Nuri Pakdil’le ilgili işaret edilmesi gereken en önemli hususlardan biri ondaki dil, düşünce ve hayat bütünlüğüdür. Gerçekten de, yazı-yaşam ve sanat-hayat bütünlüğü söz konusu olduğunda onun kadar tutarlı bir duruş sergileyen ikinci bir isme rastlamak neredeyse imkânsız gibidir. Pakdil bu açıdan bakıldığında edebiyatımızda bağımsız bir ada gibi durmaktadır. Nuri Pakdil’in, sanatını, edebiyatını icrâ ettiği özel bir dil olduğu kesin. Ve bu dilin temel kavramlarını, ana simgelerini anlamadan genel Pakdil çizgisini, tavrını kavramak da mümkün görünmüyor. Çünkü bu kavram ve simgeler, açık denizde yolculuk halindeki okur için, bir tür deniz feneri işlevi görmekte, yönlendirici olmaktadır. 18 Ekim 2019’da emanetini Hakka teslim ederek ebedi yurduna göçen büyük yazarı, eserlerinde mühim bir yer tutan, sıkça vurguladığı beş temel meseleye odaklanarak yeniden tanımaya, anlamaya çalışacağız.
Nuri Pakdil’le ilgili işaret edilmesi gereken en önemli hususlardan biri ondaki dil, düşünce ve hayat bütünlüğüdür. Gerçekten de, yazı-yaşam ve sanat-hayat bütünlüğü söz konusu olduğunda onun kadar tutarlı bir duruş sergileyen ikinci bir isme rastlamak neredeyse imkânsız gibidir. Pakdil bu açıdan bakıldığında edebiyatımızda bağımsız bir ada gibi durmaktadır. Nuri Pakdil’in, sanatını, edebiyatını icrâ ettiği özel bir dil olduğu kesin. Ve bu dilin temel kavramlarını, ana simgelerini anlamadan genel Pakdil çizgisini, tavrını kavramak da mümkün görünmüyor. Çünkü bu kavram ve simgeler, açık denizde yolculuk hâlindeki okur için, bir tür deniz feneri işlevi görmekte, yönlendirici olmaktadır. 18 Ekim 2019’da emanetini Hakk’a teslim ederek ebedi yurduna göçen büyük yazarı, eserlerinde mühim bir yer tutan, sıkça vurguladığı beş temel meseleye odaklanarak yeniden tanımaya, anlamaya çalışacağız.
1. Yazmak eylemi
Türk edebiyatında olduğu kadar dünya edebiyat tarihinde de yazmak üstüne bu denli düşünen ikinci bir yazar bulmak güç. Yazmak ve ona bağlı imgeler (kelimeler, kâğıt, kalem, yazı makinesi vd.) Pakdil’in çoğu eserinde merkezî bir konumdadır. Örneğin, sözcüklerin yazı makinesinin üstüne dökülmesi benzersiz bir heyecan verir ona. Sakinleşince ise görevini hatırlar: “Sürekli cümle kurarak cümlelerini bozmalıyım bunların.” Bu cümlenin de çok net gösterdiği gibi, Pakdil’in yazıya ve yazmaya yüklediği misyon devrimci bir misyondur.
Aynı zamanda üretken ve bereketlidir. Bu yüzden, Pakdil’de “yazmak bir yönüyle de, sözcüklerin aşk” hâline dönüşmesidir. Yazı tek eylemi olunca, yazar “Kalem, benim ‘kale’m!” diyerek haykırır. Savaştan asla kaçmaz, cephesini ve silahını seçer, “İşe gider gibi, sabahleyin erken yazıya ve öğretiye, emeği çoğaltmaya ve ülkeleri arıtmaya” gideceği günün özlemiyle yazmaya devam eder.
Yazamadığı dönemlerde ise acı çeker, kıvranır ve büyük bir sıkıntıyla haykırır. Bağlanma’dan öğrendiğimize göre, rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, genç dostu Nuri Pakdil’le konuşmalarında sık sık işaret eder “Sanatın, edebiyatın evrensel işlev”lerine ve yazmasını ister ondan. Genç Pakdil’in Fethi Ağabey’den öğrendiği ilk şeylerdendir sanatın, edebiyatın bir işlevinin de, “en azından yolu temizlemek”, “yolu açık tutmak” olduğu. “Zaman zaman, sanatın, edebiyatın işlevinin savaşımcı bir yaklaşımla belirmesi gereğini de anlatır”Gemuhluoğlu genç dostuna. Kalemin, ne olursa olsun her zaman bir yükü vardır. Ama içinde bulunulan çağ, ona artı yükler, görevler yüklemektedir: “20. yüzyıl, kalemin önüne, çözümlenmesi gerekli sorunlar bırakmıştır.” Sanatın, edebiyatın işlevi büyüktür: “tüm sömürülere karşı durmak”, “Tanrı’ya ulaşan yolu tıkayan tüm engelleri” kaldırmak, insanı “varoluşun giz alanlarına” yaklaştırmak, direnişe derinlik kazandırmak...
