“Kim duyar ses etsem, beni melekler katından?” diye sorar Rilke. Bir antropoloji öÄŸrencisi Meksika köyünde kendi kendine konuÅŸup gülen bir yaÅŸlı adamı görür ve muhtara, yaÅŸlı adamın muhtemelen bunadığını ve doktora götürmelerini salık verir. Muhtar, “O mu” der gülerek, “arada sırada meleklerle konuÅŸur o kadar”. Kuzey Afrika’da bir kır kahvesine giren yoksul bir Hristiyan keÅŸiÅŸin eline cebindeki bütün parayı boÅŸaltır Müslüman adam. ArkadaÅŸları kendisini kınadığında ÅŸöyle cevap verir: “Dostlarım yoksul bir adamın kılığının altında kimin gizlenmiÅŸ olduÄŸunu asla bilemezsiniz.” Meleklerle, gaybla, görünmeyenle barışık yaÅŸadığımız bir dünyadan sadece gözümüzle gördüÄŸümüze inandığımız göz merkezli bir uygarlığın dünyasına geçtik. Pascal, “Kalbin, aklın bilemeyeceÄŸi sebepleri vardır” demiÅŸti. Bugün, aklın ihata edemediÄŸini inkâr ediyoruz. Oysa hem nörobilim hem kuantum fiziÄŸi, gözle görülemeyen düzeyde nice harikuladelikler olduÄŸuna tanıklık ediyor. Asıl olan göze görünmüyor, görmek için kalbi yardıma çağırmak lazım.
Nerede olursak olalım, daima bir yerdeyiz: huzurda. O’nun huzurundayız. El-Basir, bizi görüyor, El-Habir bizden haberdar. Ä°nsan daima görüldüÄŸü bir dünyada yaşıyorsa yalnız deÄŸildir. “Allah’ımız var, ne gamımız var” sözü bunu anlatır. “Beni anan kulumla beraberim.” O, bizimle. Allah’ın varlığını hissetmek karanlık bir dünyayı ışıklandırır ve bize yol gösterir. Allah’ı hatırlamak kendimizi hatırlamaktır, kendimizin farkına varmaktır. Ä°nsan ancak müteal âlemin varlığını fark etmekle kendisini de gerçek anlamda bilir ve keÅŸfeder; Allah’ı hatırlamakla kendisinin nerede olduÄŸunu hatırlar ve evrendeki yerini idrak eder. O, nihai Hakikat’tir. O’nu bilmekle kendimizi biliriz. Bedenin kıbleye yönelmesi gibi, ruh da doÄŸru yolu istikamet tutmak zorundadır. Işık kalbime çok yukarılardan düÅŸtüÄŸünde, kalbim aydınlanır ve görmeye baÅŸlar. Kalp görüÅŸü her insana nasip olmaz. Ä°bn Arabi “iki gözle görmek”ten söz ediyor. Ä°ki gözle görenler, içine kapatıldığımız bu kabuÄŸun ne kadar da ÅŸeffaf ve ince olduÄŸuna tanık olurlar. Onlar kalabalıklar içinde yalnızdır.
Her birimiz yaÅŸadığımız dünyayı yeteneklerimiz ve duyularımız ile anlamaya çalışıyoruz. KörleÅŸme manevi düzeyde tecelli ettiÄŸinde kalp idrak etmez, göz görmez, kulak iÅŸitmez. Modern dünyada Tanrı’nın ölümünden, kutsalın hayattan kovulmasından veya doÄŸanın büyüsünün bozulmasından söz ettiÄŸimizde aslında O’nu kendi varoluÅŸumuzda idrak etme kabiliyetimizi yitirmekten söz ediyoruz. Gaybın ve tabiat üstünün, hayatlarımızın belirleyici kuvvetleri olmaktan çıktığı bir dünyada, melekleri görmek her zamankinden daha zor. Bir sokak başında Hızır’la karşılaÅŸmayacağız demektir bu, meleklerin hışırtısını duymayacağız demektir. AÅŸkınlık modern dünyada bir söylenti hâline getirilmiÅŸtir. Modern dünya aÅŸkınlığı hayattan kovarak aslında anlamı da yüz geri etmiÅŸ oluyor. Söz gelimi meleklerden söz ettiÄŸimizde (Peter Berger’in Melekler Hakkında Söylenti adlı kitabına atıfla söyleyecek olursak) muteber bir düÅŸünceden deÄŸil bir söylentiden dem vurmuÅŸ oluyoruz.
Martin Buber Tanrı Tutulması adlı kitabında, Tanrı’nın tutulmasını, güneÅŸ tutulmasıyla kıyaslayarak “bir güneÅŸ tutulması güneÅŸte deÄŸil, güneÅŸle bizim gözlerimiz arasında gerçekleÅŸen bir ÅŸeydir” diyor. Aydınlanma öncesi dönemlerde ister kitabi dinler ister pagan inanışlar olsun, hemen tüm kültürler dünyayı ilahi güçler ve tabiat üstü aracılığıyla deneyimlemekteydi. Büyüden arındırılmış atıl ve dingin bir dünyada, insanın kendisinden mutlak biçimde bağımsız bir gerçekliÄŸi tecrübe etme kabiliyeti ne kadar zayıflarsa, ilahi olanı imgelerle kavrama kapasitesi de o oranda zayıfladı. Evvelinde tüm evren kendini ifÅŸa eden ilahi varlıkların formlarıyla yoÄŸruluyordu. Ä°nsanlar Yaratıcı’yla canlı bir iliÅŸki içerisinde iken, Yaratan da onlarla canlı bir iliÅŸki içerisindeydi. Ä°lahi olan hem evrende hem de insanda sürekli olarak vuku buluyordu. Ne vakit ki Kant, “Tanrı zahirî bir töz deÄŸil, yalnızca içimizdeki ahlaki bir durumdur” diye ilahi olanın mutlak bağımsızlığını reddetti, peÅŸinden Tanrı’nın öleceÄŸi gün de yetiÅŸti. Batı dünyası Tanrı’yı önce insanın içine hapsederek öldürdü.
