Ve Gregor Samsa bir sabah uyandığında, bunaltıcı düÅŸlerinden, sıkıntılı rüyalarından, korkunç kabuslarından ya da huzursuz uykularından. Bir böcek, dev bir böcek olarak, o yatağın içinde, kendi hapishanesinde, kendi odasında, kendisini kocaman bir böcek olarak, uyanmak ve iÅŸe geç kalmamak zorunda olduÄŸu yerde, korkuyla, yaÅŸamaktan ürpererek, sanki daha önce bir böcek deÄŸilmiÅŸ gibi yaparak, kırılmış, hırpalanmış ama yine de iÅŸe geç kalmamış olarak uyanmıştır. Gregor Samsa, dün sabahtan, mesela geçtiÄŸimiz yıl ya da ondan daha önceki yıllardan, o yıllardan ve o sabahlardan hiçbir farkı olmayan çok tanıdık sıradan bir sabahın seherinde uyanmış ve devcileyin bir böcek olduÄŸunu fark etmiÅŸtir. Ama iÅŸe geç kalmamalıdır. Mutsuz bir pazarlamacı ve dev bir böcek. Karşı karşıya, hayır iç içe. Omuz omuza deÄŸil asla. Yan yana deÄŸil.
Gregor Samsa kendi odasında eski bir köle, böcek suretinde özgürleÅŸerek belki o duvarın hemen üstünde, ilk trene aktarma yapmak ve sabahın bir küfür gibi yüzüne çarpılmasına katlanmak zorunda deÄŸil. Kovulmadan geçen günlere ÅŸükretmeye mecbur deÄŸil. Belki ilk defa zorunda deÄŸil, mecbur deÄŸil, böcek yalnızca, eskiden olduÄŸu gibi aslında, bu kez kendi kapanına kısılmış sadece.
Evet bir odaya kapatılmış, otoritenin rüzgarını teninde hissetmeden birkaç cesur gün belki, ama bütün ÅŸefkatlere geç kalmıştır aslında, son kale Grete düÅŸmüÅŸ ve bütün sevgiler alabildiÄŸine huzursuzdur artık. Kapatıldığı odaya düÅŸen gölgeler; soÄŸuk, yabancı, kapkara. Ve içeriye dolan sesler, asker postalı ritmiyle, tam kapının önünde, kulakları sağır edercesine, duymaz dünyaya nispetle. Samsa, kafasını, özgür olduÄŸu tek yerden yani kendi hapishanesinden dışarıya doÄŸru uzatır bir gün.
Dışarda o mutlak otorite, içerde ruhuna acı veren varlığı. Göz göze gelmeye bile cesaret edemez, arkasını döner, vazgeçer, reddeder. Kırılmış ve esir alınmıştır. O an sırtında büyük bir acı. Üzerine fırlatılan çürük bir elma, hiç bitmeyen bir kimliksizlik gibi, varlığını anlatmış ve adıyla seslenmiÅŸler gibi. Çürük bir elma. Gelip, bir kovulmuÅŸluk gibi saplanmıştır iÅŸte bedenine. Samsa kovulmuÅŸtur. Yaralanmış ve yarasına seslenmekten korkmuÅŸtur. Çürük büyüdükçe acı vermeye, acı duydukça çürümeye... Ama böcek olarak, daha önce böcek deÄŸilmiÅŸ gibi yaparak mesela, yatağının altında bulunan ölüsü ve tüm iÅŸe geç kalmamışlığıyla birlikte. Mutsuz bir pazarlamacı ve dev bir böcek. Karşı karşıya, hayır iç içe. Daha önce böcek deÄŸilmiÅŸ gibi yaparak.
