Modern kent insanı kendi kendisine tahammül edemez. O, bu yüzden kentte bir an önce kalabalıklara karışmak ister, kalabalıklara karışamadığında ise kentten kaçarak doÄŸaya, anne kucağına, yuvaya dönüyor. "Bütün dönüÅŸler yuvayadır" demiÅŸ Novalis. "Yuva" ama "yuva" neresi? Virüs tecrübesi bize kentin ve kent hayatının insanın asıl yuvası olmadığını öÄŸretti. Antik dünyanın kapısında "kendini bil!" yazar. Yunanlılar, otantik arayışı çok iyi anlamışlardır. Kendini bilmek, özellikle de bizim gibi sonradan modernleÅŸen ülkelerde çok zordur. Modern toplumda bu soru "kendini gerçekleÅŸtirme", "kiÅŸisel geliÅŸim", "öz-geliÅŸim" gibi saçmalıklara dönüÅŸtü.
On yedi günlük tam kapanma kararı alınmasının hemen ardından kapanmanın baÅŸlamasından önceki günlerde yazlıklara, tatil beldelerine ve memleketlere büyük ÅŸehirlerden akın akın insan gitmeye baÅŸladı. ÇoluÄŸunu çocuÄŸunu alan hemen yola çıktığı için otobüs ve uçaklardaki yoÄŸunluktan bilet bulunamazken, özel araçlarıyla yola çıkanlar da trafiÄŸi kilitledi. Turizm ve tatil bölgelerinden birisi olan Bodrum'un kent merkezine giriÅŸte uzun araç kuyrukları oluÅŸurken, belediye baÅŸkanı "Virüs var gelmeyin yeterli saÄŸlık alt yapımız yok" diye feryat figan ediyordu. Büyük kapanma göçü deniyor ama bu aslında neyin göçüdür? Bütün bu insanlar neden kaçmaktadır? Virüsten mi baÅŸka bir ÅŸeyden mi?
ÖzgünlüÄŸün aranışı
Biraz sosyolojinin biraz da felsefenin gözüyle duruma bir bakmak gerek. Pandemide ve uzun tatilli geleneksel ya da resmi bayramların arifesinde karşımıza sıkça çıkan ve bilhassa Ä°stanbul gibi metropollerden Anadolu'ya ve yazlık bölgelere doÄŸru gerçekleÅŸen kitlesel göçler aslında insanların büyük kentlerden aile sıcaklığına ya da doÄŸaya kaçışı, bir baÅŸka deyiÅŸle otantik olanın, özgünlüÄŸün aranışı anlamına gelebilir. Metropolden kaçış bir nevi kendinden kaçış ya da sahici olmayandan kaçış, özgün olanı arama, otantik olana dönüÅŸ demektir. Pandeminin toplumsal hayata getirdiÄŸi pek çok yenilik var bu yeniliklerin en önemlilerinden birisi insanın kendisiyle baÅŸ baÅŸa kalması, evde kendisiyle çok daha fazla vakit geçirmesi durumudur.
Pascal, "Ä°nsanoÄŸlunun mutsuzluÄŸunun tamamının, bir odada sessizce oturmayı baÅŸaramamasından doÄŸduÄŸunu anladım" der. Pandemi dönemi boyunca pek çoÄŸumuz Pascal'ın söylediÄŸinin aksine evde oturduÄŸumuz için mutsuz olduk, bazılarımız depresyona girdi Benim için ise kitaplarımla çok daha fazla baÅŸ baÅŸa kalabileceÄŸim için bu dönem bulunmaz bir nimetti, haddinden fazla, bütçemin üstünde kitap sipariÅŸ ettim ve kitapları artık evin içinde koyacak yer bulamadığım için balkona dizmeye baÅŸladım).
