Sosyal Medya

Mustafa Kutlu: Kuraklık ve su sarnıçları

“Dünya nihayet suyun kıymetini anladı” diyeceğim ama, diyemiyorum. Çünkü insanoğlunun “dünya nimetleri” ile arasında epeyce bir zamandan beri istismara dayalı bir münasebet var.



Sekiz on yıl önce yine böyle bir kurak mevsim yaşamıştık. O günlerde bu sütunda aşağıdaki yazıyı yayımlamıştım. (Yazılarıma tarih koymamak gibi kötü bir alışkanlığım var.) Dünyada yaşanan iklim değişikliği “Hududullah”ı tanımayan insanoğlunun tabiata karşı açtığı savaşın neticesidir. Görünen odur ki önümüzdeki yıllarda “su kıtlığı” başlıca sorunlardan biri olacak. Bu münasebetle bir tedbir teklifi olarak aynı yazıyı bir kez daha yayımlıyorum.
 
“Dünya nihayet suyun kıymetini anladı” diyeceğim ama, diyemiyorum. Çünkü insanoğlunun “dünya nimetleri” ile arasında epeyce bir zamandan beri istismara dayalı bir münasebet var.
 
İlk mektepte bize insanın tabiatla savaşı anlatıldı. Bu savaşta tabiat vahşi, insan medeni idi. Medeni insan tabiatta kendinden başka hiç bir varlığa verilmemiş olan “aklını” kullanarak diğer varlıklar üzerinde bir hakimiyet kuruyor; onları istediği gibi kullanıyordu. “Ve insanoğlu vahşi tabiatı yenerek ona hâkim oldu” denilip nokta konuluyor, bu eylem bir zafer olarak algılanıyordu. Bize bu zaferi kazandıran kişilerin hayat hikâyeleri de öğretildi, onlara hayran olmamız sağlandı.
 
Zamanla bu ünlü kişilerin bazı şirketler hesabına çalıştıkları ortaya çıktı. Şimdi tabiattan özür dilemenin zamanıdır ama nerde o basiret, nerde o feraset.
 
İstanbul’da “Su Forumu” düzenleniyor. Beni en çok sevindiren yıllar yılı kaderine terkedilmiş olan Sütlüce Mezbahası ve bitişiğindeki binaların büyük emek ve para sarfıyla Haliç kıyısında muhteşem bir Kültür Sarayı’na (Kongre Merkezi) dönüşmüş olmasıdır.
 
Hakka, hukuka riayet edersek bunun öncesini de anmamız lazımdır. Bildiğiniz gibi kirlenme sebebi ile Haliç elden çıkmış, kokudan yanına yaklaşılmaz olmuş, hatta bazı bölgelerinde sandal çalışmaz hale gelmişti. İçinde değil balık, canlı kalmamıştı. Japonlar geldi baktı: “Burası temizlenmez” dedi. Bizim mühendislerimiz Haliç’in çamurunu oradan hortumla çekip Alibeyköy’deki taş ocakları çukurlarına doldurdular. Bir iki sene sonra Haliç’te koku kalmadı, canlanma başladı, balıklar yeniden Haliç’e döndü.
 
Bundan öncesi de var. Konjonktür uygun olduğu için Bedrettin Dalan Haliç projesini başlattı ve –yiğidi öldür, hakkını yeme– kısa zamanda tamamladı. Şu anda Haliç’in her iki yanındaki ağaçlar, parklar Dalan’ın hatırasıdır.
 
Konudan uzaklaşmayalım, sudan bahsediyorduk. Muhalif cepheden gelen haberlere göre bu toplantılarda “su ticareti” ve “baraj projeleri” gizli gündemi belirliyormuş. Olabilir. Suya sahip çıkmanın bir yoludur baraj.
 
Bir ağacı kesmek bir insanı öldürmek gibidir. Ama günümüz insanı ağaca (tabiatın onca zenginliğine) mal olarak bakıyor. Öncelikle alım-satım, üretim-tüketim, çarkların dönmesi. Gerisi fasa-fiso. Çünkü kapitalizmin inşa ettiği çarklar durunca kıyamet kopar, kaos olur, insanlar birbirini yer. Bir başka “efsane” de budur.
 
Barajlar yapılacak (elektrik için) enerji sağlanacak, çarklar dönecek. İçme suyu için yapılan barajlara bir sözümüz yok ama, bu da garanti değil. Hani küresel ısınma var, kuraklık var. O zaman “su şirketleri” ellerini oğuşturarak yatırım için zemin kolluyor. Dünyayı pet şişe çöplüğü olarak kullanıyorlar, kimin umurunda.
 
Suyun tabii akışının durdurulması (baraj) o bölge toprağının, havasının, otunun, ağacının, börtü böceğinin, ekolojisinin tamamen dumura uğraması demektir. Öyle ama beri yandan bu su sulamada kullanılacak, sulu tarım ile verim bire kırk artacak.
 
Eh işte zurnanın zırt dediği yer. O yöre çiftçisi yıllar yılı susuz tarım yaptığı için, sulu tarıma aniden geçince kafası karışıyor. Daha fazla ürün için daha çok su kullanıyor. Bir iki yıl böyle sevinçli geçiyor, sonra toprak fazla sudan tuzlandığı-bozulduğu için ürün vermez oluyor. Demek ki önce çiftçinin bilinçlendirilmesi, bilgilendirilmesi lazım, bunlar da yapılıyor.
 
Nüfus sürekli arttığı için, tüketim sürekli arttığı için su sarfiyatı sürekli artıyor. Bu düzende, çarkın döndüğü sürece suyu korumanın imkânı yoktur. Kendimizi aldatmayalım.
 
Sadece su açısından değil; ormanlar, toprak (erozyon) denizler de elimizden çıkıyor. Kapitalizmin doymak bilmeyen kanlı ağzı her şeyi yutuyor.
 
Eee!.. Ne yapacağız?
 
Yavaşlamak lazım. Mutasavvıfların üç kaidesi vardır. Az ye, az konuş, az uyu.
 
Tüketimin kısılması, aza kanaat bu çılgın koşunun, uçuruma doğru gönüllü sürüklenmenin tek ilacıdır.
 
Peki, insanoğlu gittiği yolun çıkmaz olduğunu görmüyor mu?
 
Görmüyor. Görenlerin sözlerine kulak tıkıyor. Tıkamasaydı XX. asırda yaşadığı iki büyük savaş, verdiği milyonlarca kayıp gözlerini açardı.
 
Peki, sen ne diyorsun?
 
Ben olmayacak duaya âmin diyorum.
 
Nasıl yani?
 
İlk çağlardan beri kuraklık var. Anadolu su zengini bir bölge değil. Ege’de eski uygarlıklardan (Bilhassa Roma) kalma sarnıçlar var. Adam baraj değil sarnıç yapmış. Hem içmede, hem sulamada kullanıyor. İstanbul’da dahi toprak kirlenmeden önce pek çok evin su kuyusu ve sarnıcı vardı. Bostanlar dolap beygirlerinin döndürdüğü çarklar ile kuyulardan çekilen suyla sulanırdı.
 
Ama o günlere dönemeyiz ki!
 
Neden dönemeyiz?
 
Bilmem, bu konuda düşünmek lazım.
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.