Nuri Pakdil, yazmak eylem ve görevini o denli benimser ve içselleştirir ki, bir süre sonra bu eylem onun temel gereksinimlerinden birine dönüşür. Öyle ki, yazının yokluğu, yani yazamamak dayanılmaz bir acı olur. Çünkü yazıya yüklenen bunca görevin de ertelenmesi anlamına gelmektedir yazamamak. “Bağırıyorum: yazamıyorum.” der Pakdil, Edebiyat Kulesi’nde. Kendi kendini paylar yazamayınca: “Yazmadın; o hâlde ne uyuması?” Yaratıcı hoşnutsuzluğun doruklarında gezinen bir yazar olarak Nuri Pakdil’in yazış sürecini en iyi tanımlayan kavram ateştir. Ateş, hamlığı yok eden, metni pişire pişire çelikleştiren bir yazarın olmazsa olmaz dostudur. “Ateşte yazarım ben. Yazı, sıcakta büyür.” diyor Pakdil, Edebiyat Kulesi’nde. Yine aynı eserin başka bir bölümünde ise, “kazanda kaynattığı” metinden söz eder. Yazar ve metin ateşe bulaşınca bir kez, okura da sıçrar yangın: “Bu yazıyı kim okursa, bir ateş düşecek yüreğine.”Arap Saati’ndeki deyişle “yanmamış hiçbir şeyi” olmayan, ateş dostu bir yazardır Pakdil.
2. Tarih bilinci
Nuri Pakdil bir 21.yüzyıl yazarıdır. 1900’lü yılların ikinci çeyreğinde dünyaya gelmiş, ikinci yarısından sonra yazmaya, üretmeye, dolayısıyla hayatı ve dünyayı sorgulamaya başlamış, kısa bir süre içinde de, ereğini belirlemiş ve o tükenmez özün peşine düşmüştür. Söz konusu tükenmez öz, yaşayış, kültür, uygarlık ve tarihimizin her boyutuna rengini ve silinmez izlerini veren İslâm inancıdır. Bu nedenle, “Miladın 570. yılında doğan ÖNDER’in açtığı yol; şimdi, çağın tek gereksindiği iz”dir. Yine Bağlanma’yı kılavuz alarak ilerlersek, diyebiliriz ki, Nuri Pakdil “geçmiş zamanı yeniden öne alan” ve “tarihsel kesikliği sürekli gündemde tutmaya” çabalayan bir kişiliktir. Çünkü bu kurak ve soğuk yüzyılda, “Tarihe tutunarak yürünebilirdi ancak”. Pakdil de öyle yapıyor.
Başka türlüsü de beklenemezdi zaten. Tarihi anarken “azametli bir çınar düşüne kapılır” Nuri Pakdil; “gidip, altında otur”mak isteğiyle hop oturur hop kalkar, soluğunu “derinliklerden almak ister” her dem. Çınarın gölgesine değer katan da VII. yüzyıldan başkası değildir, olamaz da. O gölgede uzanıp öper Medine’yi Tâif. “Hışır hışır” yankılanır “haritanın üzerinde ayak sesleri: âşıkların”. Kimi zaman al bir ateş olur tarihimiz “Pakdilce”de, kimi zamansa cismimize âit bir öğe. Putu ürküten “Ali’nin VII. yüzyıldan beri yığılagelen tavrı” da bu tarihin içindedir; gül de, kan da. Mekke, Medine ve İstanbul da tarih konusunda önemli görevler üstlenmektedir. Öncelik Mekke ve Medine’dedir; çünkü “bu iki kentte kurulmuştu ilkin: Emeğin dinsel, evrensel Devleti: VII. yüzyılda.” diyor Pakdil, Bir Yazarın Notları I’de.
Ardından, İstanbul: Ahid Kulesi’ndeki İstanbul IV’e bakalım: “Kalbime cemre düştü / Hoşgeldin güzel Tarih”. Tarihten mekâna, mekândan da tarihe bir sürekli akış vardır İstanbul’da. Tarihin mekânda somutlaşışıdır İstanbul biraz da: “Türbe’yi dönerken, İkinci Abdülhamid’i derin bir saygıyle anıyorsunuz; Gülhane Parkı’nın çınarlarını soluğunuzla okşuyorsunuz; birdenbire Söğüt kasabasını ve devletin kurucusu Osman’ı düşünüyorsunuz; nereyi dönseniz hep Fatih Sultan Mehmed’e doğru ilerliyorsunuz ve her yerde O’nu görüyorsunuz; şimdi bir sokaktan, bir minareden, bir çocuk yüzünden, uygarlığınızı yeniden yüreğinize bastırıyorsunuz”.