Tatar yayı ve Ä°sviçre devrimi
Bürglen kentinde yaÅŸayan yoksul bir tarla iÅŸçisi, elindeki Tatar yayıyla, Ä°sviçre devriminin kahramanı olur. Ä°sviçre'yi, Ä°mparator I. Albert adına yöneten Vali Gessler'i ustalıkla kullandığı arbaletinden çıkan bir okla öldürerek, Ä°sviçrelilerin Avusturya'ya karşı verdiÄŸi bağımsızlık mücadelesini ateÅŸler, William Tell'dir adı. Her devrimin bir kahramana ihtiyacı olur. Bir William Tell'e ihtiyaç varsa bulunur, inÅŸa edilir. Ama aslında dünyadaki bütün mitler kardeÅŸtir. Bütün efsane ve anlatılar bir yerlerde kesiÅŸir. Bazı inkârlar ve bazı mitlerin dokunulmazlığı üstüne John Fiske'den gelsin: "William Tell'in hikâyesinin doÄŸruluÄŸundan ÅŸüphelenen ilk ünlü yazar Gullimann'dır. Bu ÅŸüphesini Ä°sviçre antik çaÄŸları hakkında yazdığı ve 1598'de yayınlanan eserinde dile getirmiÅŸtir. Tell'in hikâyesinin sadece bir masal olduÄŸunu söyler, fakat kendi sözlerine ters düÅŸerek, çok yaygın olduÄŸu için bu masala inandığını belirtir. Hiç kuÅŸku yok ki akıllıca bir iÅŸ yapmıştır, zira 1760'da Uri Kantonu'nda Uriel Freudenberger'in canlı canlı yakılmaya mahkûm edildiÄŸini öÄŸreniriz. Sebep ise Tell efsanesinin Danimarka kökenli olduÄŸu yolundaki inancını dile getirmiÅŸ olmasıdır.”
Çiviler aÄŸzına batmaz mı senin?
Türkçeyi Yunus'un miras bıraktığı gibi söyleyen ve onu beyaz bulutlar, tatlı kayısılar, köpüklü denizler, kokulu elmalar ve serin ırmaklar kadar güzel kullanan bir adam: Refik Halid Karay. Ve müfredatın en heyecanlı yerinde iz bırakan o öyküsü: Eskici. Sade ve derin. Yetim Hasan'ın hikâyesi. Annesinin ölümüyle bu dünyada yapayalnız kalan bir çocuÄŸun, Filistin'in uzak bir köyünde yaÅŸayan halasının yanına gönderilmesi. Hasan, Ä°stanbul'dan vapura bindirildiÄŸinde, öncelikle evinden yani Türkçeden ayrılmıştır aslında. Gurbet dilsizliÄŸe sürükleyecektir onu. YolculuÄŸu baÅŸlar, Ä°stanbul uzaklarda kalır ve vapur Filistin'e yaklaÅŸtıkça artık Türkçe duyulmaz olur, Hasan daha da suskunlaşır. Halasının köyünde dilsiz bir çocuk gibi tek başına, Ä°stanbul'dan ve Türkçeden uzakta, kendi kendine mırıldanarak bazen, bazen hiç konuÅŸmayarak geçer günleri Hasan'ın.
Bir gün bir ÅŸey olur ve sokaktan geçen bir eskici, yırtık-sökük ayakkabıları tamir etmesi için evin bahçesine çaÄŸrılır halası tarafından. Hasan'ın can sıkıntısına ilaç gibi gelir bu tamir iÅŸi. AÄŸzına doldurduÄŸu bir avuç çiviyi tek tek alarak, elindeki ayakkabıların altına ustalıkla mıhlayan eskiciyi hayranlıkla izlemeye koyulmuÅŸtur bile Hasan. Sonra bir ara dalgınlıkla mırıldanır gibi sorar: "Çiviler aÄŸzına batmaz mı senin?" Ä°stanbul'daymış sanki, annesi-babası yaşıyormuÅŸ ve her yer Türkçe ışıldıyormuÅŸ gibi. Eskici başını hayretle iÅŸinden kaldırır ve uzun uzun bakıp, yüzünde güller açtıracak o soruyu sorar Hasan'a: "Türk çocuÄŸu musun be?" Hasan evet der önce ve sonra dur durak bilmeden daÄŸlar denizler gibi, hırçın rüzgarlar gibi, coÅŸkun ırmaklar gibi anlatmaya baÅŸlar. Anlattıkça Türkçe gibi çağıldar. KonuÅŸtukça Ä°stanbul yakınlaşır. Söyledikçe annesi gülümser ona. Öyle ya, Vatan Türkçedir. Duymak istersen, hep sana seslenir.
Müellif: Güven Adıgüzel / Kaynak: Cins Dergi
Henüz yorum yapılmamış.