Sosyal Medya

İhsan Fazlıoğlu söyleşisi: Mensubiyet, mesuliyeti doğurur

Felsefî kültürümüzün yeniden inşasına, birbirinden değerli eserleriyle büyük katkılar sunan ve bu minvalde uyanışımızı güçlendiren İhsan Fazlıoğlu'nun sadece eserlerinden değil, sohbetlerinden de çok şey öğreneceğimiz muhakkaktır.



NeÅŸredilen mühim eserlerinize tanık olduk ve olmaya da inÅŸallah devam edeceÄŸiz. Åžu ana kadar toplam dokuz kitabınız neÅŸredildi. Bunun yanı sıra yayımlanmasında katkıda bulunduÄŸunuz Tercüme-i Hiyel, Tahriru Usûli’l-Hendese ve’l-Hisâb ve Cezeri’nin OlaÄŸanüstü Makineleri gibi eserler de var. Bir de TaÅŸköprülüzâde Külliyâtı... Sanırım bu eserlerin sayısı daha da artacak. Bu eserlerin peÅŸ peÅŸe yayımlanması planlanmış mıydı? BaÅŸka ne türden eserlerle karşılaÅŸacağız acaba?
 
Eskilerin tabiriyle tedbir takdirin bir cüzüdür. Åžüphesiz eylemlerimize belirli tedbirler, planlar eÅŸlik ediyor. Ayrıca doÄŸum ile ölüm arasındaki mesafeyi anlamlı bir ÅŸekilde doldurmak da hayatın istikameti açısından önemli. Akîdemizin tarihî yürüyüÅŸünü sürekli kılmak için çalışmak gerekiyor. Akıl ile ilim ve el ile amel bir temeddün hareketinin olmazsa olmazları. Yine de sorunuzda vurguladığınız anlamda bir plan yoktu. Daha önceki söyleÅŸilerimde de dile getirdiÄŸim üzere bu yayımlama iÅŸi daha çok genç yoldaÅŸlarımın bir düÅŸüncesi; özellikle Mehmet Ali Çalışkan’ın. Ben daha çok makale ve deneme yazmak, bir de ders, seminer, konferans vermek, ayrıca atölye tarzı çalışmalar yapmakla yetinmek istiyordum; hâlâ da öyle. Çünkü kitabı daha çok kemâle ermiÅŸ bir fikrin ifadesi olarak görüyorum. Hâlbuki hiçbir fikrimin kitaba dönüÅŸecek kadar bir kemâle sahip olduÄŸunu düÅŸünmüyorum. Açıkçası bundan sonra nelerle karşılaÅŸacağız, ben de merak ediyorum.
 
Tezgâhta neler var peki hocam?
 
Tezgâhta pek çok ÅŸey var: Denemelerin ve söyleÅŸilerin kitaplaÅŸtırılması; akademik makalelerin neÅŸrine devam edilmesi yanında Ä°slâm felsefe-bilim tarihi ile ilgili araÅŸtırmalar; ilk Türkçe hesap, misaha ve matematik eserleri gibi bazı önemli metinlerin neÅŸri. Gerçekten ben de meraklar içindeyim. Ama benim duam son nefesimi yazarken deÄŸil, ders anlatırken vermek...
 
Yazım tarzınız Türkiye’de alışık olmadığımız ilmî seviyeyi ve edebî zevki mezcediyor. Bunun yanı sıra gerek zihnî gerekse de kültürel sorunlarımızın özüne iÅŸaret ederek ufkumuzu açıyorsunuz. Ä°ÅŸaret ettiklerinizin, tespit ettiÄŸiniz sorunların ve soruların bizleri bir yerlere götüreceÄŸi muhakkak. Eserlerinizin bu anlamda ÅŸu ana kadar müÅŸahede ettiÄŸiniz etkileri neler oldu acaba?
 
Mensubiyet, mesuliyeti yaratır; mesuliyet de insanı söyletir. Söyleyemezseniz mahcubiyet yaÅŸarsınız. Gayretim en nihayetinde mahcup olmamak; emaneti yerine getirmektir. Elden geldiÄŸince bir vazife bilinci ile iÅŸ yapmayı önemsiyorum. Çünkü ÅŸuna inanıyorum: Önceden tanımlanmış bir beklentisi olan, kaybetmeyi ya da kazanmayı önemser; yalnızca vazifesini yapan için yapmak yeterlidir. Ve yine inanıyorum ki, akibetinden emin olmak kibirdir. Ä°nsana düÅŸen vazifesini yapmaktır; akibetini hesaplamak deÄŸil; istikâmeti olan akibetini hesap etmez çünkü. DiÄŸer tespitler sizin hüsnüzannınız; buna müteÅŸekkirim. Hazır aklıma gelmiÅŸken, samimiyetle bir iÅŸ yapan genç arkadaÅŸlarıma tavsiyem ÅŸudur: BaÅŸkasının sesini taklit eden, kaynaktaki deÄŸiÅŸikliklere göre, sesine ayar vermek zorunda kalır. BaÅŸka seslere ibret almak ve faydalanmak için dikkat kesiliniz; ancak en nihayetinde kendi sesinize kulak veriniz. Ne demiÅŸtik: Hiçbir kulağı varsaymadan, kiÅŸinin kendi ÅŸarkısını terennüm edebilmesi, yaÅŸama cesaretinin zirve ifadesidir. Bu ÅŸarkı terennümündeki tek ilke ÅŸudur: Ä°ÅŸ tutuÅŸunuz kalbî; iÅŸ yapışınız aklî/istidlâlî olsun. Birincisi sizi samimi ve ihlaslı kılar, ikincisi titiz ve baÅŸarılı.
 
