Her fotoğrafta en şık pozu vermeyi başaran Batı uygarlığı
Follow @dusuncemektebi2
Kanada Başbakanı Justin Trudeau ile Belçika Başbakanı Charles Michel’in bir araya geldiği şu meşhur mütevazı öğle yemeği fotoğrafı. Kafamda hep aynı soru; bu tip fotoğrafların ömrü niye bu kadar uzun?
“20. yüzyılın koyu Hristiyan burjuvasinin
Hitler’de affedemediÄŸi ÅŸey,
suçun kendisi, insana karşı iÅŸlenen suç,
insani deÄŸerlerin çiÄŸnenmesi deÄŸil,
beyaz adama karşı iÅŸlenen suçtur(…);
o zamana kadar Avrupa’nın Araplara,
Hintlilere, Afrikalı zencilere takındığı sömürgeci tutumu
Hitler’in Avrupalılara karşı takınmasıdır.”
(Aime Cesaire / Sömürgecilik Üzerine Söylev)
Kanada BaÅŸbakanı Justin Trudeau ile Belçika BaÅŸbakanı Charles Michel’in bir araya geldiÄŸi ÅŸu meÅŸhur mütevazı öÄŸle yemeÄŸi fotoÄŸrafı. Kafamda hep aynı soru; bu tip fotoÄŸrafların ömrü niye bu kadar uzun? Tahta bir piknik masası üzerinde Kanada’nın en popüler fast-food yemeÄŸini yiyen iki baÅŸbakan. Åžatafatsız bir sakinlik. Güler yüzlü, pozitif, enerjik bir fotoÄŸraf karesi. Yanlarında eÅŸleriyle oturan iki genç lider. Ilık bir hava, güzel bir bahçe, hafif güneÅŸ ve siyasetin sıkıcı havasının uÄŸramadığı sıradan bir masa. Her ÅŸey çok steril. Belçika BaÅŸbakanı’nın twitter üzerinden yaptığı “bizim cipsimiz daha iyi” ÅŸeklindeki modern bir ülkeye çok yakışacak o dostane ÅŸakaları falan. FotoÄŸraf burada bitiyor…
Ve sonra tabii, gayet iyi tanıdığımız o ezbere uÄŸultu, iki genç, demokrat, modern, ÅŸakacı BaÅŸbakanın buluÅŸmasındaki mütevazı sofraya düzülen uzun övgüler. Ne kadar rahat, komplekssiz, alçak gönüllü, ÅŸatafattan kaçınan, örnek siyasiler oldukları yönünde iltifatlar. “KeÅŸke bizim ülkemizde de böyle ÅŸeyler (liderler) olsa ÅŸekerim, ama nerde, kapkara OrtadoÄŸu iÅŸte”ler... Evet, fotoÄŸraf burada bitiyor. Biraz kiÅŸiselleÅŸtirirsem; görkemli sofralara bir hayranlığım yok, fast-food yerim, ayrıca piknik masalarını da çok severim. Ama o steril fotoÄŸrafa bakınca en çok neyi görmeliydik sorusunu anlamlı bulmaya devam etmeliyiz yine de. Her fotoÄŸrafta en şık pozu vermeyi baÅŸaranlara soracak fazladan birkaç sorumuz daha olmalı mutlaka.
Mesela Kanada BaÅŸbakanı’na; 1883 yılında “yerlileri çocukken yok edin” prensibiyle açtıkları yatılı kilise okullarında katlettikleri binlerce Kızılderili çocuÄŸu, kazdıkça fışkıran toplu soykırım mezarlarını ve dâhiyane(!) bir fikirle sanatoryumlarda verem bulaÅŸtırarak öldürdükleri yerlileri sormak iyi bir fikir olabilirdi. Kanada Yerlileri Büyük Åžefi Perry Bellgarde’ye bu mütevazı yemeÄŸin fotoÄŸrafını göstererek, onun diÅŸlerini nasıl sıktığını görmeliydik belki de. Ya da Belçika BaÅŸbakanı Charles Michel’e, insanlık hafızasından ustalıkla silinen dünyanın en büyük soykırımlarından birinin Belçika Kralı II. Leopold eliyle Kongo’da gerçekleÅŸtirildiÄŸini hatırlatmak gerekirdi. 10 milyon insanın akla hayale gelmeyecek zorbalıklarla, iÅŸkencelerle ve dahi elleri ayakları kesilerek katledildiÄŸi Kongo topraklarından elde ettikleri zenginlikle kravatının renginin bir ilgisinin olup olmadığı sorulabilirdi, ya da çok deÄŸil birkaç on yıl önce Ruanda halkını aralarında hiçbir fark olmadığı halde Hutu ve Tutsi diye ikiye bölerek, 1 milyon insanın katledilmesini zevkle seyretmenin nasıl bir duyguya karşılık geldiÄŸini merak edebilirdik. Ama iÅŸte güler yüzlü, kravatlı Kanada BaÅŸbakanı Justin, bir piknik masasında diÄŸer bir kravatlının, yani Belçika BaÅŸbakanı Charles’in onuruna yemek vermiÅŸken, yani dünyanın bu en şık demokrat hareketine imrenmek dururken, neden bu sorular aklımıza gelsin deÄŸil mi?