Dünya ayak bağı
Pascal, dünyevi etkinliklerin amacının kiÅŸinin benliÄŸinden kaçmak olduÄŸunu düÅŸünür. Ona göre dünya, dünyevi etkinlikler, mutluluÄŸun önünde bir engel ve adeta insana ayak bağıdır. Dünyayı ve etkinliklerini insanın kendisini ifade etmesinin en önemli aracı sayan Aydınlanma düÅŸünürlerinin aksine Pascal bu etkinliklere dalan insanın yaÅŸamının sürekli bir yanılsama olduÄŸunu, kendini aldatmanın sürekliliÄŸine bıraktığını ifade eder. Pandemi yüzünden kapanırken Pascal okuyorum ve bakın üstat ne diyor:
"Ä°nsan için hiçbir ÅŸey tutkusuz, iÅŸsiz, eÄŸlencesiz, çalışmasız, tamamen dinlenme konumunda olmak kadar acı verici deÄŸildir. Ä°nsan o zaman kendi hiçliÄŸini, mahzunluÄŸunu, yetersizliÄŸini, bağımlılığını, güçsüzlüÄŸünü ve boÅŸluÄŸunu hisseder. Kalbinin derinliklerinden hemen usanç, sıkıntı, hüzün, huysuzluk, küskünlük ve çaresizlik yükselecektir." (Pascal'dan aktaran Marshall Berman, ÖzgünlüÄŸün Politikası: Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı, Sel Yayınları, Ä°stanbul, 2016)
Kent insanı en ufak tatilde –ki tatil deÄŸil, "kapanma" deniliyor ve bu saÄŸlık için alınan bir tedbir– doÄŸaya, anne kucağına, baba ocağına kaçmayı bir fırsat ve mutluluk aracı olarak görüyorsa ÅŸunu sormak durumundayız: Acaba baÅŸta oldukça hareketli, dinamik ve yaygın bir ekonominin döndüÄŸü kentlerimizle kopya ettiÄŸimiz Batı kültürü, yani Amerikan emperyalist ideolojisi ve kültürü (kültür denebilirse) bize yetmiyor mu? Otantik olanı kendi yaÅŸamımızda aramamız Batı'nın modern ve radikal bireycilik anlayışının bir baÅŸarısızlığı olabilir mi? Karl Marx bu meseleyi yıllar önce iÅŸçi sınıfına baÄŸlayıp "yabancılaÅŸma", yani insanın ya da iÅŸçinin "kendine", "doÄŸasına", "yaptığı iÅŸe", "ürettiÄŸi ürüne yabancılaÅŸması" diye bir dizi kavram ortaya atmıştı. Batı'nın en önemli filozoflarından birisi olan Heidegger ise otantikliÄŸi evrensel bir insan hakkı olarak görmüÅŸ ve bu düÅŸüncesini en önemli eseri Varlık ve Zaman'ın ana tezi yapmıştı. Üstat otantik olanı arama uÄŸruna Nasyonal Sosyalistlerin ırkçı ve toprakçı politikalarına destek bile vermiÅŸtir.
Ders sensin!
Türkiye'de de bu konuya, yani zaman içinde özgünlüÄŸü, otantisiteyi nasıl kaybettiÄŸimize, "la décadence"a geçmiÅŸte olduÄŸu gibi bugün de dikkat çekenler oldu. Dostum ÅŸair Celal Fedai, bir ÅŸair ve entelektüel duyarlılığıyla bu konuda tonla ÅŸey yazdı, açıp okumanızı tavsiye ederim. Kafka sanki Celal Hocam için söylemiÅŸ: "Ders sensin. Ama etrafta hiç öÄŸrenci yok." Ben Celal Hocamın duyarlılığına sahip olamam belki ama ÅŸunu söyleyebilirim: Otantik olanı aramak zorundayız ama otantik olanın aranışı kiÅŸiyi hayal kırıklığına yine de uÄŸratabilir. Yani sonuna kadar Pascal! Sonuçta gelip geçici varlıklarız ve anlam sorunu peÅŸimizi hiçbir zaman bırakmaz. Bu anlam sorununun bizde oluÅŸturduÄŸu ağırlığı ise Celal Hoca'nın dediÄŸi gibi yalnızca edebiyat, sanat ve dinle meÅŸgul olmak hafifletebilir.
Kitle nereye sen oraya!
Antik dünyanın kapısında "kendini bil!" yazar. Yunanlılar, yukarıda sözünü ettiÄŸim arayışı çok iyi anlamışlardır. Kendini bilmek, özellikle de bizim gibi sonradan modernleÅŸen ülkelerde çok zordur. Modern toplumda bu soru "kendini gerçekleÅŸtirme", "kiÅŸisel geliÅŸim", "öz-geliÅŸim" gibi saçmalıklara dönüÅŸtü. Herkesin bir yaÅŸam koçu var ama kimse gerçekte kim olduÄŸunu ve ne istediÄŸini bilmiyor. Biz kimiz? sorusu belki eski kuÅŸakları çok daha fazla meÅŸgul eden bir soruydu, yeni kuÅŸaklar ise kim olduklarını bilmeye ihtiyaç dahi duymuyorlar. Ancak hepsini derinden rahatsız eden, bir sıkıcılık, sahtelik, yüzeysellik hissettiklerine ben yine de eminim. ÇoÄŸunun tarif edemediÄŸi bu sıkıntı aslında kim olduklarını bilmemeleriyle ilgilidir. Modernite Tanrı'yı öldürüp insanı kendisiyle baÅŸ baÅŸa bıraktı. Dolayısıyla insan yaÅŸamına hükmeden seçimler dizisinde yolunu kendisi bulmak zorundadır (Ä°stersen bir yaÅŸam koçu tut ve keyfine bak! Senin yerine düÅŸünüp karar versin). EÄŸer OrtaçaÄŸ'daki gibi hepimizin yeri, konumu belli olsaydı iÅŸimiz daha kolaydı. Bu olmadığına göre kendi kaderimizi kendimiz tayin etmek, yolumuzu kendimiz çizmek zorundayız. DiÄŸer yol ise kitleyi takip etmektir. Kitle nereye sen oraya!