3. Kudüs ve İstanbul aşkı
Nuri Pakdil’de Ortadoğu ve Filistin daima gündemdedir. Ortadoğu’nun parçalanması, özellikle Filistin’in hâli Pakdil’in çok somut hissettiği bir yaradır. Fakat Ortadoğu sadece Filistin değildir onun metinlerinde. Çokça da Mekke’dir, Medine’dir. Medine ise bizzat Asr-ı Saadet’tir. “Tâif uzanıp öpüyor Medine’yi: hepimiz arıyoruz VII. yüzyılı. Hışır hışır, haritanın üzerinde ayak sesleri: âşıkların.”VII. asır onun için adeta bir milattır, zengin bir kaynaktır. Bu yüzden sık sık başvurulur. Pakdil, bu zamanda ve burada ikamet etse de aklı ve kalbiyle başka bir zaman diliminde ve coğrafyada yaşamaktadır. Bu bağlamda, onun bir 20. yüzyıl yazarı olarak ele alınıp değerlendirilmesi de kısmen riskli bir yaklaşımdır. Belki de onun asıl yeri Kus bin Saide, İbn Arabi ve Mevlâna’nın hizasıdır.
Her ne kadar Nuri Pakdil’in metinlerinde Kudüs de İstanbul da özgün ve bağımsız iki şehir olarak betimlenseler de, Kudüs’ü İstanbul’dan, İstanbul’u da Kudüs’ten ayrı düşünmek, anlamlandırmak olanaklı değildir. Mekke’nin ardından Medine’nin gelmesi gibi zorunlu bir durumdur Kudüs’ün ardından İstanbul’un gelmesi. Kilometrelerce uzakta da olsa, onlarda ya da onlara doğru yürüyor gibi ilerler Pakdil daima. Böylece, bir yaklaşır, bir uzaklaşır İstanbul“sınırsızlık hissi” aşılayarak. Sonra birden, “Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla” birlikte bir “pusulasızlık süreci”ne giren Ortadoğu’nun hâli, “Ortadoğu’nun ağıdı”nı ateşler. “Galata Köprüsü’nden Haliç’i okşarcasına geçiverip Süleymaniye’nin kubbelerine doğru uçuşan İstanbul güvercinleri” de kanat çırpışlarıyla eşlik ederler bu ağıda. Fondaki güneş ise “bugün Kudüs doğmuş”tur ve bize düşen de, döne döne okumaktır bu “Kudüs yüklü cümleleri”.
İstanbul, serüveninde önemli ve silinmez izler bırakan şehirlerdendir. Kudüs, Mekke, Medine gibi kutlu ve bereketli şehirlerin hemen ardından, ilk sırada yer alır İstanbul imgeleminde. Ve yine onu çıkış noktası alır attığı adımlarda çoğun. Çünkü, “çok sağlam bir noktadan çıkış yapma”sı gerekmektedir bu adımlarda. Anılan üç şehirle birlikte İstanbul’u çıkış noktası, merkez ve aynı zamanda başşehir alan coğrafya ve geçmiş bilincinin kökleri bugünle sınırlandırılamayacak bir genişlikte uzanmaktadır o dünlerde. Uygarlığa bağlılık ve onu yaşatma kaygısının doğal bir sonucudur aslında bu anlayış, bu seçim. Onun bu bağlılık ve bilincinin, “üç yüz altmış dereceyi algılamadan” gerçekleşemeyecek bir eylemi gerektirdiği kesin. Ama, yapılan bu algılamanın sonucunda, İstanbul’un, “Mekke’den, Medine’den, Kudüs’ten sonra”, “insanın, yaradılışını en iyi, en sağlam gerekçelendirdiği yer” olarak çıkması, onu bambaşka bir noktaya yerleştiriyor.
4. Mülkiyet kavgası
Nuri Pakdil, çağın ve insanlığın, birey olarak hiçbir katkısının bulunmadığı ayıplarını, suçlarını omuzlarına almaktadır. Mülkiyet de bunlardan biri olarak çıkar karşımıza. Bir yanda onur ve alın teri vardır, öbür yanda eşya ve mülkiyet. “Onuru mu seçiyorsun, eşyayı mı?” sorusu, bir yol ayrımıdır bu yüzden. Bu soruyu yanıtlamak, aynı zamanda seçim yapmaktır; konumunu, duruşunu sağlamlaştırmaktır. Asla dost olamayacak iki azılı düşmandır eşya ve onur birbirine karşı, diğerini kırmaya yeminli ikisi de. Yine bir soru: “Onuru eksilten de, çokluk, eşya iştahı değil midir?” Yanıtının içinde olması da cabası. Sorular bol; çünkü geniş zamanlı bir sorgunun bölümlerini oluşturur Nuri Pakdil’de her bir soru. Onurun kılıcı alın teridir, mülkiyetin kılıcıysa eşya. Çarpışıp dururlar ilk günden son güne. “Tek engelin, kirli mülkiyet olduğunu görüyorum.” Kuşkusuz birçok nedeni, gerekçesi vardır bu temel ve keskin yargının. Ama öncelikli neden, çocukluktan başlayarak yapılan içsel ve çevresel gözlemlerden, sınanan dostluk ve ilişkilerden kaynaklanmaktadır.