Kâğıt üzerinde terk etmiÅŸ-çekilmiÅŸ görünseler de, hala sırtlarından inmedikleri, eÅŸkıya vergisi almaya devam ettikleri ülkelerin durumunun, mütevazı bir öÄŸle yemeÄŸi fotoÄŸrafından daha konuÅŸulabilir olması mümkün müdür? Evet, aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar, olan bu. Ama -en azından- avcıları öven kitapları ve mütevazı öÄŸle yemeklerini ciddiye almayarak baÅŸlayabiliriz iÅŸe.
Ayna'nın mecburiyeti ve Batılı değerler
Batı Uygarlığı olarak kodlanan ‘büyük toplam’ın kuruluÅŸ mitleri hakkında konuÅŸabilmek, elimize tutuÅŸturulmuÅŸ puslu bir aynaya bakarak yapabileceÄŸimiz bir ÅŸeymiÅŸ gibi sanki. BaÅŸka türlüsü mümkün olamazmış gibi. O aynadaki biz deÄŸiliz oysa, bakışlarımız bile bize ait deÄŸil. Aynaya bakmaya mecbur deÄŸiliz üstelik. Ama elimize tutuÅŸturulmuÅŸ iÅŸte. Meriç’in usta iÅŸi bir tasvirle sömürgeciliÄŸin keÅŸif kolu olarak adlandırdığı oryantalizm, ayak izleriyle maruf. O aynaya bakarak anlatırsan makbul sayılacak söylediklerin. Ayna’nın kendilik bilincini yaralayan bir metafor olmaklığı ve aynadaki pusun ebedi sahibi olarak batı.
Zihnî hazırlık, sömürgeciliÄŸin maliyetini belirler. O aynayı elimizden fırlatıp atmadan konuÅŸmak zor bu sebeple. O ayna elimizdeyken mütevazı öÄŸle yemeÄŸi fotoÄŸraflarının ömrü hep uzun olacak.
Aynanın yasal üreticilerine deÄŸil, bizzat varoluÅŸuna muhalif olan Ä°smet Özel’in “ben Avrupa BirliÄŸi’ne karşı deÄŸilim, düÅŸmanıyım ben Avrupa BirliÄŸi’nin, düÅŸmanı!” sesleniÅŸi de ÅŸurada dursun. DüÅŸmanlık bazen en caydırıcı vazgeçme yöntemidir. Karşı olmak yetmez bazen.
DaraÄŸacının ipiyle oynayan acemi cellâtlar gibi siyaseten telaffuz edilmiÅŸ olsa bile, tamiri mümkün olmayan zincirleme bir kazayı çaÄŸrıştıran ÅŸu çok meÅŸhur “batılı deÄŸeler” terkibi mesela. Uygulamamız gereken batı tipi demokrasi, benimsememiz gereken batılı deÄŸerler ve yüzümüzü döneceÄŸimiz modern bir kıble olarak; batı. Dünyanın en kullanışlı kavramlarıyla (demokrasi, insan hakları, özgürlük) donatılmış bir kara parçasının (teklifinin) varoluÅŸu hakkında konuÅŸmak, adına batı dediÄŸimiz bu muhayyel heyulanın aslında bir “batı sorunu” olduÄŸunu anlamakla baÅŸlar. Böyle olunca belki, “batı, sömürgeci geçmiÅŸiyle henüz yüzleÅŸmedi” ya da “batı’nın utandığı karanlık yüzü” gibi çocukça cümleler kurmaktan vazgeçeriz. (Modern dönemdeki sömürgecilerin açtığı/açmaya devam ettiÄŸi yaralar için makyaj malzemesi vazifesi gören batılı insan hakları örgütlerinin bu duruma katkısı muazzamdır.)