Sahtelikten kaçış
Bu sene Oscar'ı Güney Koreli bir yönetmen olan Chloé Zhao'nun Nomandland (Göçebeler Diyarı) adlı filmine verdiler. Film, Fern adında karavanda yaÅŸayan göçebe bir kahramanın hikayesini anlatıyor. Herkesin evsiz muamelesi yaptığı kahraman onların bu düÅŸüncelerine ÅŸunu söyleyerek itirazda bulunuyor: "Evsiz deÄŸilim, bir evim yok, ikisi farklı ÅŸeyler". Kahramanın sürekli arşınladığı "yolu" evidir aslında. Film boyunca yolda karşılaÅŸtıkları diÄŸer göçebelerle de konuÅŸmalarında kapitalizm eleÅŸtirisi yapıyorlar. DüÅŸük gelir, ucuz iÅŸ gücü, geç emeklilik, sigortasız iÅŸçiler vs. Bunlar Oscarlık filmlerde iÅŸlenen her zamanki falan fıstık ve filme niçin Oscar verildiÄŸinin nedenlerinden birisi. Bununla birlikte filmin asıl meselesi bizim durumumuzu yakından ilgilendiriyor: Sahtelikten kaçış, otantik olanı, özgünlüÄŸü arayış. Kendini arama. Elbette ev ve yuva aynı ÅŸeyler deÄŸil ve film bize insanın karavanının da yuvası olabileceÄŸini göstermeye çalışıyor (Açıkçası uzun süre karavan hayatına tahammül edebileceÄŸimi sanmıyorum. Daracık yerlerde durmak bana göre deÄŸil. GeniÅŸ salonları severim ve salonu çalışma odası olarak düzenlerim zaman zaman). Filmde, Amerikan ekonomik krizi sonrasında göçebe kamplarında hayatlarını sürdürmeye çalışan insanların hayat felsefeleri iÅŸleniyor ve kendi hikayeleri anlatılırken bu sayede güvenceli bir iÅŸin saÄŸladığı modern yerleÅŸik kent hayatının bir eleÅŸtirisi de yapılmış oluyor.
Nomandland (Göçebeler Diyarı) filmi
Pandemiyle birlikte karavana ilginin arttığını ve satışların patladığını düÅŸünürsek bu filmin gündem olması hiç de ÅŸaşırtıcı deÄŸil. Türkiye'de sadece karavanların deÄŸil, bahçeli yazlıkların fiyatı da fırladı. Sık sık eve kapanmamız gerektiÄŸinden dolayı ortalama 100 metre karelik evinde duramayan insan toplasan yirmi-otuz metrekarelik bahçede durmayı arzu ediyor ve yazlık almaya, kiralamaya yöneliyor. On yedi günlük tam kapanma kararının ardından baÅŸlayan büyük kapanma göçünde hızlıca yer deÄŸiÅŸtirenler, kentlerden daha doÄŸal ortamlar olduklarını düÅŸündükleri yazlıklarına ve baba ocağına kaçanlar bu Amerikan filmindeki göçebelerin ekonomik düzeyinden elbette daha iyi bir ekonomik düzeye sahip olabilirler ancak temel saik aynıdır: Virüsten kaçış deÄŸil kendinden kaçış. Bir odada on yedi gün oturup kendiyle baÅŸ baÅŸa kalmaktan kaçış. Modern kent insanı kendi kendisine tahammül edemez. O, bu yüzden kentte bir an önce kalabalıklara karışmak ister, kalabalıklara karışamadığında ise kentten kaçarak doÄŸaya, anne kucağına, yuvaya dönüyor. "Bütün dönüÅŸler yuvayadır" demiÅŸ Novalis. "Yuva" ama "yuva" neresi? Virüs tecrübesi bize kentin ve kent hayatının insanın asıl yuvası olmadığını öÄŸretti.
Müellif: Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa UludaÄŸ Üniversitesi / Kaynak: Star-Açık GörüÅŸ
Henüz yorum yapılmamış.