Kendini Aramak ve Kendini Bulmak adlı eserleriniz her kesimden okuyucu tarafından okundu ve takdir edildi. Bu kitaplarda özellikle kendilik arayışı peÅŸinde olduÄŸunuzu söylüyorsunuz. Kendilik arayışı sizin için neden bu kadar önemli?
 
Bu sorunuzun cevabı her iki eserde mündemiç aslında. Çok açık bir nedeni var bu arayışın; kendilik bilgisi diÄŸer tüm bilgilerin temelindedir de ondan. Tanrı'nın bilgisi bile. Tanrı'nın bizi muhatap alması, mükellef kılması, halife yapması, tüm bunlar kendilik bilgisi ile mümkündür. Ariflerin dediÄŸi gibi, insanlık bir imkândır; bunu mümküne tahvil etmek, tahkîk-i zât yani kendilik bilgisi, bilinci ile mümkündür. Niçin çocuklar ve deliler muhatap ve mükellef deÄŸildir; kendiliklerinin idrakinde olmadıkları için deÄŸil mi? Ä°nsan olmaklıktaki derecemiz, kendilik bilincindeki seviyemizle doÄŸru orantılıdır. Kanaatimce bir insanın başına gelebilecek en büyük musibet, önce kendini ihmal etmesi, sonra da unutmasıdır. Kendini unutan insanlığından vazgeçer, çünkü kendini unutmak demek, kendini terk etmek demektir.  Ä°nsan kalmakta direnmeli ve diretmeliyiz. Daha derinden bakılırsa Bezm-i Elestteki -ki bu sahne daimdir- soruya muhatap olmanın asgari ÅŸartı kendilik bilgisi/bilincidir. Ne kadar kötüdür deÄŸil mi, bir soruya muhatap olamamak; Tanrı tarafından muhatap alınmamak. Yalnız vurgulamakta fayda var: Kendilik kapalı bir uzay deÄŸildir; kendi kendini sürekli ören bir örüntüdür aynı zamanda; kendimizi öreriz; yontarız; bir açıdan da inÅŸa ederiz. Bu hakikati ÅŸöyle ifade etmiÅŸtim: Her bir kiÅŸinin yaÅŸamı kendi hakkındaki rüyasının yorumudur. Yorum için hiçbir zaman oldu dememek kaydıyla; olan ölür çünkü. Çok konuÅŸtuk. Sözü kendilik felsefesinin üstadı Âşık PaÅŸa'ya bırakalım: “Masiyetdür bilmemek kendüzini / Düne degÅŸürmiÅŸdür ol güngüzini” [Kendini bilmemek, baÅŸ-günahtır; gündüzü, geceye deÄŸiÅŸtirmektir]. Ya da “Kendü hâlin bilmeyen âdem deÄŸil / Ana hayvan der-isen gâm degül” [Kendi hâlini bilmeyen insan olamaz; ona hayvan dense de olur]. Bundan daha ağırı da var: Muhatap alınmamak. Nitekim ÅŸöyle diyor: Kendüzin bilmeyene davî haram / Ne diyem ben ol kiÅŸiden ne soram. [Kendini bilmeyene dava haramdır; ona ne söyleyeyim ki, neyi sorayım ki...] Sizce tüm bu deyiÅŸlerden sonra baÅŸka söze hacet var mı?
 
Özellikle Kendini Aramak adlı eserinizin ilk denemesi çok önemli bir ufuk açıyor Sayın Hocam. “Soru da Ä°nsandır, Yanıt da” diyorsunuz. Bugün dünyaya hükmetmeye çalışan sermayeciliÄŸin küreselleÅŸtirdiÄŸi “yanıt(sızlık)” insan denilen soruyu yok etmeye mi yönelik acaba? Bu dünyayı çıkmazdan hangi yanıt kurtarabilir?
 
Âlem bir cümle ise insan onun noktasıdır. Öyle bir nokta ki, cümleyi ya anlamlı kılar ya da anlamsız. Bu nedenle, ariflerin dediÄŸi gibi en temel sorumuz: “Varlık, insanı var-kılmakla ne demek istiyor?” Ä°nsan, madde ile mananın tam ortasında ara-varlıktır; iÅŸte bundan dolayı bilmeye baÅŸlarken ne maddeden ne de manadan, orta-olan’dan/kendinden baÅŸlamak gerekir. Bu baÅŸlangıç o kadar önemlidir ki, kudema, “kiÅŸi, Varlık’ı, kendi zâtına ircâ etmeden, küllî olarak idrâk edemez; bu nedenle teemmül, tefekküre tekaddüm eder” der. BaÅŸka bir deyiÅŸle, varlık insana yüklemdir; insan ise özne... Öyleyse özneyi bilmeden, yani bileni bilmeden, dolayısıyla bilmeyi bilmeden, neyi bilebiliriz ki. Hz. Yunus boÅŸuna demiyor; “Ä°lim, ilmi bilmektir / Ä°lim kendin bilmektir.” Dikkat edilirse bu ifadede ilmi bilmek ile kendin(i) bilmek özdeÅŸleÅŸtiriliyor. Çünkü ancak kendinizi bilirseniz, bilebilirsiniz.
 