Sömürgecilik, batı’yı var eden, batı’nın insan’a bakışını özetleyen, tarihsel sürekliliÄŸi olan, dönüÅŸen ama yeniden tesis edilmesi -siyasi açıdan- elzem (hesabı verilmiÅŸ/onaylanmış) felsefi bir görüÅŸtür. Yani yüzleÅŸmek utancı falan deÄŸil, yeniden tesis etmek arzusu baskındır. Ayrıca batının kanla yazılmış sömürgeci-kolonyalist zihninin tarihsel/teolojik arka planında Papalık fetvalarının/ kararnamelerinin (Katolik Kilisesi’nin bugünkü iÅŸlevi nedir?) olduÄŸunu unutarak hiçbir fotoÄŸrafı anlayamayız, piknik masalarındaki mütevazı öÄŸle yemeÄŸi fotoÄŸrafları da buna dâhil.
Tanrı'ya meydan okuyan insanın ölümü
Ä°nsan, varlıklar âleminin bir parçasıdır. Tanrı’nın sırrı, beÅŸeriyetin süsü, yeryüzünün halifesidir. Ä°nsan, bu nazarla kendini bilir ve Yaratıcının hatrı üzerine yaÅŸar. Her insan bir âlemdir. Mutlak özgürlüÄŸün temeli Tanrı’nın buyruklarına teslim olarak, O’nun yüce varlığını otoritenin yegâne kaynağı olarak benimsemekten geçer.
Ä°nsan’ın, Tanrı’dan bağımsız olarak özerk bir alanda hayat bularak özgürleÅŸmesi fikri, Rönesans’la baÅŸlayıp, Aydınlanmayla devam eden, dini (ve din dilini) kamusal alanın dışına çıkarma idealine sahip bir anlam arayışıdır.
Bu anlam öteki fikrini kışkırtan bir katalizör vazifesi de görür. Her açıdan insanı odak merkezi yapan, insancı, insan merkezli bu fikir, Kilisenin otoritesi baÅŸta olmak üzere bütün otoriteleri reddederek var olmayı teklif eder dünyaya. Rasyonel aklın mutlaklığında, insan’ın Tanrı’ya meydan okuyarak özgürleÅŸmesi ve metafizik olanın bütünüyle deÄŸersiz addedilerek imha edilmesi, Tanrı’ya karşı insan’ı savunan, reel olarak insan’ı Tanrı’nın rakibi yapan hümanizm felsefesinin temelini oluÅŸturur. Ä°nsan’ı sevmek/odaklamak deÄŸil, bütüncül baÄŸlamda Tanrı’nın otoritesini reddetme pratiÄŸidir bu. Böylelikle Tanrısız bir dünya tasavvuru ile yapılabilecekler listesi el ele vererek birbirini tamamlayacaktır.
Batı düÅŸüncesinin “insan” derken kastettiÄŸi anlam, kendisi dışındaki bir kültürü kapsayacak olgunluÄŸa sahip deÄŸildir. Tarihsel tecrübe gösteriyor ki; bu ahlaki anlayış temelinde, sarı, kızıl ve siyah derili medeniyetlerin human/insan sayılmaları teknik olarak mümkün deÄŸildir zaten. Batı, uygarlığın yegâne mümessili olarak konumlanarak, mutlak özne rolüyle varlığını merkeze koyduÄŸu yaklaşık 400 yıl boyunca, kendi haricindeki/batı dışı toplumları, ehlileÅŸtirilmesi gereken vahÅŸi yaratıklar olarak gördü. Bugün için bu düÅŸüncenin radikal bir deÄŸiÅŸikliÄŸe uÄŸradığını söyleyemeyiz. 15. yüzyılın sonlarında coÄŸrafi keÅŸiflerle baÅŸlayıp, 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eden 400 yıllık acımasız batı sömürgeciliÄŸinin, insanlık onur ve haysiyetini hiçe sayarak yüz milyonlarca insanı büyük bir felakete sürüklemekten çekinmemesinin önemli bir gerekçesi de, sömürgecilik fikrinin kültürel baÄŸlamda içkin ve onaylanabilir olmasıydı.
