakan sıkıntılarımızdan biri bu. Görmek, bilmek, işitmek ama farkına varamamak... Farkına varamamak maluliyeti kendi yüzeyimize mahkum ediyor bizi.
“Öyle unutulmuş bir şehirdi ki kavrulmuş ağustos sıcağında yüzüklerinden kırmızı kurdeleler sarkan, polyester kaplı taze nişanlı bir oğlan ve bir kız ve kızın çok sevinçli gözükmek zorunda olan kız kardeşinden başka kimseler yoktu sanki. Onlar da bu halleri nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlardı ki lunaparka sığınmışlardı. Kızın elbisesisin üstünde kelebek taklidi irili ufaklı fiyonklar. İpi kopmuş bir salıncak, yan dönmüş tek kalmış bir çocuk ayakkabısı kadar içim buruldu. Bugün tüm kelebekler onun olmalıydı” diye yazmış ‘Mısır Tarlasında Bir Eksik’ adını verdiği inceliklerle dolu kitabında Şenler Yıldız.
Bir de şunu düşünün; hafızasını yitiren bir hayat ne hisseder?
“Nasıl bu kadar dağıttığımızı bilebilseydik” dedi beyaz saçlı adam, “belki toplayabilirdik biraz kendimizi!”
Henüz yorum yapılmamış.