 
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, insan kendine unutturulmaya çalışılıyor; kendini terk etmeye zorlanıyor. BaÅŸka bir deyiÅŸle, kiÅŸinin kendini kendine soru konusu kılması zorlaÅŸtırılıyor. Her ÅŸey bir soru ile baÅŸladı; soru ile devam edecek; soru ile bitecek. Bu nedenle köken ve son soruları hayatımızdan çekildi. Nere-den ve nere-y-e soruları iptal edildi. Sadece nere-de olduÄŸumuzla ilgileniliyor; o da dışarısı olması bakımından maddi yer ile yani Evren-ile. Bilgi artık üç boyutlu deÄŸil; isitkametin geliÅŸ ve dönüÅŸ uçları belirsizleÅŸtirildi; köken maddileÅŸtirildi; dönüÅŸ ise itibarsızlaÅŸtırıldı. Bunun için yaÅŸam çoÄŸaltılıyor; insanı meÅŸgul edecek, kendiyle baÅŸ baÅŸa kalmasını engelleyecek lüks ve konfor derinleÅŸtiriliyor. Ä°nsan hem maddi hem de manevi çürüyor. Halbuki, madde ile mana bizi birlikte var eder; öncelik ve sonralıkları yoktur; birliktelikleri vardır. Hayat bir sürekliliktir farklı var-olma tarzlarını süpüren. Ä°nsanı tekrar üç-boyutlu bir sorunun konusu kılmak gerekiyor. Yer, yol ve istikameti insanda tekrardan tevhid etmeliyiz; tersi durumda kendi kendimizi imha edeceÄŸiz. Yeni bir çıkış ancak ve ancak kendimiz hakkındaki kanaatimizi yenilemekle mümkündür çünkü hem büyük hem de küçük ölçekte bir insanın kendine iliÅŸkin kanaati deÄŸiÅŸmeden, olgu ve olaylara iliÅŸkin bakış-açısı deÄŸiÅŸmez; çünkü insan yenilenmeden hayat yenilenmez. Kapitalizme, sermayeciliÄŸe dolayısıyla emperyalizme, sömürgeciliÄŸe gelince, o konudaki tavrın çok keskindir: Kapitalizm ve Emperyalizm ile sorunu olmayan bir kiÅŸinin insan-ca yaşıyor olduÄŸuna inanmamız için hiçbir nedenimiz yoktur.
 
Hocam, ülkemizin tarihî ilmî tecrübesini yeniden anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Bu anlamlandırmanın, hakikat ve siyaset simetrisi açısından anlamı nedir?
 
Hakikat ile siyaset hayatın birbirini tamamlayan iki farklı tecellisidir. Önemli olan bu hakikatin sarih ve sahih olmasını temin etmektir ki, siyaset de istikamet verici olsun. Siyasetin bir milletin varlık duyuÅŸu olduÄŸunu düÅŸünüyorum; o halde varlığa iliÅŸkin bir hakikat araÅŸtırması siyasetten bağımsız olamaz. Bu çerçevede sarih ve sahih bir hakikat çanağında yol almayan bir siyaset de insanlara muhkem istikamet veremez. Ortalığı Âl-i Cengiz oyunları kaplar; hayat çölünde amaçsız dolanıp dururuz. Siyaset bir yön verme, yönlendirme iÅŸidir; bunu da tozutmadan yapmak, toplumun maslahatını, toplulukların menfaatlerini iptal etmeden korumak; en önemlisi de inÅŸa edilecek siyasi ortamda bireyin faziletini gerçekleÅŸtirmesini saÄŸlayacak ÅŸartları saÄŸlamak gerekir. Tüm bunlar yerden bitme, geliÅŸigüzel olmayacağından muhakkak o milletin tarihî tecrübesine yani hafızasına dayanmalıdır. Bu tecrübenin adı davranış söz konusu olduÄŸundan âdet; bilgi söz konusu olduÄŸunda örftür. Ä°lmî tecrübemizi bu anlamda baÅŸkalarına etkimiz oranında ya da baÅŸkalarıyla bir öncelik yarışına girmeden atalarımızın soru sorma tarzları, sorunları ele alış biçimleri, kullandıkları kavramlar ve yöntemler, ürettikleri yanıtlar, kurumlar vb. yapılar çerçevesinde tespit etmek ve yorumlamak zorundayız. Her zaman söylediÄŸim gibi, geleceÄŸe iliÅŸkin hesabı olan milletler, geçmiÅŸte bu hesabı nasıl gördüklerini merak ederler. Yine de unutmayalım en derin siyaset, bilgidir; çünkü siyaset beka-i devleti, bilgi ise beka-i milleti saÄŸlar.
 
Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde felsefî alana ilginin ya da ilgisizliÄŸin seyri hakkında ne düÅŸünüyorsunuz Hocam? Ä°lginin ya da ilgisizliÄŸin mahiyeti ve nedenleri hakkında neler söylemek istersiniz?
 
Bu uzun soluklu bir soru. Öncelikle bütünü dikkate almadan parça hakkında konuÅŸmak bize ne sadık bilgi verir; ne o parçayı anlamamıza yardım eder ne de o parçaya iliÅŸkin bilgimize ve anlamamıza bir meÅŸruiyet saÄŸlar. Dolayısıyla son dönemi bir bütün olarak dikkate almadan o dönemdeki herhangi bir parçayı saÄŸlıklı bir ÅŸekilde idrak edemeyiz. 1774’ten bugüne ciddi bir beka sorunu yaÅŸadık. Bu nedenle diyorum ki, “1774’ten bu yana başımıza gelenler gündüzün başına gelseydi gece olurdu.” Yine de tüm bu ÅŸartlarda varlığımıza mukayyet olduk; olmaya çalışıyoruz. Felsefe meselesine gelince, bu tür sorularda felsefe sözcüÄŸü iki anlamda kullanılıyor; birincisi teknik bir kavram olarak yani felsefe disiplini; ikincisi ise düÅŸünmek. Ä°kinci anlamıyla Türkler filozof bir millettir; tarih boyunca düÅŸünerek yol almışlardır; neyi, nasıl ve niçin yaptıklarını bilirler. Birinci anlamıyla ise felsefe üst-kültürün yapabileceÄŸi bir ÅŸeydir ve büyük oranda bilimlerde belirli bir birikimi talep eder; formel, doÄŸa ve manevi bilimler gibi deÄŸiÅŸik alanlarda. Ayrıca güçlü bir siyasi ve iktisadi yapılanma ister. Bu anlamıyla ne tarihte ne de günümüzde felsefe üreten fazla toplum vardır. Bu toplumlardan biri de Türk milletidir. Davud Kayserî’den Molla Fenarî’ye, Hocazade'den Ä°bn Kemal’e, TaÅŸköprülüzade’den Gelenbevî’ye, oradan günümüze. Bu nedenle telaÅŸa gerek yok; niyetimizi bozmadıkça bu tür etkinlikler vasat oluÅŸtukça kendiliÄŸinden tecelli eder. Biz yürüyüÅŸümüzü sürdürelim yeter ki.
 