Görsel anlamda imgenin, sözlü kültüre baskın çıktığı noktada, dünya da büyüden arınmaya baÅŸladı. Çünkü sadece görülebilen-algılanabilen-ölçülebilen gerçeklik, tek ve makbul gerçeklik olduÄŸu iddiası ile tekelleÅŸti. Oysa söz, ne tözü ne de özleri imlemez, o ancak diÄŸer kelimeleri imler, mutlak baÄŸlantısı, dolayısıyla mutlak temsili de ancak onlar ile arasındaki bir iliÅŸkidir. Söz ÅŸaşırır ve dolaşır, amacını tamamıyla kapsaması zaten hiç mümkün deÄŸildir. Ä°ÅŸte bu yüzden göz, melekleri göremez; melekleri dil anlatır, kalp görür. Mevlana’nın “Ferasetini sat ve hayreti satın al; feraset salt fikirdir, hayret sezgidir” sözü bile bir ÅŸekilde gerçek-hakikat, imge-söz ikilemine ilmek atar. Feraset, malum görme yetisiyle alakalı bir kelimedir, hayret ise daima sözün kifayetsizliÄŸiyle. Büyüsüz bir dünyada fikirler, bizim yarattığımız ve dolayısıyla anlayabileceÄŸimiz, ifade edebileceÄŸimiz ve hakkında tartışabileceÄŸimiz ÅŸeylerdir. Fakat duyularla algılanabilir ve idrak tarafından kavranabilir nesnelerin ölçülüp biçilmesinde takılıp kalmak, “Tanrı’dan daha az bir ÅŸeyle yetinmektir.”
“Lütuf onu içine alacak bir boÅŸluk varsa oraya yerleÅŸir” demiÅŸti Simone Weil. Ä°lahi olanın görünür ve iÅŸitilir olduÄŸu bir dünya, insanın lütfu içine çekebildiÄŸi bir dünyadır. Zira orada kaba deterministik kanunlar iÅŸlemez. Bazen bir dua, bazen de lütuf, doÄŸal kanunların bendini aÅŸarak yardıma muhtaç kiÅŸinin ellerinden tutar. O âlemde melekler susamışlara su taşır, asker olup onlarla aynı saflarda çarpışır. O âlemde melekler deÄŸiÅŸik kılıklarda gündelik hayata katışır ve insanlar hep bu iki dünya arasındaki geçiÅŸkenliÄŸin bilinciyle yaÅŸar. Orada hayat ve ölüm birbirini tamamlayan süreçlerdir. Öte âlem bu dünyanın bittiÄŸi yerde baÅŸlamaz, buraya çoktan sızmış, burada hükümranlığını ilan etmiÅŸtir. Gayb, görünmeyen bir çekimle bilinir âlemi sevk ve idare etmektedir. Yeryüzü ve sema birbirine bitiÅŸiktir.
“Gayb âlemi” diye yazar William Chittick, “görünür âlemden, sonsuz bir biçimde daha geniÅŸ, daha güçlü, daha etkin, daha akıllı ve daha ÅŸefkatlidir. Ä°nsanlar Allah’ın suretinde yaratılmış olmak gibi hususi bir temel özelliÄŸe sahiptirler; dolayısıyla aynı zamanda onlar görünmez ve görülür âlemlerin toplamı olan bütün yaratıkların da bir sureti durumundadırlar. Gaybî gerçeklik görülür gerçeklikten çok daha gerçek ve anlamlıdır. Biz bu durumu, insani anlam ve önemi, aÅŸk ve ÅŸefkat gibi niteliklerde bulduÄŸumuz ölçüde bugün bile tanıyıp idrak ederiz.”
Rahmet ve lütfun hayata bütünüyle nüfuz ettiÄŸi bir kozmolojik tasavvurda insan, mekanik kuvvetlerin kıskacında bir zavallı deÄŸil, aÅŸkın âlemle sürekli irtibat hâlinde olabilme imkânıyla, tekâmül edesi bir varlıktır. Biraz çabalayan herkes, kalbini cilalayan, kendisini dünyanın kirinden pasından arındırmaya niyetlenen herkes, yolda meleklerle karşılaÅŸabilir. Yeter ki Tanrı’nın sözlerinin içine alacak bir boÅŸluk bıraksın içerisinde ve ışığın yaralarından sızmasına izin versin. Orada akıl yetmez, aklın yetiÅŸmediÄŸi, künhüne varamadığı bir makam vardır. Ricalü’l-gayb/Gayb adamları, aklın kısa devre yapıp yandığı bir evrende, tabir caizse top oynatır. Orası insanların artık fizik varlıklarıyla deÄŸil manevi heybeleriyle dolaÅŸtığı bir âlemdir ve orada gül alınır gül satılır, gülden terazi tutulur. Bir keÅŸif, bir dua, bir niyaz oradan görünür âleme bir meteor taşı gibi fırlar. AÅŸk, bilmenin ta kendisi olur.
Etrafta hışırdayan melekleri duymak istiyorsan ey dost, kalbini fal taşı gibi aç da dinle. Bu âlem, gördüklerimizden fazlasıdır.
Müellif: Kemal Sayar / Kaynak: Nihayet Dergi-Mart 2021
*Kapak fotoğraf: Fransız filozof Simone Weil
Henüz yorum yapılmamış.