Sanayi devrimi tanrısının, yeni kurbanlar, yeni hammadde ve pazarlar istemesiyle gitgide azgınlaÅŸan sömürgeciliÄŸin, batılı toplumlarda geçiÅŸtirilen, itiraz edilmeyen, hatta desteklenen felsefi bir görüÅŸ olduÄŸunu, cılız birkaç eleÅŸtiri dışında suhuletle onaylandığını ve sömürgeciliÄŸin getirdiÄŸi zenginliÄŸi paylaşırken asla bir utanma duygusunun vuku bulmadığını söylemenin bir manası var mı, bilmiyorum. Batı, öteki insan’ı; her daim barbar ve ilkel yaratıklar olarak adlandırdı. BaÅŸka türlüsü mümkün deÄŸildi. Çünkü evrimin son basamağını iÅŸgal eden, saÄŸlıklı, kültürlü, eÄŸitimli, uygar beyazlar, “medeniyet götürme” isimli kutsal bir görevle vazifeliydiler.
Bu yüzden sömürgeci-batılı katillerine direnen Emîr Abdülkâdir için Viktor Hugo ÅŸiir yazarken mesela, Friedrich Engels de katilleri alkışlamakla, aklamakla hatta Cezayir’in ele geçirilmesi, uygarlığın ilerlemesi adına tarihi dönüm noktasıdır falan diyerek, ezilen halklar bahsini beklemeye almakla meÅŸgul olacaktı. Engels’in alçak sevinci, Hugo’nun soylu ÅŸiirinden daha büyüktü maalesef. Modern sosyal demokrat ideolojinin kurucularından Eduard Bernstein ise yararlı araç dediÄŸi sömürgeciliÄŸe ihtiyacı olan o (sol) tarihsel anlamı yükleyerek, büyük bir cüretle ÅŸunları söyleyebilecekti; “Sömürgecilik batı toplumlarının uygarlık yolunda atmış olduÄŸu dev adımların, geri ve barbar toplumlara aktarılmasının yararlı bir aracıdır.’’ Evet, batı’nın sağı-solu hiç belli olmaz, derken kastedilen tam olarak buydu galiba.
En büyük metropollerine -farklı kültürleri tanımak adına olsa gerek- insanat bahçeleri kurabilmiÅŸ bir uygarlığın resmi. Bu uygarlığın, kültürel bir kanıksama olarak eÄŸitimli batılı birey yüceltmesi baÄŸlamında, sözgelimi kırmızı ışıkta durmalarını överek tamamladığımız o çok ÅŸeker Avrupa seyahatlerimize de ÅŸiddetle ihtiyacı vardır mutlaka. Çünkü onlar kırmızı ışıkta durdukça ve içselleÅŸtirilmiÅŸ bir güvenlik parolası olarak birbirlerine hiç durmadan gülümsedikçe, Atina’nın ötesinde (Evet, Saraybosna da Atina’nın ötesindedir, haritaya daha dikkatli bakmalıyız.) patlayan bombalarla parçalanan insanların batılı baÅŸkentlerde yas olarak hiçbir karşılığı olmayacaktır. Ölenler en az 400 yıldır eÅŸit deÄŸil çünkü. Ya da ilk atom bombasının Hıristiyan olmayan, çekik gözlü sarı bir Asyalı ırka atılmasının gerçekten hiçbir anlamı yok muydu?
Batı’nın felsefi/siyasal açıdan insan merkezli bir organizasyon olduÄŸu sanrısı, son iki yüzyıldır teknolojik üstünlüÄŸüyle kurduÄŸu tahakkümden ziyade, elimize tutuÅŸturduÄŸu o puslu aynalarla ilgili bir meseledir.
O pus bize ait deÄŸil, o aynada gördüÄŸümüz biz deÄŸiliz. O aynalardan kurtulmalıyız o halde, o aynalara bakarak konuÅŸmayı reddetmeliyiz, o aynalara bakarak konuÅŸacak kadar mütevazı olamayız çünkü. Sezai Karakoç “DoÄŸu ülkeleri Batı’yı, kendi hastalıkları için bir doktor sanmakla yanılgıya düÅŸmüÅŸlerdir.
Batı, onların hastalıklarının doktoru deÄŸil, sebebidir” derken ne kadar haklıysa, Samuel P. Huntington da aynı derecede nettir; “Batı, dünyayı; fikirlerindeki, dinlerindeki veya deÄŸerlerindeki mükemmellikle deÄŸil, organize ÅŸiddeti uygulamadaki mükemmellikle ele geçirdi. Batılılar genelde bu gerçeÄŸi unutur. Ama doÄŸulular asla”.
Åžimdi o kırmızı piknik masasındaki öÄŸle yemeÄŸine geri dönebilir miyiz?
Müellif: Güven Adıgüzel / Kaynak: Cins Dergi
Henüz yorum yapılmamış.