Bir ilkeden bahsediyorsunuz ki belki de serlevha ÅŸeklinde her yere asılmalıdır, o da ÅŸu: “Bir milletin anlam-deÄŸer dünyasına, kısaca tarihî tecrübesine mensubiyet ve aidiyet duymak; düÅŸünmesinde ve eylemesinde o millete iliÅŸkin her türlü kanonik yapıdan pay almak…” Ben de buna “düÅŸünce namusu” diyorum özetle. KimliksizleÅŸtiren, insanları maÄŸaralara tıkayan, kendinden iÄŸrendiren ideolojiler bu ülkenin hep başının belası oldu ve olmaya devam ediyor. Bu beraberinde zihin dünyamızı parçalıyor ve olası bir mutabakatı engelliyor. Sürekli bir parçalanmışlık ve çatışma ortamı mevcut. Ä°bn Haldun’un dediÄŸi gibi, “kalplerimiz müteferrik ise akıllarımızı kimse birleÅŸtiremez.” Bu sorunlar için esaslı çözümler sizce nasıl üretiriz ve kalpleri birleÅŸtirmek için nereden baÅŸlamalıyız Hocam?
 
Zor ve her zor soru gibi güzel bir soru. Bu sorunun en temel cevabı millet olmaktır. “Millet olmak” ne demekse bunu baÅŸarmalıyız. Kanonik yapı, tarihi tecrübenin süzgecinden geçmiÅŸ bir milletin beÅŸerî her konudaki davranış ve bilgi birliÄŸidir. Ortak akıl, ortak dil, ortak vicdan ya da... Kanonik yapılar omurgayı oluÅŸturur ya da kültürün ana-caddelerini... Kanonik yapılara mensubiyet yok ise mesuliyet bekleyemezsiniz. Bu nedenle diyorum ki, vicdanları terbiye etmeden yalnızca idrakleri eÄŸiten milletler kendi mensupları tarafından aÅŸağılanmaya hazır olmalıdırlar. Bir millete mensubiyeti basit bir his birlikteliÄŸine indirgeyemeyiz; tersine bir millete mensubiyet, bir bilinç iÅŸidir. Bunu saÄŸlamanın en saÄŸlıklı yolu, bir milletin efsanelerini, masallarını, ÅŸiirini, müziÄŸini, kısaca tüm tarihi tecrübesini aidiyet duyulacak bir birlik içinde idrak etmesi, o birlik içinde düÅŸünmeyi ve eylemeyi becermesi, bu birliÄŸi maddi kurumlarla görünür kılması, törenlerle nesiller arası aktarıma sokması, kısaca bir huy ve alışkanlık haline dönüÅŸtürmesi gerekir. Bir milletin bu anlamıyla bir birliÄŸi yok ise bireylerini bir arada tutamaz; dağılır. Bu birlik, küçük ölçekte yuva, büyük ölçekte vatan adını alır; hem maddi hem de manevi anlamda. Maddi ve manevi yuvamız yok ise aile, vatanımız yok ise millet olamayız. Lütfen vurguya dikkat kesilelim, maddi ve manevi birlikte. Ä°deoloji kavramınıza gelince, bu konuda tek bir cümle söyleyeceÄŸim: “Hakikati bir ideoloji içinde idrak etmek, kuÅŸu bir kafes içinde tanımaya benzer.” Sanıyorum bu yeterlidir.
 
Türkiye’de felsefî çalışmaların bugünkü durumu ve gelecek perspektifi için neler söyleyebilirsiniz?
 
