Sosyal Medya

Gökhan Özcan: Eski kağıtta yeni yazı

Yazısı silinerek üzerine başka yazı yazılmış parşömen kağıdına benzetiyordum kendimi; aynı kağıt üzerinde, yeni yazılar altından çok daha değerli bir metni keşfeden bilginin sevincini tadıyordum.



“Eskiden kim olduÄŸumu hatırlamak gittikçe zorlaşıyor” diye söylendi kendi kendine, “bugün kim olduÄŸumu bulabilmemin önündeki en büyük engel de bu!”
 
Yeni ÅŸeyler yaÅŸadıkça; duyduklarımıza, gördüklerimize, öÄŸrendiklerimize yeni ÅŸeyler ekleyince çoÄŸaldığımızı düÅŸünüyoruz. Bu doÄŸru belki ama... YaÅŸantımıza, zihnimize, duygularımıza eklediÄŸimiz bütün bu yeni ÅŸeylerle eksiliyor da deÄŸil miyiz? Sonsuz bir kapasitemiz yok öÄŸrenmek, bilmek için... Bir ÅŸeyleri kabımızın içine almak için bir yerden sonra bir ÅŸeyleri o kabın dışına çıkarmak zorundayız. Bu böyle ve böyle olduÄŸunu aslında hepimiz biliyoruz. Yine de sanki içimize sonsuz ÅŸey sığdırabilirmiÅŸiz gibi bize hep avantaj saÄŸlayan, bizi hep çoÄŸaltan bir birikim edindiÄŸimizi düÅŸünüyor, buna inanmayı tercih ediyoruz. Hayatımızın gidiÅŸatını hep lehimize görüyor, hep artıda olan bir kâr hesabı yapıyoruz sürekli. Öyle deÄŸil oysa iÅŸler, bir ÅŸeyleri hayatımıza kabul ederken bir ÅŸeylerden vaz geçiyoruz. Her yeniyi bir eskinin yerine koyuyoruz. Bir kum saati gibi insanın hayatı, bir tarafta bir ÅŸeylerin eksilmesi pahasına birikiyor diÄŸer tarafta bir ÅŸeyler... Biraz durup düÅŸününce fark edebiliyor ancak insan bunu. Hissetmeye bıraktığında öylece kendini, iÅŸte o zaman anlayabiliyor ancak eksilmenin sızısını...
 
“GördüÄŸüm ÅŸey beni kör ediyor. DuyduÄŸum ÅŸey beni sağır ediyor. BildiÄŸim ÅŸey beni cahilleÅŸtiriyor. Biliyor olarak ve bildiÄŸim kadar bilmiyorum” diyor ‘Monsieur Teste’de Paul Valery.
 
Her an yeni bir insanız. Daha iyi ya da daha kötü olmaktan çok daha baÅŸka bir insan... Silinebilir mürekkeple yazılan bir yazı gibi aslında bu yönüyle hayatımız. Hafızamız olmasa parçayı bütüne baÄŸlayan hiç bir irtibatımız, dolayısıyla da bir yerden bir yere akan bir hikayemiz olmayacak. Hayat dediÄŸimiz ÅŸey, aslında o tek ‘an’ın hikaye ile kurduÄŸu o irtibatla anlamını kazanıyor. Hatırlamıyor olsaydık, bir seyirden, bir hikayeden, her ÅŸeye derinlik katan bir geçmiÅŸten söz edemezdik. YaÅŸar ve unutur, hayatımızı tek bir anın içinde yaÅŸamaya mahkum olurduk. Ä°ÅŸin aslı da öyle zaten! Aslında yaÅŸadığımız her ÅŸey bir tek anın içinde... Bize öyle deÄŸilmiÅŸ hissini veren hatırladıklarımız... Yani hafızamız, yaÅŸadıklarımızdan zihnimizde biriktirdiklerimiz... Bir zihinsel kayıtlamadan söz ediyoruz yani. Biz mi yapıyoruz bunu, komuta ettiÄŸimiz bir kayıt cihazı mı var, bir tuÅŸa mı basıyoruz yaÅŸadıklarımız hatırımızda saklı kalsın diye. Yapmıyoruz bunları... Kendi kendine oluyor, bizim dışımızda yaÅŸanan ÅŸeyleri kayıtlayan bir merkezi sistem var. Ä°nsanın yaşıyor olduÄŸuna dair tek kanıtı bu, yani hatırladıkları... Bir film ÅŸeridi gibi geçiyor ya hani bazen gözümüzün önünden, iÅŸte o! Ä°çimizde yer tutan bir hayalden söz ediyoruz aslında. Bir tek anın bir ucu sonsuza baÄŸlanan hafızasından. Unutmaya bu kadar meyyal yaÅŸarken, ne ile irtibatımızı zayıflattığımızı ara sıra düÅŸünmeliyiz belki de.
 
“Yazısı silinerek üzerine baÅŸka yazı yazılmış parÅŸömen kağıdına benzetiyordum kendimi; aynı kağıt üzerinde, yeni yazılar altından çok daha deÄŸerli bir metni keÅŸfeden bilginin sevincini tadıyordum. Neydi bu gizlenmiÅŸ metin? Okumak için, her ÅŸeyden önce son günlerde yazılmış metinleri silmek gerekmiyor muydu?” diye soruyor Andre Gide, ‘Ahlaksız’ ismini verdiÄŸi kitabında.
 
Bütün bunlardan sonra noktanın cümlenin başına mı, yoksa sonuna mı konduÄŸunu bir daha düÅŸünmek gerekmez mi?
 
 
YeniÅŸafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.