Görülen odur ki, mülkiyet, en dar anlamıyla nesne ve eşyaya bakışta, onlarla ilişkide bile egemendir, söz sahibidir. Biraz da bundandır, “Pakdilce”de eşya ile mülkiyetin eşanlamlı sözcükler olarak kullanılması. Soru(n) şudur: “Bizi eşyaya çeken her şey, alıp götürmüş olmuyor mu bir parçamızı?” Üstelik bu parçanın, “en değerli parçamız” olduğunu da unutmadan yanıtlamalı soruyu. Mülkiyet, kendi başına neden olduğu sorunların yanı sıra, öbür başka hastalıkların da kirli ve kara yanlarına destek olmaktadır. Bu nedenle, “Kirli mülkiyet mi besliyor kara siyasayı?” diye sormaktadır Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları I’de. Oysa, kirli olan her şey, imece usulünü ilkeleştirmiş bir yordamla eylemektedir. Sorunun yanıtı da sorulaşır böylece: “Başlangıçta, kara siyasa oluşturdu bu kirli mülkiyeti?” Mülkiyeti doğru tanımlayarak haddini bildirmediğimiz sürece, sözünü edebileceğimiz tek durum da acı olacaktır kaçınılmaz bir biçimde. Çünkü “Tüm acıların, genelde, kirli mülkiyetten kaynaklandığı ortadadır.”
5. Vicdan sorgusu
Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz bu temel kavramlardan, ana simgelerden biri de vicdandır. Yaşanılan çağ ve bu çağın gereklilikleri, vicdanı devre dışı bırakmak üstüne kuruludur adeta. Hâl böyleyken, çağıyla hesaplaşma ve savaşım içindeki insanın, yazarın öncelikli vurgularından birinin vicdan olması da kaçınılmaz bir zorunluluk olarak belirir. 9 Temmuz 1984 tarihini taşıyan bir mektupta şöyle der Pakdil: “Artık, her insan, vicdanını kanatmak, bilincini kırbaçlamak zorundadır.” Kur’an’ın, insanların “kalplerini paslandıran” (83/14) biçiminde nitelediği durumu aşmak, pası çözmek için gerekli, hatta zorunludur vicdanı kanatmak ve bilinci kırbaçlamak. Kaynağı derinlerde bir ışıktır Pakdil’de vicdan. “Vicdanın sınırının olmaması… bir pınar… Herkes içebildiği kadar içer ya; o akar, aktıkça da bin bereketli olan bir su, yâni vicdan….”
Kalem Kalesi’nde böyle betimliyor yazar vicdan manzarasını: Herkesi besleyen ve aktıkça artan sınırsız bir pınar. Ardından şöyle sürdürüyor sözlerini: “Vicdanlı insan, söz olarak değil de gerçekten vicdanlı insan, o kaldıraçtan daha büyük iş görür bence.” Vicdandan söz ediyorsak eğer, onunla kol kola ilerleyen sorgu ve hesaplaşma kavramlarını da anmadan geçemeyiz. Çünkü vicdan denen tartının, kılavuzun insana sunduğu iki temel faydadır bunlar. Yine Klas Duruş üstünden sürdürürsek okumamızı, “Ona başvuralım: vicdanımıza” dediğini görürüz Pakdil’in. Birkaç satır sonra şu uyarıya rastlarız: “Mütemadiyen, vicdanında, kendi kendini sorgulamayan, hiçliğe doğru hızla kayıyor demektir.” Seçenekler net ve kesindir; ya sorgu ya hiçlik. Bir başka yerde, bu kez hesaplaşma ile yüz yüze geliriz: “Bilirim ve bildiririm ki, ‘İnsan, vicdanıyla sürekli hesaplaşıyorsa, genç kalır, tığ gibi.’” Kuşku yok ki, kaynağını, insanın yaratılıştan gelen özünden, özyapısından ve VI. yüzyıldaki bereketli öğretiden alan bu vicdan duyarlılığı, insan için hayatî bir gereksinim olarak önemini her zaman koruyacaktır.
Müellif: Ali Görkem Userin / Kaynak: Cins Dergi
Dipnot:
* Nuri Pakdil, Konuşmalar 2, Tüm Karanlığa Yiğit Direniş
Henüz yorum yapılmamış.