Biraz önce iÅŸaret etmiÅŸtik; düÅŸünce anlamında felsefe ile teknik anlamda felsefe arasındaki iliÅŸkiye. DüÅŸünüyoruz; dertlerimize, ihtiyaçlarımıza, önceliklerimize göre. Bu noktada bir sorun yok. Teknik anlamda felsefe bir disiplindir; matematik gibi, fizik gibi. Bu tür bilimlerde sorular küllidir ancak cevaplar yerel özellikler taşır; isteseniz de istemesiniz de. Yerellik belki formel ve doÄŸa bilimlerinde nispeten daha az olabilir. Bilim tarihi bunu gösteriyor bize. Ancak manevi bilimlerde yerelliÄŸin tonu artar. Özellikle felsefenin belirli alanlarında bu daha da fazladır. Bizde sorun, sorular ve cevapların bize ne kadar ait olup olmadığında düÄŸümleniyor. Bunun birkaç nedeni olabilir. Birincisi felsefe bizde daha çok felsefe tarihine dönüÅŸmüÅŸ durumda. BaÅŸkalarının cevaplarını bırakınız düÅŸünmeyi, baÄŸlamını bile dikkate almadan tekrarlıyoruz. BaÅŸka bir kültür ortamının kendine ait sorular için ürettiÄŸi cevapları tarih-üstü doktriner bir gerçeklik gibi okuyoruz. Bu tespit sadece çaÄŸdaÅŸ felsefe için deÄŸil, hem Eski Yunan, hem Ä°slam felsefesi için de geçerli. Ä°çinde yaÅŸadığımız tarihsel ve toplumsal gerçeklik ile hiç iliÅŸkisi olmayan okumalar; sanki Japonya'da ya da Norveç’te yaşıyor gibiyiz. Gerçi bu duruma ÅŸaşırmıyorum çünkü öyle nesiller yetiÅŸtirdik ki, dünya haritası çizmelerini istediÄŸinizde Türkiye'yi deÄŸil Avrupa'yı merkez alarak çizmeye baÅŸlıyorlar. Bu tür bir okumadan bir ÅŸey çıkmaz, çıksa da bu topraklarda bir karşılık bulmaz. Elbette bir de kadim birikimimize, geleneÄŸimize ciddi psikolojik bir tepki var. Bunun ayrıntılarına girmeyeceÄŸim ama somut bir örnek vermek isterim: Nazariyat Ä°slam Felsefe ve Bilim Tarihi AraÅŸtırmaları Dergisi’ni gönderdiÄŸimiz Türkiye'nin sayılı üniversitelerinden birinin felsefe bölümü mensupları, hiç açmadan dergiyi iade ettiler. Yobazlık bir dindir; yobazlar da tek bir millettir. Ama sorun deÄŸil, bilgi kendine kayıtsız kalan kiÅŸi ve milletlerden intikamını alır. GeleceÄŸe iliÅŸkin projeksiyonlara gelince gayet açık: Öncelikle kendimiz olmalı, akabinde bilim üretmeliyiz; bilgi bir ÅŸeyin bilgisidir; bir yorum olarak felsefe de bir ÅŸeyin yorumudur; ÅŸey yoksa yorum da olmaz. BaÅŸka kültürlerin ÅŸeylerini, o ÅŸeylere iliÅŸkin bilgilerini ve o bilgilere ait yorumlarını geveleyip dururuz. Çünkü temsil olmadan temessül olmaz; yani bir örneÄŸiniz yoksa elinizdeki ipliklerden bir kilim yapmanız mümkün deÄŸil. Bu nedenle ürettiÄŸimiz düÅŸüncenin ne Edirne’den ne Hakkari’den ne de Antakya’dan öte bir deÄŸeri var; sözde filozoflarımız da akademide birbirleriyle incir çekirdeÄŸini doldurmayacak konularda kavga edip duruyorlar. Sıkça dediÄŸim gibi bir insan kendini aÅŸan bir fikre sahip deÄŸilse ya kendiyle uÄŸraşır ya da baÅŸkalarıyla savaşır. Öyle de yapıyoruz zaten...
 
“Türk aydını karanlıktır; çünkü hiçbir ÅŸeyi aydınlatmaz; karıştırır, dolaÅŸtırır; yorar ve milletini götürür temsil ettiÄŸi yabancı kültürün çıkarlarına râm eder,” diyorsunuz Hocam. Üniversitelerde belirli bölümlere çöreklenmiÅŸ ve kırsaldan gelen saf zihinleri altüst etmekten baÅŸka bir görevi olmayan nice böyle akademisyen var. Bu anlamda Türk entelektüel dünyasının geçmiÅŸ ve gelecekle rabıta kurma tarzları mevzusunda bugün için gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
 
KonuÅŸtukça konu konuyu açıyor... Aslında bu sorunuzun kısmi bir cevabına biraz önce temas ettim. Ancak ÅŸunu hemen vurgulamak isterim: Bu ifadelerimde amacım sözcükler üzerinden deÄŸil, kavramlar üzerinden düÅŸünmek. Mesele aydın sözcüÄŸü deÄŸil; alim deseniz de fark etmez. Önemli olan zihniyet ve tavır. Çünkü kendine baÅŸka isimler verenleri de gördük, görüyoruz; göreceÄŸiz de. EleÅŸtirdikleri insanlardan pek bir farkları yok. Açıkça söyleyeyim, deÄŸerleriniz eylemlerinizde bir fark yaratmıyorsa eleÅŸtirdiklerinizden farklı deÄŸilsiniz demektir. Bir kere ÅŸunu baÅŸtan vazedelim: Tarihte hiçbir kültür baÅŸka bir kültürün eÄŸitim kurumlarını birebir taklit ederek kendine has, özgün bir medeniyet geliÅŸtirmemiÅŸtir; geliÅŸtiremez de. EÄŸer yetiÅŸtirdiklerimiz Kâhire’yi, Tahran’ı, Ä°slamabad’ı, Moskova’yı, Paris’i, Berlin'i, Londra'yı ya da Washington’u dikkate alarak düÅŸünüyor, bu toprakların geçmiÅŸ ve ÅŸimdiki tecrübesini göz önünde bulundurmuyorsa, hatta tek marifeti içinden çıktığı milletin anlam-deÄŸer dünyası ile tarihî tecrübesini tahkir etmekse, hepsi birer eÄŸitim zayiatıdır. Elbette, bir aydın milletini tenkit edebilir ama tahkir edemez. Çünkü bir aydının milletini tenkit etmesi ile tahkir etmesi iki ayrı tavırdır. Tenkit, tashih eder; tahkir ise tezyif. BaÅŸka bir ifadeyle tenkit, ikmal etmek içindir; tahkir, ifna etmek için. Bu nedenle halkını tenkit eden, düÅŸünür; tahkir eden ya iÅŸgalci ya da turisttir.
 
 
Son kitabınızı muhterem hocamız Teoman Duralı Beyefendi’ye ithaf ettiniz. Kendilerinin ülkemizde felsefîleÅŸmiÅŸ bir kültür inÅŸası için yıllardır talebeler yetiÅŸtirdiÄŸini, özgün eserler neÅŸrettiÄŸini biliyoruz. Teoman Duralı hocamızın sizin düÅŸünce dünyanıza katkıları nasıl oldu acaba?
 
Ä°thafta da dediÄŸim gibi bir insanın olabilmesi için maddi ve manevi ÅŸartlar yanında en önemli unsur öÄŸretmendir. Ancak bu öÄŸretmenin öÄŸrencisini çıraÄŸa, dolayısıyla kendisini de ustaya dönüÅŸtürmesi gerek. Bunun da tek bir yolu var: Birlikte yürümek, birlikte yürüme becerisini göstermek. Dolayısıyla benim için Teoman Hocam basit anlamıyla bilgilendiÄŸim bir insan deÄŸil sadece, aynı zamanda birlikte yürüdüÄŸüm, birlikte düÅŸündüÄŸüm, birlikte eylediÄŸim bir insan. Yoksa olmak yolunda üzerimizde binlerce insanın hakkı var; tanıdığımız ya da tanımadığımız. Bu nedenle tüm katkısı olanlara teÅŸekkür, Allah’a da ÅŸükür etmemiz gerekli.
 
Ülkemizdeki üniversitelerin durumu hakkında neler düÅŸünüyorsunuz?
 
Bu konuda her ÅŸey ortada; tekrar etmeye gerek yok. Eksikliklerimiz çok. Önemli olan sorunları tespit edip çözmeye çalışmak. Ancak biraz önce dediÄŸimiz gibi bir bütün fikrimiz yoksa sorunları göremeyiz, görsek de çözemeyiz. Teknik sorunlardan bahsetmiyorum; bir zihniyet ve sistem sorunundan bahsediyorum. Eski bir makineyi çalıştırmak için olaÄŸanüstü bir gayret gösteriliyor; hâlbuki sistem yenilenmeli. Nazarınızın en uzağında bir ufuk çizginiz yoksa, yolunuz olur ama istikametiniz olmaz. Tabiat gibi hayatta da olgu ve olaylar fraktal bir dağılım gösterirler; dolayısıyla bilelim ya da bilmeyelim belirli bir nispet iliÅŸkisine göre çalışırlar. Toplumdaki tüm unsurlar bu fraktal dağılımdan pay alır ve ona göre geliÅŸim gösterir. Mimarinin çok kötü olduÄŸu bir ÅŸehirde iyi ÅŸiir beklenmez ya da tersi. Bu nedenle tek başına, yalıtarak üniversitelerimizi mükemmel hâle getiremeyiz. Vasatın oluÅŸması için gayret göstermeliyiz; özellikle insan vasatımız.
 
Ülkemizde çok ciddi çalışmalar da yapılıyor. Örnek olarak, Konya’da Çizgi Kitabevi bir yüzyıl önceki felsefe mirasımız tekrardan gün yüzüne çıkarıyor. Türkiye Yazma Eserler Kurumu ise daha derinden gidiyor; tüm kadim kültürümüzü temsil eden eserleri neÅŸrediyor. Ä°stanbul’da Ä°lmi Etüdler Merkezi, Klasik DüÅŸünce Okulu, Bilim ve Sanat Vakfı, Ä°STEV Hikmet Okulu ve dahi Ä°SAM gibi mühim merkezler var. Peki, bu ve benzeri güzel iÅŸlere iltifat nasıl sizce?
 
Her zaman dediÄŸim gibi olanı kendinde bir ÅŸey olarak ele alacaksak gayet iyi. Olması gerekene göre deÄŸerlendireceksek çok eksik; yeterli deÄŸil. DüÅŸünürler olması gerekene göre deÄŸerlendirmeli; biraz önce dediÄŸimiz gibi ufuktaki çizgiye göre. Bu tarz bir yaklaşım sürekli bir kontrol saÄŸlar; insanları istim üzere tutar; sürekli yenilenmeye zorlar. Bu olanın hakkını yemek anlamına gelmemeli elbette. Ä°stanbul bir ÅŸehir deÄŸil, bir ülke. O nedenle daha çok iÅŸimiz var. Mevcudu koruyacağız, geliÅŸtireceÄŸiz; yeni ÅŸeyler icat edeceÄŸiz. Hiçbir zaman tamam demeden. Kemali sürekli kılmanın yolunu bulmalıyız; kemalin bitiÅŸ sınırı zevalin baÅŸlangıcıdır çünkü.
 
Türkçe’de felsefe ve bilim yapmanın bir imkânı var mı? EÄŸer bir imkânı varsa bunu mümkün hâle getirmenin koÅŸulları nelerdir sizce Hocam?
 
Türkçe’de felsefe ve bilim yapmanın imkânını konuÅŸmak deÄŸil, yapmak önemlidir. Bir ÅŸeyin üzerinde konuÅŸmak onu mümkün kılmaz; bizatihi yapmak gerekir. Kaldı ki, Türkçe kadim bir felsefe ve bilim dilidir; yeni yetme deÄŸildir. Kutadgubilig’den bahsetmiyorum. Yunus Emre’den Âşık PaÅŸa’ya, Sinan PaÅŸa'dan Muhammed Konevî’ye, Mustafa b. Ali Muvakkit’ten Seydî Ali Reis’e, Ä°bn Hamza’dan Kâtip Çelebî’ye, Hüseyin Rıfkı Tamânî’den Ali Sedâd’a, Fatma Âliye’den Sâlih Zeki’ye; elbette Tanzimat münevverlerimize ve Cumhuriyet aydınlarımıza. Saymakla bitmez. Mekân ve zamanla kayıtlı beÅŸerî bir olaydan bahsediyoruz; yaparsak olur. Kant’tan önce, Alman Ä°mparatoru’na göre Almanca atların aÄŸzına layık bir dildi; Heidegger ise “Fransızlar düÅŸünmeye baÅŸladıklarında ister istemez Almanca kelimeler akıllarına geliyor,” diyor. Ne oldu bu sürede: Almanlar hem bilim hem de felsefe yaptılar. O kadar! Ancak bu, tüm eÄŸitim-öÄŸretim dilini Ä°ngilizce ve Arapça yaparak tahakkuk etmez. Maalesef yabancı dil öÄŸretmek ile yabancı dil ile eÄŸitmeyi/terbiye etmeyi birbirine fena halde karıştırıyoruz. Ana dil dışında insan baÅŸka bir dille düÅŸünemez ama ifade edebilir. DüÅŸünmek ile ifade etmek ayrı ÅŸeylerdir. DüÅŸünmek anlamın boyutsuzluÄŸu içinde dolaÅŸmaktır; ifade ise dilin imkânlarına hapsolmak. Bu nedenle yazılı metinleri yorumluyoruz, çünkü lafzın içinde tuttuÄŸu anlamı ikincil bir düÅŸünce ile çekip çıkartmaya çalışıyoruz. Nitekim lafız, mananın içine girdiÄŸi bir mekân olarak düÅŸünülür; Ê»a.b.r. de mekâna girmek demektir; bu nedenle taÊ»bîr, mekâna girip manayı çıkartıp almak anlamına gelir. Bakınız Türk tarihî tecrübesi o kadar basit bir hadise deÄŸildir. Sadece edebiyatımız hayata iliÅŸkin derin bir düÅŸüncenin ifadesidir. Türk ÅŸiiri tüm renkleriyle ve tonlarıyla henüz bir düÅŸünce imkânı olarak layıkıyla ele alınıp üzerinde durulmadı. Bizatihi düÅŸüncenin kendisini önemsemeliyiz; sadece düÅŸüncenin belirli bir tarzını ve ifadesini deÄŸil.
 
Malumunuz, Türkiye son çeyrekte çok hızlı ekonomik/toplumsal deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸümler geçirdi. Günümüz Türkiye’sinin toplumsal yapısı hakkında ne düÅŸünüyorsunuz?
 
Bu soru, sosyologların, antropologların, belki de muhtelif alanlarda uzmanların cevaplandırması gereken bir soru. Ayrıca sıkı bir gözlem yapmayı zorunlu kılar. Ä°kisi de bende yok; bu nedenle cevabının hakkını veremeyeceÄŸim bir soru. Emarelerden ve karinelerden hareket ederek ÅŸunu söyleyebilirim: DüÅŸünmek nedenlemektir. Karşısında durmayacağımıza göre deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸümüm nedenlerini iyi tespit edersek bir yön vermek, yönlendirmek ve nihayet yönetmek mümkündür. Sürekli teyakkuz halinde olmak gerekiyor. BildiÄŸiniz gibi toplumsal olaylar çok deÄŸiÅŸkenli yapılardır; çok bilinmeyenli parametrik denklemler gibidirler. Ä°frat ve tefrit ile çözülemezler; nispi anlamdaki vasatı dikkate ele alarak yaklaÅŸmak daha doÄŸrudur. Sultan Berkyaruk’un dediÄŸi gibi "Muamelatta yani hayata iliÅŸkin olgu ve olaylarda taassup yani ifrat ve tefrit içinde eylemek doÄŸru deÄŸildir." Ancak tüm olup bitene karşı öngörüm ÅŸudur: Hayat görüÅŸümüzü koruduÄŸumuz, metafizik çanağımızı muhafaza ettiÄŸimiz müddetçe her deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸüm en nihayetinde istikametini bulacaktır.
 
“Karamsar deÄŸilim çünkü sona deÄŸil, yola bakıyorum; yani sonuca deÄŸil, sürece…” diyorsunuz. Baktığınız yolda ve süreçte neler görüyorsunuz?
 
Öncelikle metafizik anlamda hiç mi hiç karamsar deÄŸilim, çünkü en nihayetinde her ÅŸey olacağına varır. Hiç olmaz ise dua ederiz; dua bir ümittir. Emelimiz olmasaydı teemmül etmezdik zaten. Hatta kiÅŸisel olarak uykuyu bile bir ümit olarak görürüm; yarının ümidi; kendini karanlığa bırakırsın ama gündüzü ümit ederek. Ä°ngilizlerin dediÄŸi gibi “Ümit ile yolculuk etmek, bazen ulaÅŸmaktan iyidir.” Söz bile, ancak ümidin toprağında filizlenir; ümidin tükendiÄŸi yerde söz, dile gelmez; gelse de muhatap bulmaz; bulsa da bereketi olmaz. Demek ki, ümit yönünden bir sıkıntımız yok.
 
Bunun ötesinde, yolda ve süreçte sıkıntılar yaÅŸanıyor elbette. Küçük ÅŸeylere deÄŸil de yapısal bir duruma iÅŸaret etmek isterim. Davranışlarımızın kurumsal ifadesi gittikçe zayıflıyor. Bu da bir iÅŸ yaparken içeriÄŸinden daha çok mecrası için vakit ve emek harcamamıza neden oluyor. Basit bir örnekle, evde lambayı yakmak istiyorsunuz; bunu baÅŸarmak için bırakınız evi ve ÅŸehirdeki ÅŸebekeyi, elektriÄŸin geldiÄŸi ana kaynaÄŸa, baraja kadar gitmek zorunda kalıyorsunuz. Bu kurumsal iÅŸleyiÅŸin, dolayısıyla iÅŸimizdeki makuliyetin zayıflaması demektir. Böyle bir ortamda kurumsal aklın deÄŸil bireysel tercihlerin eline kalıyorsunuz. Bu ÅŸartlarda yaratıcı iÅŸ çıkması mümkün deÄŸil. Kurumsal akıl devreden çıktı mı bir sürü farklı deÄŸiÅŸken giriyor devreye: KiÅŸisel çıkarlar, kıskançlıklar, cehalet, hatta cehl-i mikab, kötü niyet vb... Açıkçası hâlihazırda bu tür bir psikoloji içindeyim. Yıllar önce her yurt dışı teklif edildiÄŸinde ÅŸöyle cevap vermiÅŸtim: “Manevi, beÅŸerî ve toplumsal bilimler toprak ister; ben kendi toprağımın sözünün ilmini yapacağım.” Hâlâ aynı noktadayım ancak teknik anlamda mesleÄŸime, yaptığım iÅŸe daha iyi ve anlamlı katkı adına bir piÅŸmanlık da duymuyor deÄŸilim. O hâle getirdiler maalesef. DediÄŸim gibi, milletimle, vatanımla ve devletimle bir sorunum yok. Bunu sadece “yaptığım iÅŸte daha faydalı olabilir miydim” ÅŸüphesi ile düÅŸünüyorum. Bu durumu aÅŸmak için, teknik boyutu yanında, yapılması gereken, Ahmed Yesevî’nin ifadesiyle yalganlığı, sahteliÄŸi, riyakârlığı, yalanı, yalancılığı, kısaca söz-ile yaÅŸamayı bırakıp ihlasa, samimiyete, ışka, sıdka, liyakata, kısaca mana-ile yaÅŸamaya geçmektir. Ya da Dâvud Kayserî’nin dediÄŸi gibi, eylemde ihlas, ancak bir amaçla/niyetle/hedefle (kasd) hasıl olur. Sahi bizim kastımız nedir?
 
Daha büyük ölçekte ümidim, en azından bana heyecan veririci. Türkler olarak, orta dünyaya geç dâhil olduk. Bu bize bazı kayıplara neden oldu; ama bazı fırsatlar da verdi. Büyük ölçekte kurulu medeniyetlere katıldık; asli unsurları hâline geldik; yönettik yönlendirdik. Ancak gelinen nokta, tam da içinde nefese aldığımız zaman dilimi, bu iÅŸlerle uzun zamandır uÄŸraÅŸan biri olarak ÅŸöyle bir ÅŸey ihsas ediyor: Ä°lk defa olarak özgün  bir Türk düÅŸüncesi üretebiliriz; tüm insanlık için kuran, yol veren, yön belirleyen. Bu hissi bir temenni, hatta bir dua olarak da alabilirsiniz. Ama bu duaya topluca hem dil hem el ile amin dememiz gerekiyor, çünkü el duası olmadan yapılan dil duası, yalnızca kuru bir gürültüdür.
 
Oldukça uzun bir söyleÅŸi oldu. Tüm bunların hasılası niyetine son olarak eklemek istediÄŸinizi bir ÅŸey var mı Hocam?
 
Biraz uzun bir hasıla olmak kaydıyla evet. Daha önce medyada paylaÅŸtığım uzun bir ifadeyi bu söyleÅŸinin son deyiÅŸleri olarak zikretmek isterim. Biraz da söyleÅŸinin başında konuÅŸtuÄŸumuz kendilik bilgisinin ve bilincinin bir özeti olarak:
 
Ä°nsan, sürekli kendini yorumlayan bir var-olandır; kendini sürekli yorumlamak insanı tarihî bir var-olan kılar. Bu nedenle tarih yani insan bir yorumdur; kendi kendinin yorumu. Kendini yorumlamaktan yorulan baÅŸkaları tarafından yoÄŸrulur, yorumlanır ve tanımlanır. Sonuç kiÅŸinin kendi hikâyesini, kendi tarihini kaybetmesi, kendi olmaktan çıkması; baÅŸkalarının kendine tayin ettiÄŸi yorum halesi içinde var-olması demektir. Yorum, yontmaya benzetilebilir. Kendini yontmayı terk eden baÅŸkalarının çekiçleriyle, aletleriyle yontulur; baÅŸkalarının niyet ve amaçlarının içeriÄŸine göre iÅŸlenir. Kısaca, kendini oymayan, baÅŸkaları tarafından oyulur; kendini yontmayan, baÅŸkaları tarafından yontulur; kendini yormayan, baÅŸkaları tarafından yorulur; kendini yorumlamayan, baÅŸkaları tarafından yorumlanır. Bu nedenle, yaÅŸam dediÄŸimiz hadise doÄŸum ile ölüm arasında kiÅŸinin kendine iliÅŸkin, hem oyma, hem yontma hem yoÄŸurma hem yorulma eylemlerini içeren, bir yorumudur. BeÅŸer bir cevherdir; bir kıymet-i harbiyesinin olabilmesi için cevherin iÅŸlenmesi, insana, mücevhere dönüÅŸmesi gerekir. Ä°ÅŸte, beÅŸer cevherini insana, mücevhere dönüÅŸtüren bu sürekli iÅŸleme yani sürekli yorumlamadır. Bu cümlelerdeki insan, kiÅŸi ve kendi sözcükleri yerine, millet, kültür ve medeniyet sözcükleri de konabilir. Sonuç deÄŸiÅŸmez, aynıdır.
 
Ä°ÅŸte bütün mesele: Ya mücevher olup tarihteki yerini almak yani kendi olmak; ya da basit bir takı olarak baÅŸkaları tarafından süs eÅŸyası gibi kullanılmak. Tercihe bize kalmış...
 
Röportaj: Mehmet Sabri GENÇ / Kaynak: Karabatk Degisi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.